Kafesteki Başrolü Reddetmenin İnsan’a Ettiği Fenalıklar
Ömer kaderinden sığınma talep eder bir halde yaşardı. Sıska, uzun boylu, suskun ve müslümcü bir favela-getto çocuğuna göre oldukça birikimli sayılabilecek biriydi. Elinde her zaman bir kitap taşırdı. Kırmızı atkı takar, yüksek sesle Nazım okur ve Osman Konuk isminde bir şairden bahsederdi, bu keşif bizim için bile çok erkendi ve tehlikeliydi belki.
“Telaş evrenseldir, çünkü herkes kendinden kaçma halinde” Nietzsche
Ömer liseden arkadaşımdı, lakabı Anarşist Ömer’di, güngörmüş bir delikanlının olanca sahiciliğiyle gülümserdi her sabah bana, yüzü taştan, kalbi camdan yapılmış bir adamdı sanki, hiç taş atmadım Ömer’in kalbine, çatlar diye korkuyordum, çatlar ve içinde biriken bütün dertler ömrümüzün duvarlarına sızar diye korkuyordum. Çalımlı bir yürüyüşü vardı, meslek liselerinin çok sigara içen yağız delikanlılarından biriydi. İyi arkadaştık, birbirimizi hemen anlardık. Tek sigara satan bakkal dükkanları hakkında aramızda bilgi paylaşımı yapar ve sürekli hayal kurardık. Hayallerimiz en fazla ortaklaşa bir çay ocağı açmaktan öteye gidemese de, mutluyduk galiba, mutlulukla ilgili kısımları daha flu, daha dumanlı ve sıklıkla gri tonda hatırlıyorum, öznenin kim olduğunu hiç bilemeyenlerin türküsünü mırıldanır gibi.
Ömer liseden arkadaşımdı, sıkı çocuktu, gözleri çakmak çakmak değildi ama ıssız bir uçurum edasıyla derin derin bakardı, çatısı akan bir evde doğmuş olmanın ne kadar yağmuru varsa işte bu derin gözlerinde saklıydı, liseden arkadaşımdı. Islak mazeretlerle başladığı hayatında hep bir saçakaltı aradığını hissetmem için yeterli gerekçelerim vardı, bilirsiniz; yaralanmaya fena halde müsait ve hep yağmur sızdıran saçakaltı bir ömür işte. Bir keresinde Ömer’in evine misafirliğe gitmiştim, o ılık akşamı hiç unutamam, entelektüel bir gecekonduya ilk kez misafir oluyordum. Pikap ve kitaplığın, sıvası dökülmüş bir salonun başköşesinde durduğunu görmek de varmış kaderde. Hayatın içinde devam eden bir gerçeklik değil, modern sanat sunumu gibiydi gördüğüm manzara, galeri-gecekondu. Rüya-palas.
Ömer kaderinden sığınma talep eder bir halde yaşardı. Anladığım kadarıyla, doğmuş ve ardından olaylar rastlantısal bir hızla gelişmişti. Rindmeşrep bir tavrı vardı. Sıska, uzun boylu, suskun ve müslümcü bir favela-getto çocuğuna göre oldukça birikimli sayılabilecek biriydi. Elinde her zaman bir kitap taşırdı. Kırmızı atkı takar, yüksek sesle Nazım okur ve Osman Konuk isminde bir şairden bahsederdi, bu keşif bizim için bile çok erkendi ve tehlikeliydi belki. Aklına takılan bir kelime hakkında haftalarca kafasını patlatırcasına düşündüğüne şahit olmuşluğum da vardı. Her sabah yeni bir etimolojik anlam’ın peşinde dolaşıyordu, zehir gibiydi, garip bir buzkıran zihne sahipti. Dalgınlığı bile güzeldi, geleneğe özgü bir duraksayışın asaletiyle yanımızdayken bile uzaklarda gezinirdi. Özne-yüklem uyuşmazlığını -doğal olarak- hiç anlamazdı.
Ömer liseden arkadaşımdı, öteliydi, dünyayı incelikli bir hayretle izlerdi, kainata şahit yazılmaya gelmiş gibiydi, kırmızı bir atkı dolardı hep boynuna, kravatın tarihçesine hâkimdi ama varlığından da aynı oranda hoşnutsuzdu, ona göre bu tarihsel bir meseleydi ve “mesele” kendi sosyolojik folkloru içinde kalmalıydı, boyun bağı savaşta, çiçek dalında güzeldi. Lakabının sebebini dik başlılığına yoruyordum, arkadaşlığımız; dertte, tasada ve kıvançta birlik esasına uygun ilerliyordu. Yarım ekmek köfte yerken bile dikkate değer şeyler anlatıyordu bize. Müslüm Gürses’in “Benim Meselem” şarkısındaki tasavvufi çağrışımları da ondan öğrenmiştim, Pink Floyd’un “Wish You Were Here” şarkısının ilk kadroda yer alan, grubun isim babası Syd Barrett’a ithafen yazıldığını da. Bu enfes şarkıdaki “And did you exchange a walk on part in the war for a lead role in a cage / ve kafesteki başrol için savaştaki sıradan rolü değiştin mi?” dizesini sıklıkla hatırlatırdı bana, ruhu kafeste başrol oynamaya hiç uygun değildi. Kafka’nın tüm insanlığı kapsayacak şekilde yaptığı kafesin birinin bir kuş aramaya çıktığı şeklindeki afili uyarısına karşı da oldukça temkinliydi. Dokunaklı şarkı ve yaşamak arasında gidip gelirdi. Bizim’çün böylesi de güzeldi.
Ömer’le birlikte, liseli yalnızlar ordusunun rütbesiz mensupları olarak, uzayan sohbet akşamlarında; kredili sistemin kaldırılması, Heidi’nin çıplak ayakları, irmik helvasının garip tadı, Helenizmin kökenleri, Cengiz Kurtoğlu’nun sevilme gerekçeleri, coğrafyacının kuşların göç yolları hakkındaki ilginç fikirleri, Türkan Şoray’ın iri siyah gözleri ve Hegel’in köle-efendi diyalektiğinin yapısal sorunları hakkında konuştuğumuz da oluyordu, yalnızca çayımızı demleyip balkonda etrafı seyrettiğimiz de. Tabi bu esnada, eş zamanlı olarak hayatın olanca hızıyla akmaya devam etmesine de engel olamıyorduk. Amerika Bağdat’ı bombalıyordu, petrole boyanmış zavallı bir karabatağın fotoğrafı servis ediliyordu ajanslardan. Duygusal ritmi kontrol altına almaya çalışan ve savaşla ilgisi olmayan Alaskalı bir kuş fotoğrafının dünyaya söylediklerini ilginç buluyorduk. Saddam zalimdi ve denize kasıtlı olarak akıttığı petrolüyle karabataklara “bile” eziyet ediyordu.
Algılar kırılırken petrol karasına bulanmış bir kuşa bakmamızın istendiği konusunda hemfikirdik Ömer’le. Kafamızı o yörüngeden çevirmiştik hemen. Koskocaman bir yenilgiye hazırdık, kapitalizm bizi fena halde hırpalıyordu, liberalizme hazırlıksız yakalanmıştık, 90’ların heyulası üzerimize çökmüştü, oy sandıklarındaki mühürlerin ham maddesi her zaman tartışmaya açıktı. İçimizdekileri, kamusal alanın gri soğuk suratına yani sokak duvarlarına dökme istidadı vardı bizde, öyle de yapıyorduk, kırmızı sprey boya kutularına para yetişmiyordu, bir harf hep eksik kalıyordu duvarlarda, TDK ile uyuşmazlık içerisindeydik, fena hırpalanıyorduk. Bir şeyi fark etmiştik; hırpalanmaya alışıyorduk galiba. Kırmızı sprey boya ile sokak duvarlarına “Nereden Sevdim O Zalimi” yazmak da hiçbişey’e yetmiyordu zaten.
Ömer devlete çok kırgındı, kızgınlığı zaten ebediydi. Öfkesini günbegün kırmızı kaşkoluna doluyordu. Meslek Liseleri’nin muhtasar tarihi yazılacaksa, özgüvenin örselenmesi ve tek tabanca olmanın ebedi kırgınlığı maddeleri mutlaka üst sıralarda yer almalıydı. Yök’ten nefretimizin 20 sebebi ve İmam Hatip’lerin başına inen balyozun sapıyla delik-deşik edilmiş sırtımızın katsayı haritası da öyle. Dünya dalında güzel.
Hasbelkader kalbi küçücük bir umuda değmiş her genç gibi, Ömer de, dünya değiştirilebilir fikri ve iddiasındaydı. İtiraf etmeye çekinse de küçük burjuva zaafları vardı, aşk gibi mesela, evet aşk gibi. Gibi’nin fazla olduğu çok kusurlu bir cümlenin, öğelerine ayrılmaya direnen kadim bir cümlenin tam orta yerinde bekleyebilmek; aşk gibi. Bir kızı sevince dünyayı o bir çift gözden ibaret sanan herkes kadar kederliydik. Müslüm Gürses her gece içimizde daha bi büyüyordu. Ateş yutkunuyorduk, kalbimiz tekliyordu, pek aldırmıyorduk bunlara.
Ömer geceleri hiç konuşmazdı, ben de üstelemezdim. Günlerimiz böyle geçip gidiyordu, herkes kadar hayatla bir bağ kurmaya çalışmanın derdindeydik. Sokrates’in, bedenini mahkum eden mahkemenin ona ceza diye sunduğu baldıran zehrini bir dikişte afiyetle içmesini çok sinematografik buluyor, Yavuz’un sır “ölümüne” perde çeken, şir-pençe’sine yazdığı şiirinin görkemi karşısında ceketimizi ilikliyorduk. Gizli gizli klasik müzik de dinliyorduk, Ayışığı Sonatı’nın içindeki derin kederi duyuyorduk. Bu gezegende yaşanmaz, özetle anladığımız buydu hayattan.
Anarşist Ömer, güngörmüş delikanlılığıyla, lise biter bitmez hepimizin döküldüğü o berbat sınavı kazanmış, bir kumaş fabrikasında çalışmak ve aynı zamanda üniversite eğitimine devam etmek üzere başka bir şehre, İstanbul’a taşınmıştı. Katsayıya okkalı bir tokat attığı için gururluyduk. Lakabının hakkı’nı fazlasıyla verdiğini duydum çok sonraları, hayat ve devletle ilgili meselelerini iyice derinleştirmişti, nedensizce koptuk birbirimizden. Bugün bile, önce seyrekleşen, sonra da tamamen kesilen o güçlü telefon konuşmalarımızın tam olarak nasıl bittiğini hâlâ anlamış değilim.
Mektuplaşmalarımız da iki kereyle sınırlı kalmıştı. Pantolonlu Bulut derdim ben Ömer’e, ona taktığım bu lakaptan hiç haberi olmamıştı. Bizim hikayemiz, tuz-buz olan bir dostluk aynasının parçaları gibi ciğerimize yapışan cam kırıklarının eksik özetiydi aslında, duyduğum derin özlem nostaljik bir acıya dönüşerek öylece kalakalmıştı kalbimin içinde. Kendi hayatımın boşluğuna geri dönmüştüm. Bir daha haber alamadım zaten Ömer’den.
15 yıllık uzun bir sessizlikten sonra, bir gün çok garip bişey oldu, işten yorgun-argın geldiğim bir akşamüstü, telefonumu arayan bilinmeyen bir numaradan kulaklarıma “Merhaba, ben Ömer,” şeklinde çok tanıdık bir ses düştü. Hangi Ömer dememe kalmadan, tebessümlü bir tonda Anarşist Ömer, hatırlamadın mı? (Hatırlamaz mıyım hiç Ömerim, kardeşim, pantolonlu bulutum.)
Bir süre sessiz kaldım ahizede, sesler kulaklarımda bir boşluğa dönüşmüştü, neden ve tam olarak ne zaman koptuğumuzu anımsamaya çalıştım. Telefonda susarak iletişim kurmak çok zor. Karşılıklı hal hatır sorduk birbirimize, iyi misin? İyiyim. Sen nasılsın? Hemen buluşalım. Bu gezegen bize göre değil.
Evine davet etti, adresi aldım, bir gecekonduyu değil basbayağı bir apartman dairesini tarif etmişti, ertesi gün yola düştüm, karmakarışık duygular içindeydim, zihnim allak-bullak olmuştu. Kalbim nostaljik bir acıyla sızlıyordu, kaskatı kesilmiştim, üşüyordum. Nihayet evi bulup, zili çaldım, kapıyı o sıcak tebessümüyle Ömer açtı, gönlümün kapıları da aynı anda açılmış oldu bu sayede, yorgun görünüyordu ama neredeyse hiç değişmemişti, gözlerindeki yağmur bile aynıydı. Dev dalgalar gibi sarıldık, sonra kıyıya vurduk ve koltuğa oturduk, bir ayağı hafif aksıyordu, nedenini sormadım. Kırmızı atkısı kapının arkasında asılıydı, hemen gözüme çarptı. İçimize bir sessizlik oturmuştu. Koltuğun yanındaki küçük sehpanın üzerinde duran kpss hazırlık kitabını eliyle yavaşça aşağıya doğru ittiğini gördüm. Gözümü duvara diktim öylece. Galiba fonda Pink Floyd çalıyordu.
- Bu hikaye size de tanıdık geldi mi? Bize geldi, utandık. (AE)