Kalplerdeki Eski Zaman Soluğu

Annemi Bir Uğultuya Yasladılar
Annemi Bir Uğultuya Yasladılar

"Görünmeyen bir şeyin tek arzusu göze görünmektir. O yüzden doğada kayıp olan örneğin alev, bir şekilde kendini göstermek ister. Gündüz saklı yıldızlar gecenin sökün etmesiyle tüm çıplaklıklarıyla göze görünürler." İyi metinler içinde yetiştiği kültürün binlerce kaynağından çıkıp gelen bir bütündür.

İki Günü Eşit Olan Ziyandadır

Yaratıcılığı üstlenmiş bir kişinin herhangi bir şekilde ulaşacağı yer yine kendisidir. Dönüşüm sürekli kendisine doğru olur. Bir öznenin bütün uğraşları, bütün dönüşümleri kendi yalnızlığına sığmak içindir. Yavaşça açılan tahta kapıdan eve giren şahıs bir müddet sonra aynı kapıdan çıksa da artık oraya giren kişi değildir. Çünkü ev içinde varsa birileri onlardan nasiplenmiş; onlardan bir şeyler duymuş, onlara bir şeyler söylemiştir; birileri yoksa bile eşyaya temas etmiş, evin kokusu üzerine sinmiş, evin atmosferinde soluk alıp vermiş, mekânla hemhâl olmuştur. Bana göre yazma esnasında, kâğıdın ya da bilgisayar ekranının üzerine çiziktirilen yazıyla aynı anda özne de yazı tarafından gerçekleştirilecek ve onun tesiri altına girecektir. Yazı ve özne farklı bir atmosferin içinde değildir. Bu atmosfere daha sonra okur da eklenir. Bir metinde yazarın değil dilin konuştuğunu kabul edersek ne demek istediğim anlaşılabilir. Hadis-i şerifte de dendiği gibi "iki günü eşit olan ziyandadır."

Ahmet Sarı
Ahmet Sarı

Bu hadise biz kurmaca metinler ve onu kuran özne tarafından bakarsak özne, kurmaca metnin başlangıç zamanındaki haliyle kalmamalı; metin ilerledikçe öznede bir dönüşüm ya da dönüşüm arzusu görülmeli. Dönüşüm insanın kendi varlığını aşma tutkusu olsa da insan yine kendisine varıyor işte. Ahmet Sarı'nın Annemi Bir Uğultuya Yasladılar kitabındaki öykülere baktığımızda kendini aşma tutkusunu hemen ilk öyküde yakalıyoruz. "Kalbin Tenhasından Allah'ın Tenhasına" adlı öyküde Hafız Nihat içinden bir türlü atamadığı kadın tutkusundan kurtulmak istiyor. Bunu da halvetgahta kırk gün kalıp dünyevi hazlardan kendisini çekerek yapacağını düşünüyor. Dışardan bakıldığında küçük yaşta Kuran öğrenmiş çok düzgün bir insan olan Hafız, içinde bulunduğu durumu kendisine yakıştıramıyor. Güzel kadın gördüğünde ona bakmaktan bir türlü alıkoyamıyor kendini.

  • Dünyevi olandan korunmak, onun altında ezilmemek için insana bir oda ya da bir mağara şart sanırım. Eyüp Peygamber Allah'ın ona verdiği dert karşısında şöyle der ve mağarasına çekilir; "Bu dert bana dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin." Hafız Nihat da içindeki kadın arzusundan yine Allah'a sığınarak kurtulmak ister. Eyüp peygamber bir mağara seçer, Hafız ise bir halvetgah... Eyüp peygamberle arasındaki fark zamandır; belki de bu yüzden iyileşemez zira öyküde Hafız'ın yaşadığı zamana dair söylenen sözler bu dönemin ne zor bir zaman olduğunu vurgular. Halvete girmek iyileşmekten, dönüşmekten ziyade bir kaçış olur; yedi uyurlar gibi o da kendini kapatıp Allah'a yalvarır. Kaçış temasını başka öykülerinde de görmek mümkün Sarı'nın. "Ziyaret" öyküsünde kocası feci bir trafik kazasında ölen Zeynep, "Munzur Dağı Silelenmiş Garinen" öyküsünde içinde bir dua oyuğu ile Manisa'ya sığınan Ahmet... "Bir Gün Belki Bir Günden Daha Az" öyküsünde abdest alırken kafasını Dicle nehrine sokan anlatıcı "yedi uyurlar için mağara, benim için bir akarsu, bir nehir.

Dünya sırlarla doludur." derken hem kaçma isteğini hem de sığınağını açıkça söyler. Kaçış ya da daha iyi bir dünyada daha iyi bir varlık olarak yaşama isteği yabancılaşmış modern bireyin en büyük isteğidir. Modern hayatın zorluklarından kaçan bir başka birey de sigortacı Samsa'dır. "Kalp kötü şeylerle nasıl lekelenirse, ruh da dünyaya daldıkça, dünyayı arzuladıkça, dünyaya bulandıkça onda dünyaya dair lekelenmeler olduğu düşüncesindeydi." Bu düşünce her ne kadar Hafız Nihat'a ait olsa da bunu Samsa'ya da uyarlamak mümkün. Kanaatimce Samsa, Yedi Uyurlar, Eyüp Peygamber ve Ahmet Sarı karakterleri arasında bir akrabalık var.

Zamanının Yabancısı

Geçmişin insanına dair duyduğu özlem birçok Ahmet Sarı karakterinin dilindedir. Esasında bunları da yukarıda belirttiğim, kaçış, dönüşüm temasının içine sokabiliriz. Çünkü bu öykülerde de kişi yaşadığı çağın içinde kendisini hapsolmuş bulur. Oysa geçmiş öyle midir; insanlar daha saf, dünya daha küçük, sınırlar belirgindir. Yaşanılan alan daha küçük ve yavaştır. Ahmet Sarı'nın karakterleri bu yavaşlığı da her zaman özler. "Sürmene" öyküsünde bıçakçı şöyle der anlatıcıya: "yavaşla... Bana vakit ver. İyi bir bıçak için acele etme." "Musa'nın Göğe Uzun Uzun Bakmasıdır" öyküsünde muvakkit Musa şöyle der; "İnsanımıza biraz yavaşlık lazım. Koşturmacadan başkasını değil, kendini bile göremiyor." Modern yaşam insanı bir karmaşanın içine atar ve bu karmaşadan insan ancak yavaşlayarak kurtulabilir. Alain Touraine'nin bu dönem için tespitleri oldukça yerinde ve Muvakkit Musa'nın iç dünyasıyla paralellik göstermektedir. Öyle ki bunları Musa'ya söyletsek ağzında eğreti durmaz.

  • "Eskiden sessizlik içinde yaşıyorduk, şimdi gürültü içinde yaşıyoruz; eskiden yapayalnızdık, şimdi kalabalığın içinde yitmiş bir durumdayız; pek az mesaj alıyorduk, şimdi mesaj bombardımanına tutuluyoruz. Modernlik bizi içinde yaşadığımız yerel kültürün dar sınırlarından çekti aldı ve bir yandan bireysel özgürlük dünyasının, öte yandan da kitle toplumu ve kültürünün içine attı. Uzun zaman eski düzenlere ve bu düzenlerin mirasına karşı savaştık, ama XX. Yüzyılda en dramatik özgürleşme çağrıları yeni rejimlere, bir sürü otoriter düzenin yaratmaya çalıştığı yeni toplum ve yeni insanlara sesleniyor; devrimler de bir takım başka devrimler ve o devrimlerin doğurduğu rejimleri hedef alıyor. Modernliğin ana gücü, yani kapalı ve bölümler halindeki bir dünyanın açılma gücü, mübadeleler çoğaldıkça ve insanların, sermayenin, tüketim mallarının, toplumsal denetim araçları ve silahların yoğunluğu arttıkça tükeniyor."

Ahmet Sarı öykülerini Touraine'nin bu tespitleriyle yan yana koyarken Sarı'nın öykülerde bize sunduğu reçeteyi de bir kenara not etmekte fayda var. Aslında yalnızca Sarı'nın öykülerini değil modern çağın içinde üretilen bütün eserleri bu bakışla ele alabiliriz çünkü bu çağın karakterleri genel olarak kendisine yabancı, ne olduğunu anlayamadan, hayhuy içinde yaşayan insanlardır. Bundan rahatsız olan karakterler yavaşlamak ister. Bir metin çağının uzağında karakterler yaratamaz. O çağa doğmuş metinler o çağın sancısını bünyelerinde okura hissettirir. Edebiyat alanında kendisine antik dönemden itibaren yer bulan yabancılaşma başat figürlerini modern dönemde ortaya koyar. Bu sefer yabancılaşmış olan ne Truva savaşı sonrası İthaka'sını kaybetmiş yeni ve kendine ait olmayan bir dünyada oradan oraya sürüklenen Odysseus ne de cehennemde bir Dante'dir. Bu noktada yabancı kendini dünyanın, kendi edimlerinin yaratıcısı olarak görmemektedir tersine edimleri onun efendisi haline dönüşmüştür; onlara boyun eğer, hatta tapınır.

"Dünyalık ne varsa bırakın kalsın burda." İşte Sarı'nın reçetesindeki ilk cümle budur. "Yakarış İki: Hacer"de geçer bu cümle ve ayrıca öykülerinin özü bu cümledir. Ahmet Sarı, hız çağının esiri bizlere bir şey sunuyor. İnsan içindeki dünya nimetleri arzusunu bir kenara bırakmalı; farkında olmadan içine doğduğumuz ve bizi avlayan bu çağda huzuru ancak böyle bulabiliriz. Hacca gitmek dahi bir hırsa dönüşürse ondan bile vazgeçilmeli; "Annem ve Babam Hacc'a Gitmeyi Çok İstiyor" öyküsünde anne ve babanın hac paralarını ihtiyaç sahiplerine dağıtması ve kısmetse yine olur yaklaşımı bunun iyi bir bir örneği. "İnsan içinde nefsini taşıdığı müddetçe, keskin bıçağını, en ivedi zamanda doğrayacağı birini aramakta." Bu cümle Sarı'nın bize teklifinin bir başka örneği. Nefsini sil at; işte o zaman huzur senindir. Bunun tersi bir durumu ise "Av" öyküsünde ortaya koyuyor.

Bir ailenin erkekleri sürekli ava giderler ve av başarısı aile içinde bir hiyerarşi oluşturur, abisi av konusunda kendinden daha yetenekli olan anlatıcı, öykünün sonuna doğru abisini kıskançlıktan vurmayı düşünür. Kıskançlık, abiyi yok etme arzusunu doğurur. (Bknz. Zeki Demirkubuz - Kıskanmak, Kafka – Dönüşüm, Habil – Kabil kıssası.) İnsanın kötü olduğunu sık sık okuyoruz onun öykülerinde "Yakarış: Yedi Hatice"de şöyle bitiriyor; "İnsan Hatice, aslında kötüdür ve kendi kendine çelme takan." İnsan nefsine galip gelmedikçe kötüdür.

Kalplerdeki Eski Zaman Soluğu

"Kapı Önü Aralığı" öyküsünde Ahmet Sarı poetikasının cümlelere dökülmüş halini bulabiliriz: "Ben yine de belki kalbinde o eski zamanların soluğundan kalmış olanlara başımdan geçmiş bir olay anlatacağım." Bu konuda ısrarcı olduğunu "ben yine de" kısmından anlıyoruz. O eski zaman insanlarının naifliğinin anlatıcısıdır. Öykülerinde bu çağın insanının korkularla, geçmiş zaman insanını ise saflığıyla öne çıkarıyor. Bu dönemin anlatıldığı öykülerde korku, belirsizlik, nevroza girmiş zihinler, bulanıklık, bulantı hissi var. Eskinin eli değmiş kelimeleri her zaman daha çok huzur vaat ediyor. Belki ilginç bir şey olacak bu yazdığım ama Ahmet Sarı'nın öykülerini okurken rahmetli annemin uyumadan evvel bana içirdiği bir bardak sütün ılık özlemini duymadım dersem yalan olur.

Sonsöz niyetine belki yazarın niye yazıyorsunuz sorusuna yanıt olabilecek birkaç cümlesini aktarmak istiyorum: "Görünmeyen bir şeyin tek arzusu göze görünmektir. O yüzden doğada kayıp olan örneğin alev, bir şekilde kendini göstermek ister. Gündüz saklı yıldızlar gecenin sökün etmesiyle tüm çıplaklıklarıyla göze görünürler." İyi metinler içinde yetiştiği kültürün binlerce kaynağından çıkıp gelen bir bütündür. Bu yüzden okumak sonsuza giden bir kapıdır. Ahmet Sarı da öykülerinde sizi dar avlulardan alarak geniş bahçelere çıkmaya çağırıyor.