“Karda Derin İzler”i nasıl yazdım?
İçimde bir yerlerde belirsiz, bulutsu bir kütle gibi bekleyen bu öyküyü yazmam için en önemli kıvılcım, 2013 Ocak ayında bütün ajanslara düşen bir gazete haberiydi: “Kurtlar Köy İmamını Esir Aldı”. Bu kısacık, bir paragraflık haberi okuduğumda eşime, işte böyle bir öykü yazmayı düşünüyorum, demiş ve haberi kesip saklamıştım.
Aslında okumayı yazmaktan her zaman daha çok sevdim ve yazmak için oturduğumda bir süre sonra okurken buldum kendimi. Yıllarca yazmak için bir gerekçe bulmakta da zorlandım. Bu yüzden yazanlara zaman zaman neden yazdıklarını sordum. Bana göre okunacak yeterince iyi kitap vardı ve -hele hele daha iyilerini de yazamayacaksak- yeni metinlerle ortalığı kirletmenin de gereği yoktu. Yıllar önce Ahmet Murat’a da aynı soruyu sorduğumda, okumak istediklerimizi yazarız, demişti hiç duraksamadan. Başka şeyler de söylemişti ama o cümle -genellikle de yazmayı düşündüğüm zamanlarda- aklımdan hiç çıkmadı.
Benzerlerini okumak isteyip de bulamadığım pek çok öykü vardı: Jack London’ın “Ateş Yakmak”, Tolstoy’un “Efendi ile Uşak” adlı öyküleri gibi. Vahşi doğa ve insanın sınır tanımaz vahşi doğasının karşıtlığı ve gizemi vardı bu öykülerde. Çocukken uzun kış gecelerinde okuduğum çizgi romanlardan aldığım tadı almıştım bu öyküleri okurken. Uzak ormanlar, vahşi doğa, kar ve kurtlar ve tutkulu insanlar. İşte yıllar sonra belki de içimde saklı kalan o tadı aramak için benzer bir öykü yazmak istedim. Fakat nasıl yazacağımı hiç bilmiyordum, çünkü böyle şeyleri hiç yaşamamıştım.
Çocukluğumun geçtiği Ege ve Marmara’da vahşi doğa diye bir şey de yoktu zaten; tabiat gayet munis, iklimler mutedildi. İlkokula giderken kasabada hamam işleten Tokat Reşadiyeli bir komşumuz vardı, zaman zaman o anlatırdı; uzun karlı kışları, geceleri köylere inen kurtları. İlerleyen yıllarda farkında olmadan başkalarından dinlediğim pek çok benzer hikayeyi hafızamın bir köşesinde biriktirdiğimi fark ettim. Çünkü ne zaman böyle bir olay anlatılsa merakla, ilgiyle dinler; hayallere dalardım.
Yazdığım bütün öyküler “konu sandığı”nda bir süre sabırla bekliyor ve günü geldiğinde kendilerini yazmam için beni zorluyorlardı. İçimde bir yerlerde belirsiz, bulutsu bir kütle gibi bekleyen bu öyküyü yazmam için en önemli kıvılcım, 2013 Ocak ayında bütün ajanslara düşen bir gazete haberiydi: “Kurtlar Köy İmamını Esir Aldı”. Bu kısacık, bir paragraflık haberi okuduğumda eşime, işte böyle bir öykü yazmayı düşünüyorum, demiş ve haberi kesip saklamıştım. Haberin benim için en önemli yanı Türkiye’de de böyle bir şeyin olabileceğine dair inandırıcı bir ipucu sunmasıydı.
Haber biraz önce de söylediğim gibi çok kısaydı ve sadece etrafını kurtların çevirdiği, kara saplanan bir otomobilde dört saat mahsur kalan bir karı kocadan bahsediyordu. Beni asıl ilgilendiren yanı daha çok şurasıydı: Etrafı kurtlarla çevrilmiş, çalışmayan bir arabada dört saat boyunca insan neler hisseder, ne yapardı? Onların yerine kendimi koydum ve günlerce düşündüm. Zaten iyi yazar olabilmenin biraz da bununla ilgili yani yazarın yaşamadıklarını empatiyle yaşamış gibi hissedebilme yeteneğiyle ilgili olduğunu biliyordum.
Ama işin en zor kısmı da burasıydı, dört saat boyunca böyle bir durumda insan neler hissederdi? Daha da önemlisi bu adam ve kadın kimdi, nasıl insanlardı, bu karlı kış gününde neden yola çıkmışlardı? Mutlaka bir yaşantıları ve kişilikleri olmalıydı.
Cortazar, “Öykü ile Yakın Çevresi Üstüne” adlı yazısında öykülerini bir tür kendinden geçmeyle yazdığını söyler ve öykülerinin adeta kendisine yazdırıldığını ima eder. Aynı yazının bir yerinde de şöyle der: “Yazar yarattıklarından hayrete düşer, okur da yazarınkilerden.”¹ Başka birçok bilim insanı ve yazar yarattıklarına dair benzer şeyler söylüyor. Mesela ünlü İskoçyalı matematikçi James Clerk Maxwell elektrik ve manyetizmayı birleştiren bir dizi temel denklem geliştirmişti. Daha sonra ölüm döşeğindeyken bu denklemleri keşfedenin kendisi değil, “içindeki bir şey” olduğunu söylemişti.²
Ben de yazdığım öykülerin bazı bölümlerinden hayrete düştüm zaman zaman. Bunları ben mi yazmıştım, bunlar da nereden çıkıp gelmişti? Otomobilin kara saplanmasına kadar olan bölümü işte böyle yazdım. Bir anda yazının başına oturdum, cümleler peş peşe geldi ve sonrasında yazdıklarımdan hayrete düştüm. Hiçbir düşüncem, planım olmaksızın karı kocanın karakterleri, nereye gittikleri ortaya çıkıvermişti bu bölümde. Fakat çok uğraşmama rağmen sonrası gelmedi. Öykü mayıs ayına kadar yeniden içimdeki o belirsiz yere çekildi. Bu arada kurtlarla ilgili metinler okudum, videolar, karlı filmler izledim.
Bir de kafamda başka bir şey vardı. Bahsi geçen gazete haberindeki imamı bulup konuşmak ve haberin ayrıntılarını öğrenmek istiyordum. Aslında öğrenmek istediğim, dört saat boyunca otomobilin içinde ne yaptıkları, neler hissettikleriydi. Beni sadece burası ilgilendiriyordu çünkü yazdığım öykü onların öyküsü değildi. Uzun araştırmalar sonunda -gazetede yaşadığı yer ve ismi vardı- telefon numarasına ulaştım. Numarayı bir türlü çevirip arayamadım. İki üç gün kafamda evirip çevirdim, derdimi anlatabilecek cümleler kurdum; neyle, nasıl bir tepkiyle karşılaşacağımı bilmiyordum çünkü. Birkaç kez numarayı tuşladım fakat çalma sesi gelir gelmez telefonu kapattım.
Sonra yağmurlu bir günde, dershanenin karşısındaki Tophane nargile salonunun bahçesinde tentelerin altında otururken numarayı çevirdim. Çalar çalmaz bir ses alo, diye karşılık verdi. Birkaç saniyelik tedirgin bir bekleyişten sonra konuşmaya başladım. Önce düşündüğüm şeyi yaptım, bana güvenebilmesi için uzun uzun kendimi tanıttım. Konya’da bir dershane işlettiğimi, imam hatipli olduğumu filan söyledim. Sonra asıl meseleye geldim. Birkaç ay önce gazetelerde çıkan haberi okuduğumu ve yaşadıklarına benzer bir öykü yazmaya çalıştığımı, olayla ilgili bir şeyler öğrenmek istediğimi söyledim.
Belki yarım dakika süren bir sessizlik oldu. Kilometrelerce öteden adamın şaşkınlığını hissedebiliyordum. Bizim izin almadan açıklama yapmamız yasak hocam, biz beş yüz elli yediye tabiiyiz, dedi neden sonra. Yağmur öyle şiddetli yağıyordu ki sesini zor duyuyordum. Ben haber yapmayacağım, ben öykü yazıyorum, ayrıca sizin hikayeniz de değil, ben sizinkine benzer başka bir hikaye yazıyorum, sizin isminizi de kullanmayacağım, kişisel bir şey benimki, dedim.
Yeniden bir sessizlik oldu, telefonun kapandığını zannettim. Gazeteciler abartmış, hocam, dedi, hayal kurmuş adamlar, yalan yanlış, akıllarına ne gelirse yazmışlar. Onlara da çok kızdım zaten. Ses tonundan başkalarına da pek çok kez anlattığı bu meseleden sıkıldığını anladım. Boş verin siz gazeteleri, siz otomobilde ne hissettiniz, dört saat boyunca neler yaşadınız, sadece birkaç kelime olsa yeter benim için, dedim. Birden sesi sertleşti, ben gurttan korkmam, hocam, ben gurttan korkmam, ayı olsa neyse ama ben gurttan korkmam, dedi.
Sonra uzun bir vaaza başladı. O konuşurken imam hatipten tanıdığım, imam olarak doğmuş hatta köy imamı olarak doğmuş arkadaşlar aklıma geldi. Onlardan biri vardı sanki karşımda. Hafifçe tebessüm ederek dinledim. Onlar da rızkını arıyor, hocam diyordu, Cenab-ı Hakk’ın hikmeti işte, yoksa bize karşı bir garezleri yoktu. Rabbim bizi yolundan ayırmasın, asıl mesele bu, imanımız var mı yok mu? Yoksa ha donarak ölmüşsün ha yatağında. Şimdi, biraz önce mevzumuzda da geçti; ben gurttan murttan korkmam, Allah’tan başka kimseden korkmam, hocam. Sahabe efendilerimiz de hiç korkmazlarmış, hatta bir keresinde…
Telefondan şakaklarım ısınmıştı, telefonu başımdan uzaklaştırdım, cebimden kulaklığımı çıkarıp taktım, vaaz hala sürüyordu: Cenab-ı Hakk’ın her yarattığında bir hikmet var, hocam, siz de bilirsiniz; ağaçlar, çiçekler, kurt kuş, börtü böcek hepsinin rızkını Mevla’m verir, hepsinin yaratılışında da bir hikmet var, biz duymayız ama hepsi sürekli zikir halindedir. Ben onlara ibretle baktım. Başımıza geldiyse böyle bir şey…
Bu meseleyle ilgili olarak köyde cemaate ve çevresine anlattıklarını dinliyor olmalıydım çünkü çalışılmışa benzeyen cümleler vardı. Baktım ki iş uzayacak, asıl öğrenmek istediklerimi de öğrenemiyorum, telefonu kapatmak için bir boşluk beklemeye başladım fakat bir türlü sözün sonu gelmiyor. Belki on beş dakika aralıksız konuştu. Ben de evet hocam, evet, evet, evet hocam, diyerek nefes almasını bekledim. Susar susmaz hocam, eyvallah, teşekkür ederim, deyip telefonu kapatmaya çalıştım. Bu kez başka bir konuya geçti. Bunlar boş işler, hocam gurt murt geçelim bunları, dedi; madem siz beni aradınız, bu da hayırlı bir işe vesile olsun, hani dedik ya her işte bir hayır vardır diye. Dershane mi işletiyorum, demiştiniz; sizde para çoktur…
Uzun lafın kısası İstanbul’da bir İmam Hatip’te, köyünden okuması için gönderdiği beş fakir öğrenci varmış; onlar için burs istiyordu. Biz üç ortağız, iş sadece bende bitmiyor, bizim burs verdiğimiz kendi öğrencilerimiz de var, filan dedimse de kurtulamadım. Öğrencilerin fakirliğini anlatıyor ve ısrarla kendimizde yoksa başkasından burs temin etmemizi istiyordu. Bir an aklıma İstanbul’da imam hatip öğrencileriyle ilgilenen bir arkadaşım geldi. Pek ala hocam, şimdi telefonu kapatalım, İstanbul’da bir arkadaşımla görüşüp sizi tekrar arayacağım, deyip telefonu kapattım.
Birkaç dakika şaşkın şaşkın etrafıma bakındım, nerede olduğumu ne yaptığımı hatırlamaya çalıştım. Sonra arkadaşımı aradım, gerçekten asıl mesele buydu galiba, ihtiyaç sahibi öğrencilere burs temin etmek, gerisi teferruattı. Öğrencilerin isimlerini ve telefon numaralarını öğrenelim, ben ilgilenirim, dedi arkadaşım hiç tereddütsüz. Hocayı tekrar aradım durumu ilettim, arkadaşımın ismini, telefonunu verdim. Defalarca teşekkür etti, işi nasıl hayırla neticelendirdiğini söyledi.
Bir kez daha telefonu kapattım. Yağmur dinmişti. Uzun uzun karanlık gökyüzüne baktım, içimde mutluluğa benzer bir parıltı dolaşıyordu. İşte asıl öykü bu, diye geçirdim içimden. Bir öykü yazmak isterken Allah bana bir öykü daha hediye etmişti. Aklıma Çehov’un kendisine bir öykü anlatana on kapik verdiği geldi…