Kayını ben öldürmedim
Bir kayın ağacının kesilme anını karakterin dikiz aynasından izleyişiyle başlayan öykü, film sahnesini andırıyor. İsimde kelime oyununa başvurulmasa daha lezzetli olabilir miydi acaba? Ben olsaydım öykünün adını "Kayını Ben Öldürmedim" koyardım.
Bir öykü kitabını sıradan yapan şey nedir? Dilin, kurgunun, anlatılan hikâyenin özgünlüğü mü onu sıradan olmaktan kurtarır yoksa bunlardan bağımsız, daha farklı bir nokta yakalamış olması mı? Öykü; gündelik, sıradan duygu ve durumlar içinde, herkesin kolayca fark edemeyeceği ayrıntılarda saklıdır. Her öykücünün bu ayrıntıları fark edecek keskin görüşe sahip olması gerekir. Alelade bir hikâye anlatıyor da olsak, onda görüp işaret etmeye çalıştığımız şey bizi özgün kılabilmelidir ki söylediğimiz sözün karşılığı olsun. Bir insana ya da nesneye verilen isim sahibine sirayet eder. Bana göre kitaplar için de bu böyledir. Bakakaldığı Yerlerin Sıradanlığı'nı1 bitirdiğimde, kitabın adının öykülere sirayet ettiğini düşündüm.
Ümit Köksal, hassas insan hikâyeleri anlatıyor kitabında. Hevesi kursağında kalmış, yıllardır tutunduğu ihtimalin yok olmasına bakakalmış, hayatın olumsuzlukları içinde çırpınan ama yine de umudu, tevekkülü bırakmayan karakterler var anlatılarda. Çoğunlukla çekingen, düşünceleri sesinden fazla çıkan, kıyıda köşede kalmış hikâyeler, silik olmalarına rağmen hikâyelerinin peşinden gitmekten de korkmayan, yaşanmamışlıklarla sınanan bireylerin umutla umutsuzluk arasındaki git-gellerini okuyoruz. Babasıyla kısa bir anlığına da olsa iletişim kurabilmek için çabalayan gençten sevdiğine ilan-ı aşk etmeye çalışan liseliye, para sıkıntısı çeken işçiye kadar çoğu kahraman tanıdık, bizden. Hepsinde ortak bir endişe mevcut; var olma endişesi. Görülmekten de fark edilmemekten de aynı oranda korkan kahramanların yerine kendimizi rahatlıkla koyabiliyoruz. İnsanların kendileriyle, birbirleriyle, Allah'la ve ölümle ilişkilerine tanık oluyoruz.
Peki nedir Bakakaldığı Yerlerin Sıradanlığı'nı sıradanlıktan kurtaramayan şey? "Kitabın başından sonuna kadar hikâyeye değil de anlatıma, dil ve kelime işçiliğine yoğunlaşılmış olması" diye cevaplayabiliriz soruyu. Bu unsurlar tek başına eleştiri olarak sayılmaz, sayılmamalıdır da. İyi bir dil işçiliği öyküyü harika bir yere taşıyabilir. Yahut öyle başarılı anlatılır ki tek başına çok da dikkat çekmeyen bir konu, bambaşka bir atmosfere girerek öykü görünümüne bürünebilir. Fakat bunlar, asıl hikâyeyi anlattıktan sonra düşünmemiz gereken meselelerdir bence. Dilin üstüne bu kadar düşmek hikâyeyi ıskalar mı, sorusunu soralım bu kez.
Bu kitapta hemen her an karşılaştığımız, hikâye ile bağlantısını kuramadığımız uzun tasvirler ve benzetmeler bizi metinden kolaylıkla koparıyor. "Korkuyla bitişik merak"2, "zamansal periyotlarımdaki seyahatlerimde"3, "kırçıllaşmış bir fısıltı"4 "olayları olabildiğince olağanın dışında anlatmak"5 gibi kelime grupları göze çarpanlardan bazıları. Biz okur olarak anlatılan öyküden her şeyden önce edebi haz alabilmeyi bekliyoruz. Bunun için okuyoruz. Verdiğim örnekler, bu cümlelerin sözlükten kelime seçilerek kurulduğunu düşündürüyor ve zorlama bir eda seziliyor. Buna benzer ifadelerin, öykülerin nabzını düşürmesinin yanında yer yer aforizmaya dönüştüğü de bir gerçek.
Karakter bir anda öyküyü yaşamayı bırakıp okura nasihat veren bir tavır takınabiliyor. Genç bir karakterin ağzından anlatılan hikâyede eski kelimelere rastladığımız oluyor, seksen yaşlarında birinden duyacağımız kelimeler. Metin haliyle inandırıcılıktan uzaklaşıyor. Öykülerin barındırdığı bir başka sıkıntı, yazarın mühendislik vasfını aşırıya kaçarak hissettirmesi. Bu durum kitap için bir dezavantaj oluşturuyor, çünkü mesleki terimlerin uzun paragraflar halinde karşımıza çıktığını, öyküye yeterince yedirilmediğini görüyoruz. Üstümüze boca edilen ve öykü formuna uymayan teknik bir anlatım söz konusu. Tüm bunlar dilde yeterince başarıya ulaşılamadığını gösteriyor.
Kitabın geneline baktığımızda "Sîret" adlı ilk bölümde yer alan "Babam ve Kızılkanat", "Ekmekhâne", "Sümüklü Böcek" öyküleri bana göre diğerlerinden birkaç adım önde. Çünkü yazarın dünyaya, insana, hikâyeye olan tavrını net bir şekilde görebiliyoruz. Baba hepimizin ortak hikayesi. "Ekmekhâne" öyküsünde yatılı bir Kur'an kursunda kalan çocuğun kendiyle hesaplaşmaları çok gerçek. "Sümüklü Böcek" öyküsünde ince bir duyuş var. "Hamile bir sümüklü böceğin doğum sancısına tanıklık ediyorsun. İnsanın eline bu fırsat kaç kez geçebilir?"6 cümlesi için bile okunmaya değer. "Dikiş Aynası" da hem hikâyesi hem de yormadan akıp giden yalın anlatımı sebebiyle beğendiğim bir öykü. Bir kayın ağacının kesilme anını karakterin dikiz aynasından izleyişiyle başlayan öykü, film sahnesini andırıyor. İsimde kelime oyununa başvurulmasa daha lezzetli olabilir miydi acaba? Ben olsaydım öykünün adını "Kayını Ben Öldürmedim"7 koyardım.
"Sûret" adlı ikinci bölümde, yazar farklı kurgu oyunları denediği öykülerine yer veriyor fakat yalnızca "Robot Dergi" öyküsü bu bağlamda ayrı bir yerde duruyor. Deneysel olduğunu düşündüğümden dolayı kurguda bir yere varamamış olmasını büyük bir eksiklik olarak görmesem de bu gibi metinleri öykü türü içinde değerlendirmek zor. İkinci bölümdeki diğer öykülerde tematik veya biçimsel bir ortaklık bulunmuyor.
Bakakaldığı Yerlerin Sıradanlığı, bahsettiğimiz problemlere rağmen tamamıyla başarısız bir öykü kitabı değil ve yazarın edebi kaygı duyduğu açıkça hissediliyor. Bu kaygının yazarı, ikinci kitabında daha iyi bir noktaya getirmesini umalım.
- 1 Bakakaldığı Yerlerin Sıradanlığı, Pruva Yay., 2021.
- 2 a.g.e., "İmâmenin Düşüşü", s. 12.
- 3 a.g.e., "İmâmenin Düşüşü", s. 13.
- 4 a.g.e., "Nabzın Titrek Teli", s. 23.
- 5 a.g.e., "Dikiş Aynası", s. 90.
- 6 a.g.e., "Sümüklü Böcek", s. 69.
- 7 a.g.e., "Dikiş Aynası", s. 87.