Kan ve kahkaha
Herkesin ve her şeyin üzerine kan sıçramıştı. Aslında Hautey’in gözleri, kırmızıya boyanmış denizlere akan cesetten tepelere bile alışmıştı. Ama şunu bir türlü anlamıyordu, neden süngülerini kalplerimize saplarlarken kahkaha atıyordu bu insanlar?
Şef Hautey, ağızlarından köpükler saça saça, yeri göğü inleterek koşan ve çıldırmış sırtlanlar gibi insan boğazlayan ‘’yabancıları’’ ilk gördüğünde, bunun üzerlerine çökmüş bir lanet olabileceğini düşünmüştü. Aklına başka bir açıklama gelmiyordu. Çünkü İspanyol isimli bu insan türüne daha önce hiç rastlamamışlardı buralarda. Öç almak için gelmiş olmalıydılar. Gemileri ve barutlarıyla gelip ayak bastıkları topraklara, korkunç bir vahşet, zorbalık, kin ve hınçla saldırmaya başladıklarında bütün yerliler aynı şeyi düşündüler; evet öç alıyorlar, bizden öç alıyorlar. Onları doyurmak mümkün değildi. Hautey, bu dehşet verici kötülük karşısında yapabileceği bir şeyi olmadığını anladığında adamlarıyla birlikte Haiti’den Küba’ya geçmeye karar verdi.
Herkesin ve her şeyin üzerine kan sıçramıştı. Aslında Hautey’in gözleri, kırmızıya boyanmış denizlere akan cesetten tepelere bile alışmıştı. Ama şunu bir türlü anlamıyordu, neden süngülerini kalplerimize saplarlarken kahkaha atıyordu bu insanlar? İspanyollar, adına Yeni Dünya dedikleri toprakları çok uzun yıllar boyunca kan ve kahkahayla yıkadılar. Evet altına ve kana tapıyorlardı. Hautey, katillerinden kaçmak için gittiği Küba’da yakalandı. Çiçek mikrobu ve acı barutla diz çöktürdükleri yerlilere büyük bir hınçla saldırmaya devam eden İspanyollar, altın buldukça daha çoğunu, yerlileri öldürdükçe daha fazlasını istemeye devam ettiler.
Hautey’e göre, İspanyolların bir tanrısı vardı ve o tanrıya inanmayı reddettikçe katledilmeleri son bulmayacaktı. Sarı tanrı, yani altın. Yerliler altına inanmıyordu. Şef Hautey sarı tanrıya inanmayan adamlarıyla birlikte yakalandı, suçu açıklandı ve diri diri yakılmak üzere kazıklara bağlandı. Bir rahip son bir şansı olduğunu, Hristiyan olmayı kabul ederse diğer İspanyollar gibi cennete gidebileceğini söyledi. ‘’Sizleri yeniden göreceğim bir cennete gitmek istemem, tanrınıza inanmıyorum’’ diye bağırdı Hautey, alevler bedenini sarmıştı.
İspanyolların tanrısına asla inanmıyorum! "Yağmuru Bile’" filmini her izlediğimde, yerlilerin gözyaşlarını siliyorum. Tarih burada mühürlenecekti belki de, zehirli bir mühürle bellekler kıyıma uğratılacaktı zamanla. Egzotik masallar kalacaktı Yeni Dünya’dan geriye. Şef Hatuey’in yaban tabiatı bir de. Ama yerli halka Hristiyanlık dinini tebliğ etmek için Yeni Dünya’ya gönderilmiş bir papazın merhametli elleri vardı ortada. Papaz Bartolome de Las Casas, cesaretli kalemiyle bir tarihin şahidiydi. Kan ve kahkahayla yazılmış bir tarihin. Yerlileri inciten o kanlı kahkaha! Şef Hautey’in çığlıklarını duyuyor musunuz?
Ölümle Paslanmış Ses ve O Kırgın Aksimiz; Nergis’in Yankısı Üzerine
"Nergis’in ölüsü bulunamadı,
Düştüğü suda şimdi safran rengi,
Beyaz bir çiçektir artık adı..."
Melih Cevdet Anday
Ölümle paslanmış buldum sesimi. Su perisi Ekho; gül bahçesinin ortasına konmuş kar beyaz kanatlara sahip bir bülbül belki, dudaklarından kurak çöllere doğru buzlu ırmaklar dökülen o sonsuz mucize. Ya da göğün yedi rengini birden ayniyle teninde taşıyan bir dağ melikesi. Ormanların kuytusunda saklanan yalnız bir çiçek; Ekho. Su gibi berrak, güneş gibi parlak, yağmur gibi serin, toprak kadar bereketli. Ona bir kez bakan yeryüzünün bütün dertlerini omuzlamaya razı olur hemen. Onu bir kez görenin kalbi ürkek bir kuş gibi çarpmaya başlar. Gerdanından güvercinler havalanır sanki, omuzlarında serçeler şakır, boynundan rayihalar saçılır, yüzünü ay kırıkları aydınlatır. Ekho her göreni sarhoş eden varlığıyla kendi kuytusunda yaşayıp gider yıllarca. Bu böyledir. Dili mühürlemiştir. Tek başınadır. Gönlüne kimse düşmez. Güzelliği dillere destan olur, yollara ferman olur, dertlere derman olur. Günler gecelere kavuşur ve sonra uzaklardan bir avcı çıkıp gelir bu kuytu ormana. Hikaye böylece başlar.
Ormana gelen genç avcının adı Narkissos’tur. Ekho, avcıyı görür görmez tüm varlığıyla vurulur ona. Teslim bayrağını çaresizce çeker. Avcı bakışlarıyla Ekho’nun kalbini avuçlarına almıştır, tüm kuvvetiyle sıkar kalbini. Göğün mavisi griye bulanırken, kara ormana derin bir sessizlik çöker. Bir ceylan tedirginliğiyle yaklaşır avcıya Ekho. Bedenini büyük bir ıstırap kaplamıştır sanki, alev alev taşarak yürür pınarının üstüne. O yürüdükçe Narkissos uzaklaşır. O yürüdükçe Narkissos gözlerini kaçırır. O yürüdükçe pınar kurur. Alevler Ekho’nun ruhunu sarar. Avcı ceylanı avlamıştır artık. Avını orada bırakarak aceleyle koşar adımlarla uzaklaşır ormandan.
Peri Ekho, kalbini nişanlayan avcıyı bir daha göremez. İçinde büyüyen çaresizlik çığlığı günden güne eritir onu. Kalbine bastırdığı acı, ruhunu çürütür. Peri kızı değil, orman divanesidir bundan gayrı. Şarkısı da böyle söylenir. Aşkın zehirli pençesinde can vermeye hazırdır. Vücuduna saplanan okları tek tek çıkarır. Önce sesini kaybeder, orman sağırlaşır. Sonra yavaş yavaş kalbini, gün ağarır. Bedeninden geriye hiçbir şey kalmaz. Kemikleri ağaçlara, kayalara ve ırmaklara karışır. İçine doğru bastırdığı çığlıkları, dağlarda yankı olur. Bir ses saplanır kara ormanın kalbine, Ekho’nun ölümle paslanmış sesidir bu, hiç durmadan yankılanır.
Kendi avcumda seyretmek kırgın aksimi. Narkissos ise ormanlarda avcılığa devam eder, Ekho’ya olanlardan habersizdir. Ama yankılar peşini bırakmaz. Bir av dönüşünde oldukça yorgun, çaresiz ve susamış şekilde bir nehir kenarına gelir. Tam eğilip susuzluğunu gidermek üzereyken, sudaki aksini görür. Hayatı boyunca kimseye dönüp bakmayan avcının, suya yansıyan bu güzellik karşısındaki hali büyük bir çaresizliği resmeder, vurulmuştur kendisine. Dizlerinin bağı suhuletle çözülür. Uzun uzun seyreder suya yansıyan siluetini. Hayranlıkla bakar bu eşsiz güzelliğe. Aşk, Narkissos’un cezasıdır aslında, kimseye layık görmediği gözleri, nihayet kendi menziline saplanmıştır. Kulağına bir yankı fısıldanır. Bu hastalıklı aşk, günden güne daha da şiddetlenir. Yansımayı izlemekten kendini alamaz Narkissos. Yavaş yavaş çürümeye başlar.
Kara sevda ruhunu kemirirken, ölmeden önce bir kez olsun dokunmak ister derin siluetine. Elini uzatır, ama sarılmak istediği ölümüdür, vazgeçmez, suretine doğru yuvarlanır. Kendi aksinde boğulur ve sarıldığı ölümüyle günlerce suda kalır. Çürümüş bedeni nergis çiçeklerine dönüşür. Narkissos doğduğunda annesi onu ömür yazgısını öğrenmek için meşhur kör kâhine götürdüğünde, kehanet odur ki; “kendini bilmediği sürece uzun bir ömrü olacak” demiştir kâhin. Kendini en yanlış haliyle bilmiş ve ölümünü çağırmıştır Narkissos. Yazgısı da kendine âşık olup, kendisinden karşılık bulamamaktır işte. Ekho’nun yankısı, Nergis çiçekleri ve bir ceza olarak; aşk. Her insanın bir sırrı var. Hayat bu sırrın etrafında dönecektir. Dağlarda eko yaparak yankılanan sesiyle Ekho; kendi kafesinde dilsiz bir bülbülün, narsisizm narkozuyla Narkissos ise; denizin ortasında susuz kalmış bir balığın sırrını taşımıştır belki de, kim bilir?
Felsefenin Tesellisi
Nietzsche’nin, “Yaşamdan en fazla hasadı elde etmenin sırrı, insana en fazla keyif veren şey- tehlikeyle burun buruna yaşamaktır. Kentlerinizi Vezüv’ün eteklerine kurun” öğüdünü dinlerken, onun Sorrento’da yaşarken konakladığı Villa Rubinacci’deki odasından büyük bir hazla seyrettiği Vezüv Yanardağı’nı ve o manzaranın dehşetli güzelliğini düşünüyorum. Yakındaki düşman / uzaktaki dost gibi duran Vezüv. Akan lavların kanına karıştığını hissederek bakıyordu belki de manzarasına Nietzsche. Herkesin Vezüv’ü başka. Tutkuyla yaşamanın sırrına kışkırtıcı bir atıf Vezüv imgesi. Yanmaya hazır olmayı anlıyorum ben bu sözlerden. Tanıdığım tüm gerçek kahramanların hayatlarının hep Vezüv’ün eteklerinde, hayır eteklerinde değil, bizzat Vezüv’ün ağzında geçtiğini hatırladıkça, Nietzsche’nin Sorrento’daki yanardağ manzaralı odasına gömülüyorum. Yanmaya hazır mısın? O zaman kendi Vezüv’ünü bul. Felsefeden teselli yok insana.