Karlı Bir Gece Vakti’nde
Her zamanki yürüyüş yoluma -Mithatpaşa Caddesi’ne- çıktım; mutadım üzere, yol kenarındaki geniş cepte birkaç dev çınarın gölgelediği gazete bayiine yöneldim. Yeşil tentelerin altında, döner stantlarda yüzlerce çeşit gazete ve derginin olduğu bu küçük marketi seviyordum.
Islak havada gazete ve dergilerin kokusu daha bir belirginleşmişti. Bir yanda nemden yaprakları hafifçe kalınlaşmış gazeteler, bir yanda günah çağrışımlarıyla yüklü parlak, renkli dergiler. Birkaç gazetenin manşetine göz atıp okaliptüs ve çınar ağaçlarının altından mandalina bahçelerine baka baka yürüdüm. Birkaç yıldır yeniden, belki de şiir okumaya başladıktan sonra, tabiata bakmayı öğrenmiştim. Yağmur karanlığının ve koyu yeşil yaprakların arasından bir tansık gibi parlayan mandalinalara, portakallara bakmak içime bir ferahlık vermiş; derinlerdeki o ağır burkulma açılır gibi olmuştu. Konya’da en çok böyle havaları özlüyordum. Yarım saat kadar yürüdüm, Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesine yaklaşmıştım. Yağmur başladığı gibi hafif hafif yağıyordu ama ıslanmıştım. Biraz dinlenmek, bir şeyler içmek, sıcak bir yerde yavaş yavaş kuruyarak yağmurun keyfini tamamlamak iyi olurdu. Son zamanlarda üniversite çevrelerinde açılmaya başlayan şu içinde her şeyin -yemek, pasta, çay, kahve, okey, kâğıt, tavla, kitaplar, dergiler, gazeteler hatta başka bir bölmesinde bilardo ve tenis masalarının- olduğu kafelerden birine girdim. Kanepeler, tekli koltuklar ve sandalyeli masalar vardı. İçerisi tıklım tıklım doluydu. Ninemin tabiriyle körpe körpe oğlanlarla kızlar kucak kucağa oturuyorlardı. Seneler önce hastaneye geldikleri günlerin birinde, çay içmek ve ısınmak için dedemle fakültenin karşısındaki kafelerden birine girince ninem, gördükleri karşısında dehşete kapılmış ve günlerce bunu anlatmıştı.
Konuşur, konuşur, eliyle belini işaret eder ve şöyle derdi: “Eteği burada ve utanmasa oğlanın kucağına oturacak!” Hikâyenin sonunda da hep sorardı, “Türk çocukları değil mi onlar?”
Gazete ve dergilerin olduğu sehpalı ve berjer koltuklu bölüme oturdum. Burası diğer bölümlere nazaran daha sakindi. İçeri girerken beni gözleriyle takip eden tezgâhın önündeki beyaz gömlekli, krem rengi pantolonlu kızlardan biri hemen yanıma geldi. Hafifçe dizlerini kırıp tebessüm etti, bir şeyler mırıldandı. Dudaklarına pembe ruj sürmüş, beyaz gömleğinin eteklerini pantolonunun içine sokmuştu, basenleri genişti. Çay söyledim. Dönüp giderken arkasından bakmamak için başımı önüme eğdim ve direndim, nasıl da güçlü bir tazyikti! İçimi yakmıştı. Eğitim, güdüleri kontrol etmeyi öğrenme işidir, kimindi bu söz? Tanıştığımız günlerde Musab beni ne kadar şaşırtmıştı. Gözleri beş numaradan fazlaydı üstelik astigmatı da vardı ama evden her çıktığımızda gözlüğünü hemen çıkarıyordu. Neden böyle yaptığını sorduğumda, böyle daha az günaha giriyorum, demişti. Ama bakma arzusu sadece güdülerle ilgili değildi galiba. Merak ve bilme isteği de vardı. Yoksa bu da bir avuntu muydu? Günahın hep bir gerekçesi ve süsü vardır. Böyle deyip ara ara yasayı çiğniyordum işte ben de. Bakmak ve bakılmak Erkeklerin ve kadınların en gizli ve keyifli mesleklerinden biri değil mi bu alışveriş? Ama modern insan böyle bir itki, böyle bir alışveriş yokmuş gibi davranmayı seviyor. Sessiz uzlaşı şöyle diyor: Tanımlanmadan, adı konmadan yapıldığı sürece hiçbir sorun yok.
Çünkü hakkında hiçbir şey söylenmeyen şeyler yok hükmündedir. Ya da bak ama hayvanca bir itkiyle değil, bir estet gözüyle bak. Mümkün mü peki böyle bir şey? Değilse önce kendini ikna et. Babamın meslek hayatı ile ilgili sıkça tekrarladığı tecrübelerinden biri. Kaliteli yalanın iki şartı: Bir, önce kendini inandır; iki, ayırt edilemeyecek kadar doğruya yakın olsun. Lisedeyken bizim okulun voleybol maçından önce başka iki lisenin kız takımlarının maçı vardı. Oyuncular maça çıktığında şaşırmıştım, erkeklerde neden bol, uzun şortlar vardı da kızlarda dapdar mayolar vardı? Maç bitene kadar tribünlerde dolaşmış ve seyircilerin arasında yüzümü kızartacak çokça şey duymuştum. Okulda Darvinci biyoloji hocamız, bir keresinde cinsellik duygusunun mide ya da bağırsaklar gibi kendi kendine çalıştığını söylemişti. Erkek okulunda olmanın rahatlığıyla, veriler yüklendiğinde, demişti, hormonlar kendi kendine, otomatik çalışır. Arkadaşlardan biri hemen sormuştu; “Peki hocam, bu veri yükleme işi nasıl yapılabilir?” “Çok basit,” demişti hoca muzipçe, “Sevgi Yolu’nun duvarlarının üstüne yarım saat oturup şansınızı bir denersiniz.”
“Bu adam sapık lan,” demişti teneffüste bir başka arkadaş.
Önüme birkaç gazete çektim. Tütün kesemi çıkarıp bir sigara sardım. Arada bir özellikle böyle yerlere oturduğumda sigara içmeyi seviyordum. Masaların, insan mırıltılarının arasında, kirişli ahşap tavanın boşluklarında bir gitarın başıboş, duru, lezzetli tınıları ve yorgun bir adamın sesi geziniyordu. Yaklaşık bir yıldır böyle sağda solda duyduklarım dışında müzik dinlememiştim ama bu iyi gelmişti. Günün anlam ve önemine uygun gibiydi. Bir yağmur sonrası uykusu için bestelenmişti sanki. Adamın acılı sesiyle göğsümün boşluğunda bir şeyler, tatlı bir hüzün usul usul birikti. Başımı kaldırıp içeriye göz gezdirdim. Her şey nasıl da mucizevi, nasıl da güzeldi! Dışarıdaki yağmurun nemiyle karışmış kahve, çay ve tütün kokusu, güzel giyimli insanlar, kenarları hafifçe buğulanmış geniş camlar, dışarıdaki yağmur, içeride zaman zaman alçalıp yükselen konuşmalar, küçük, ölçülü kahkahalar, mırıltılar, tabak çanak şıngırtıları, tavandaki ahşap kirişler. Kollarımı bağlayıp sessizce oturdum. Sanki her şeyi müziğin büyülü halesinin ardından görüyordum. Genç, güzel insanlara, zenginliğe, dertsizliğe, rahatlığa bakmak ne kadar lezzetliydi! Biraz sonra kız çay getirdi, “Bu çalan müzik ne?” diye sordum. “Bu parça ne zaman çıksa herkes soruyor zaten.” dedi. Tezgâha doğru gitti, küçük bir kâğıda bir şeyler yazıp getirdi, sehpanın üzerine bıraktı. Üzerinde Tom Waits, “I Hope That I Don’t Fall İn Love With You” yazıyordu. Söylediğinde kolayca anlaşılamayacağını da tecrübe etmişti herhalde.
Çayımı içip gazetelere baktım. Gündem hep aynıydı; Susurluk Kazası, yıllardır durmadan tırmanıp duran irtica ve Süleyman Demirel. Sanki hepsi içimde durulmuş suları bulandırmak içindi. Siyaset, çocukluğumdan beri benim için Süleyman Demirel demekti zaten, ne zaman söz siyasetten açılsa gözlerimin önüne onun farklı bir eklem ve kıkırdak sistemiyle sağa sola kısa, keskin hamlelerle dönü dönüveren kocaman, mahruti kafası geliyordu. Gazeteleri itip arkama yaslandım; kafenin yağmurla nemlenmiş, loş, ölçülü uğultusuna döndüm. Çevremdeki masalar dolmuştu. Ön tarafımdaki kanepeye kot takımlı bir oğlanla bandanalı, palyaço postallı bir kız oturmuştu. Arkalarındaki kitaplığa göz atmak için kalkarken oğlan, kızı önce kulağının arkasından, sonra dudağından öptü. Birbirlerine biraz daha sokuldular, oğlan kızın kulağına bir şeyler fısıldadı, gülüştüler. Kitapları karıştırırken bir ay kadar önce Musab’la yaşadığım bir olay canlanmıştı zihnimde. Bir gece yarısı İhsaniye’deki evden yurda dönüyorduk. Petek Pastanesi’nden genç bir çift çıkmış, ele ele tutuşup, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak önümüzden yürümeye başlamışlar, yaya geçidinden Adalhan’a doğru geçerken önümüzde, yolun ortasında durmuşlar ve oğlan kızın dudağına küçük bir öpücük kondurmuştu. Musab önce homurdanmış, sonra bağırmıştı: “Dört duvar niye var, lan!”
Bir an donup kalmıştım; Musab, sanki bağıran o değilmiş gibi, başı önünde sakin sakin yürümeye devam etmişti. Hızla yanından uzaklaşmış; koşarak ara sokaktan Mühendislik-Mimarlık Fakültesinin önüne çıkmıştım. Fena halde utanmış, ayrıca şaşırmıştım, onu tanıdığımdan beri ilk kez böyle bir şey yapıyordu çünkü. Öte yandan o daha çok, Müslüman olup da tevhidî bilince sahip olmayanlara; kendi deyimiyle İslam’ın izzetinden yoksun pısırıklara, özür dileyicilere, eziklere kızardı. Asıl büyük öfkesi ise azgın mele ve mütrefîne, yeryüzünün zalimlerine, müstekbirlere yönelikti. Az sonra Adalhan’ın köşesinde göründüğünde hâlâ aynı şekilde sakin sakin yürüyordu, başı öne eğikti. Yüzünde öfke mi aşağılama mı vardı, merak ediyordum. Yanıma gelir gelmez, “Şok tebliğ bu,” dedi.
“Tebliğ mi yani bu?” dedim. Enfal Suresi’nin yirmi beşinci ayetini okumaya başladı.
“Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. Biliniz ki, Allah›ın azabı şiddetlidir.”
Sakin görünüyor; ses tonu ve beden dili davranışının doğruluğundan emin olduğunu yansıtıyordu.
“‘Sizden biriniz bir kötülük gördüğünde onu eliyle değiştirsin.’ diye sürdürdü. ‘Eğer buna güç yetiremezse diliyle değiştirsin. Buna da güç yetiremezse kalbiyle buğz etsin. Bu ise imanın en zayıf mertebesidir.’ Bu ayet ve hadisler sana bir şey söylemiyor mu?”
“Valla benim kafam seninki kadar net değil bu hususlarda.”
“Nasıl yani? Ayet ve hadisler gayet açık değil mi?” Kafasının bu kadar berrak olması benim için şaşırtıcı olduğu kadar çekiciydi de. Zaman zaman birileriyle kesin inançlıymış gibi konuşsam da kafam hep karmakarışıktı aslında. Bilgiyi teoriden pratiğe aktarmak; doğru yerde, doğru zamanda, doğru davranışı ortaya koyabilmek dünyanın en zor işiydi bana göre. Bir konuyla ilgili bilgiler arttıkça sonuca varmak da zorlaşıyordu. Öte yandan emri bil marufu herkes böyle kendi anladığı şekilde uygularsa bir toplumsal anarşi çıkmaz mı, diye düşünüyordum. Sonra ikide bir söyleyip durduğu gibi bu toplum cahiliye toplumu ise insanlara daha akılcı yöntemlerle önce İslam’ı anlatmak gerekmez miydi?
Raftan Ataol Behramoğlu’nun hazırladığı şiir antolojisini alıp tekrar yerime oturdum. Garson kız bir çay daha getirip sehpaya bıraktı. Kitabı açıp bir iki şiir okudum. “Ateşiniz var mı,” diye seslendi biri. Bandanalı kızdı, kanepesinden doğrulmuş bana bakıyordu. Oğlan bir yerlere gitmişti herhalde. Başımla evetleyip cebime davrandım. Ekose mini etek, kalın kahverengi çoraplı ince bacaklar, sevimli palyaço postalları ve asidik meyveli bir koku yanıma yaklaştı. Sigara paketini, kaçmasından korktuğu küçük bir kuşu tutar gibi sağ elinin parmaklarıyla zarifçe, şefkatle kavramıştı; çakmağımı çıkardığımda elini uzattı, belli belirsiz bir tebessüm, “Siz de ister misiniz?” Teşekkür ettim. Sigarasını yaktıktan sonra ben de kalktım. Bir an yaşamın güzelliğine dair coşkulu bir ışıltı içimi aydınlattı. Kıza ateş verince birden daha iyi, daha uyumlu bir insan olmuştum sanki. Ama yarım saat sonra dar ve kapkaranlık bir dünyanın içinde bulabilirdim kendimi. Son yıllarda ruh halim -karamsarlık, iyimserlik, yaşamak ne kadar keyifli; hayır, hayat baştan başa bir çile yumağı- nasıl da keskin bir biçimde yer değiştiriveriyordu! Bazı başka şeylerde de bu sert geçişleri yaşıyordum. İnsanları seviyorum, insanlardan nefret ediyorum. İnsanlar aslında iyi, insanlar aslında iğrenç...
aslında iyi, insanlar aslında iğrenç... Dışarıda yağmur dinmiş, bulutlar seyrelmişti; İkiz Tepeler hâlâ sisin altındaydı ama mandalina bahçelerinin üzerine, ikindi vaktine özgü bir sarılık çökmüş; bronz parıltılı, solgun yağmur ışığı biraz daha koyulaşmıştı. Geniş kaldırımda, okaliptüs ve çınar ağaçlarının altından bu kez eve doğru yürürken kafamda kızın taze hatırası ve “Ateşiniz var mı?”, “Teşekkür ederim.” sözleri yankılanıp duruyordu. Tanımadığım birinin basit nezaket sözlerinden neden bu kadar etkileniyordum? Tanımadığım biri değil, tanımadığım bir kız, doğrusu buydu herhâlde. Zayıf yanlarımdan biriydi bu da.
Üzerimde hâlâ kafenin kokusu vardı, etrafımı bir hale gibi çevrelemiş, benle birlikte yürüyordu. Sonra kafenin görüntüsü geldi gözlerimin önüne. Geçen yıl ara tatilde İzmir’e geldiğimde her gece rüyalarımda gördüğüm devrimin çok uzak olduğunu düşünmüş, hayal kırıklığına uğramıştım. O altı ay boyunca benim gibi bütün dünyanın da hızla değiştiğini düşünüyor olmalıydım, yani İzmir’e döndüğümde sokaklarda Konya’daki gibi sakallı -hatta öfkeli- genç adamlar ve tesettürlü kadınlar göreceğimi sanıyordum. Zaten köşkten ve cemaatin diğer evlerinden çok az dışarı çıkıyor, sabahlara kadar kitap okuyor, devlet kurup devlet yıkıyor, tartışıyor, haftada beş gün sohbet yapıyor; okulda, kantinde, kitapçıda önüme gelene yeni öğrendiğim tevhidî İslam’ı, tağutları, cahiliye kanunlarıyla yönetilen beşeri sistemi doymak bilmez bir iştahla anlatıyor, anlatıyordum. Bazı cumalar kampüste, şehrin meydanlarında ya da cami önlerinde Amerikan ve İsrail bayrakları yakıyor; dirseklerimizden birbirimize kenetlenip, vahşi bir kış denizi gibi köpürerek sloganlar atıyor, devrimi bekliyorduk. Zaten devrim de dalga dalga geliyordu. O günlerde öyle düşünüyordum. Hatta bazı sabahlar yatağımdan kalktığımda içimde nedensiz bir aydınlık bulur, acaba devrim mi oldu diye pencerelere koşardım. Bazen umutsuzluğa kapıldığım da oluyordu gerçi ama böyle durumlarda hemen aklıma başka şeyler getirip kendimi kısa sürede avutmayı beceriyordum. Şimdiden güçlü müstahkem mevkilerimiz var işte, diye düşünüyordum. Ülkeyi dalga dalga ele geçiriyorduk; bu apaçık ortadaydı. Zindankale’de Mühendislik-Mimarlık Fakültesinin karşısındaki büfenin sahibi bizdendi mesela. Şerafettin Camii civarında bir terzi, bedestende bir tostçu, Yılanlı Medrese’de bir konfeksiyoncu vardı. Hepsi bizdendi. Oralar ele geçirdiğimiz kalelerdi, oralarda tam bir kardeşlik şuuruyla birbirimize kenetleniyor, devrimin olgunlaşıp gelmesini bekliyorduk. Hep birbirimize, uzaklara, ufuklara bakıyorduk. Bunlar da teselli vermediğinde Musab’ın sık sık söylediği bir sözü hatırlayıp tazeleniyordum: “Rusya’da ve İran’da devrimi yapanların nüfusa oranı yüzde beş bile değildi.”
O günlerde İzmir’e geldiğim bir seferinde, devrim olduğunda bu kafeler, barlar, pavyonlar, sinemalar, butikler ne olacak acaba, diye düşünmüştüm. Bir yıl köşkte değil de, kafamın içinde var ettiğim bir dünyada yaşamış, sonra her nasılsa dışarı çıkmış ve hayal kırıklığına uğramıştım. Sadece bedenimle değil, bütün varlığımla, zihnimle köşke girmiş ve perdeleri çekmiştim. Köşk, Üçler Mezarlığı’nın karşısındaki dar sokakların birinde iki katlı, cumbalı, kâgir, kerpiç, ahşap karışımı; belki yüz yıllık bir evdi. İhsan Abi’nin deyimiyle, eski ama asildi. İlk gittiğimde ortamın otantikliği beni büyülemişti. Bu büyülü, sıra dışı halitayı oluşturan da bu kadim binanın hafızası ama daha çok da içindeki yaşantıydı. İlk günlerde adeta bir sarhoşluk duygusuyla usul usul yudumladığım bu yaşam tarzı, yıllardır kafamda belli belirsiz var olagelen idealize edilmiş bir İslami yaşantının ve ümmete ilişkin imgelerin tecessüm etmiş hali gibiydi. Özgünlük, sıra dışılık kapıdan girer girmez başlıyordu. Sofanın duvarlarında İran İslam Devrimi ve Afgan cihadıyla ilgili roketatarlı, kalaşnikoflu, sıkılmış yumruklu fotoğraflar, kelime-i tevhid ve ayetler yazılı afişler vardı. Kapının sağına “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.”, soluna “Zulmedenler yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini göreceklerdir.”; merdivenlerin üst kısmında “Fitne kalkıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” ayetlerinin yazılı olduğu afişler asılmıştı. İmam Humeyni’nin, Malcolm X’in, Aliya’nın, Ahmet Şah Mesut’un posterleri davanın, cihadın; Cemal Süreya’nın, Einstein’in, -şu dil çıkardığı meşhur portre- Kemal Tahir’in posterleri de sevimli bir kafa karışıklığının, bir miktar anarşizmin, kopukluğun, daha çok da üniversiteli sofistikliğinin, naifliğinin bir yansıması olmalıydı. Çelişkilerle doluyduk, belki de bu yüzden günler geceler boyu durmadan tartışıyorduk. Ama böylesi kargaşanın içinde Burhan ve Musab’ın kafası nasıl oluyor da bu kadar net hatta köşeli olabiliyordu? Onlarda beni çeken şeylerden biri de hiç kuşku yok ki buydu. Kafalarının içinde her duruma, her incelikli meseleye verilmiş hazır cevaplarla dolu çekmeceler vardı sanki. Benim kafamsa karmakarışıktı.