Karasu'nun 'Su'yu ve Kirpi İkilemi
Fakat deniz onu oyuna getirmiştir. Aldatılmaktadır fakat şehveti o kadar büyüktür ki yoluna devam eder. Yolu bir dehlize çıkar ve o andan itibaren hep karanlıkta kalır. Deniz kış aylarında bile onun için cazibeli bir hayalken bir gün onu dehlizine çekmiş ve yutmuştur.
Bu yazıda kirpilerden önce sudan bahsedeceğiz, denizden, yağmurdan. Uzak bir ülkedeki hiç görülmeyen denizden, içinde yüzülen ve kana dönüşüveren sudan, hiç bitmeyen yağmurdan... Bunlardan söz ederken konu ilginç bir şekilde kirpiye de gelecek. Kirpi önce korkacak bizden, tortop olacak. Yaradılışı böyle çünkü onun. Güvenemez herkese, hemencecik tedirgin oluverir. Ama sonra yanlış okumamıza onu da ikna edince, bu yaptığımızın hiç de zararlı bir şey olmadığını ona inandırınca... Bir dostluk kuracağız onunla ve bize bir şeyler söyleyecek Bilge Karasu'nun kirpisi. Bu bahsettiğim şeyler arasında bir ilişki olduğunu düşündürtecek okura. Zaten aslında bütün iş de bundan ibaret değil mi? Ama yine de bu olaylarla hiçbir ilişkisi yokmuş gibi görünen Schopenhauer'un da hakkını verelim. Onun teorisini tüm bu anlattıklarımızın arkasına yaslayınca su gibi berraklaşacak her şey. Su gibi ama Bilge Karasu'nun "su" yu gibi değil tabii. Çünkü o suya farklı bakar. Esrarengiz bir bakıştır o. Nurdan Gürbilek şöyle der Karasu'daki su imgesi için.
"Karasu'da suyun ölüm ile ilişkisi çok daha dolaysız bir biçimde, özlem payına yer bırakmayacak kadar sert, kanlı bir biçimde kurulmuştur. Gerçekten kara bir sudur Karasu'nun suyu; arzu kadar korku da uyandıran, besleyici olduğu kadar yutucu, kuşatıcı olduğu kadar boğucu da olabilen bir su."1 Oysa "Karasu'nun suyu" yutuculuğunu hiç de belli etmez önce. Deniz uzaktan seyredilirken ya da henüz yeni yeni koynuna kabul ederken insanı, serinletici ve arzu uyandırıcıdır. Başka bir deyişle, onunla hikayeniz hiç başlamamışsa ya da henüz yeni başlıyorsa cilveli, davetkâr bir tavır takınır. Şehvetle çağırır kendine. Yanına ilk sokuluşunuzda size bir tamlık hissi verir. "Suyun içinde olmak, suyun içinde kollarının, bacaklarının, gövdelerinin yarı özgürlüğünü bir tamlığın mutluluğu diye yaşamak, suyun esnekliğinde devinmek, tuzun kanlarına karıştığını duyar gibi olmak için..."2 Deniz, "Bizim Denizimiz" adlı öyküde böyle arzu dolu anlatılırken "Korkusuz Kirpiye Övgü"de ise uzak bir ihtimaldir. Umuttur, bir merak ve istek uyandırır.
O halde nerede bu denizin yutuculuğu diye sorabilirsiniz. Hani nerede o korku dolu deniz imgesi? Karasu, dönüştürerek tasarlar bu imgeyi. "Bizim Denizimiz"de örneğin, birkaç cümle içinde atmosfer değişiverir ve suyun görüntüsünün bu dönüşümü hepimize hayret verir. Denizin dişil cazibesine kapılan karakterler biraz sonra da kanla özdeş olarak düşünür suyu. Önce gülerler bu özdeşliğe. Bu benzetişte tuzlar, su, ortam güçlük çıkarmaz onlara ama renk, akışkanlık ve ısı onları duraklatır. Bu benzerliği eğlenceli bulurlar ve daha fazlasını hayal ederler. Fakat öykünün sonunda görürüz ki kan-su özdeşliği eğlenceli bir fikirden daha fazlasıdır. Arzuyla anlatılan deniz canlarını yakmış ve kanla su birbirine karışmıştır. "Dehlizde Giden Adam" öyküsünde de aynı durumla karşılaşırız. Her şey çok arzu uyandırıcı başlar. Karakter denize hayrandır. Yaşamak onun için yazsa denize gitmek, kışsa deniz aylarını beklemektir. Denize âşıktır adeta. Bir gün yine suyun içindeyken karşısına çıkan kaya yığınının ardına geçmek ister. Denizin içinden ayaklarını kanatmak, türlü zorluklarla karşılaşmak pahasına yürür. Fakat deniz onu oyuna getirmiştir. Aldatılmaktadır fakat şehveti o kadar büyüktür ki yoluna devam eder. Yolu bir dehlize çıkar ve o andan itibaren hep karanlıkta kalır.
Deniz kış aylarında bile onun için cazibeli bir hayalken bir gün onu dehlizine çekmiş ve yutmuştur. Su; yutucu, boğucu bir korku imgesine dönüşmüştür. Öyle ki öykünün sonunda anlatılan masalda, denizden çıkmış ve havaya alışmış bir balık bile deniz tarafından yutulur. Balık denizde boğulur gider. Suyun yutuculuğunu farklı bir yolla gösterdiği bir diğer öykü de "Yağmurlu Kentin Güneşçisi"dir. Su bu kez deniz biçiminde çıkmaz karşımıza. Gökten yağmur şeklinde düşer ve bütün bir şehri sarar, çevreler. Kendisi dışında bir ihtimali zihinlerden siler atar. Bir kişi hariç herkesi sürekliliğine ikna eder. Bir ihtimal olarak var olsa, ara ara uğrayıp gitse ne güzel olur oysa. O zaman yeşil olur her yer. Bacaların dumanı kaplamaz yeşillikleri. Güneş görünür. Ama öyle olmaz. Su, gökten akmaya devam eder öyküde. Yağar, durmaksızın yağar, hiç kesilmez ve şehri yutar adeta.
Öyle ya, kirpi üşür ve yaklaşmak ister yanındaki arkadaşlarına. Ama yaklaşınca da dikenler baş gösterir ve kirpiler acı çekmeye başlar.
Güneşe dair umut besleyen tek bir adam kalıncaya dek yutmaya devam eder. Bir başka ülkenin nadiren misafiri olan, serinletici ve sevindirici yağmur damlaları öyküdeki kentin yerle göğünü ayırt edilmez hale getirir, kollarıyla üzerini örttüğü şehrin yerinden kıpırdamasına, şüpheye düşmesine izin vermez. Peki Karasu'nun öykülerinde karşımıza çıkan "su", hem arzu hem korku uyandırıyorsa bunun kirpilerle ilgisi ne? Bir yanlış okumanın içinde olduğumuza hiçbir şüphe kalmadığına göre biraz da Karasu'nun kirpisini konuşturalım. Onun maharetiyle kuralım ilişkiyi. "Daha sonra çok dolaştım ama insanlardan kaçtım doğrusu. Onların hepsi kirpileri öldürmüyor, burası anlaşıldı. Kirpi sevmeyeni de var aralarında. Diyeceğim, kirpi düşmanı değiller hepsi. Ama hangisi öyle, hangisi değil, nasıl kestirilir?"3 Mütereddit kirpi yanına sokulan kediye, köpeğe, insana, hiçbir şeye güvenemez. En çok da insan tuhaf gelir ona. Cırnaklı değildir, ağır kanlıdır, görünen bir dikeni yoktur. Daha gizemlidir doğrusu ve bu yüzden ondanda korkar.
- Tortop olur hemen, yaradılışı böyledir. Fakat bunları yaparken kafasında başka bir şey de vardır kirpinin. Yaklaşan her şeye karşı büyük bir güvensizlikle hemencecik tortop olmanın geri kafalılık olduğu düşüncesine inanmaya başlar yavaş yavaş. Bütün dünyayı düşman bellememeliyiz der, sonra bir köpeğe yaklaşır ve dostluğun cazibesine kapılır gider. Su üzerinden örneklediğimiz ve kirpinin ağzından dökülen kelimelerle iyice somutlaşan kavrama ulaştık işte. Schopenhauer kirpi ikilemi demiş buna. Öyle ya, kirpi üşür ve yaklaşmak ister yanındaki arkadaşlarına. Ama yaklaşınca da dikenler baş gösterir ve kirpiler acı çekmeye başlar. Sonra tekrar uzaklaşırlar ve döngü devam eder. İnsanlarda da böyledir. Yalnızlık sürekli hale geldiğinde acı verici bir şeye dönüşür. Ama insanlara yaklaştıkça hem kendimizi hem de çevremizdekileri yaralamaya başlarız. Bir süre sonra kaçarız onlardan yine. Yalnız kalmak isteriz. Ta ki yalnızlık tekrar bir acıya dönüşene dek.
Kirpinin yakalamak zorunda olduğu denge halini, kime güvenip güvenmeyeceği konusunda karar verebilecek olgunluk durumunu insan da yakalamak zorundadır. Peki su? Suyun yaşadığı da bir kirpi ikilemi değil midir? Bu noktada insanın su karşısında yaşadığı şeyden değil, bizzat suyun yaşadığı ikilemden söz ettiğimizi belirtelim. Karasu'nun öykülerinde arzu ve korku uyandıran şey "su" dur çünkü. Davetkar bir şehvetle kendine çağırır, sonra da saldırgan bir şehvetle açar ağzını. Önce arzu uyandırır, koynuna çağırır çevresindekileri. Yalnızlığından kurtulmak ister belki. Ama sonra dehlizine çeker, yutar, boğar ona yaklaşanları. Karasu'nun su imgesidir bu. Yeşilliklerini, iribaş karasını, tavus aynasını, deniz anasını, erik kütürü yeşillerini, hülasa denizin o güleç tarafını tansıyamadan kanlı, can yakıcı bir şeye dönüşüveren kirpivari bir imge.
- Kaynakça:
- Nurdan Gürbilek, Kör Ayna, Kayıp Şark, Metis Yayınları, 2004.
- Bilge Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi, Metis Yayınları, 1991.
- 1 Nurdan Gürbilek, Kör Ayna, Kayıp Şark, Metis Yay., s. 109.
- 2 Bilge Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi, Metis Yay., s. 126.
- 3 Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi, s. 69.