Kadir Daniş: Dilin büyüsüne inanıyorum
Kendi olmak ne kadar bilinçliyse, bu da o kadar bilinçlidir bana göre. Benim konuşmam bile sade değildir; tekrara, lafı uzatmaya dayalıdır. Gevezeyim hasılı, hele hislendiğimde! O yüzden evet, klişe tabirle dilin büyüsüne inanıyorum. Şu an bana öyle geliyor ki kurguyu ve tekniği olabildiğince yalın tutup dil işçiliğini had safhaya çıkarırsam kendimi daha güzel ifade ederim.
Muhayyel’in ilk sayılarından biriydi sanırım. “Akrep Ölümleri “diye bir öykü okumuş ve itiraf etmek gerekirse kıskanmıştım. Sonra fark ettim ki romanların, çevirilerin de var. Kendini hangisiyle tanımlarsın peki; öykücü mü, çevirmen mi, romancı mı?
Çeviriye ekmek kapım olması dışında biraz el alıştırması olarak bakıyorum. Hangi büyük yazardı, kendinden önceki bir başka büyük yazarın kitaplarını kelimesi kelimesine tekrar yazarmış temrin olarak. Biraz öyle. Biraz da grafomanimin tatmini söz konusu. Öykü pirinç üstüne nakış yapmak gibi büyük cesaret gerektiren bir iş ve ben açıkçası Cortazar’ın tabiriyle okuru kısa bir öyküyle nakavt etmeye çalışmaktansa uzun bir roman yazıp öyle nakavt etmeye çalışmayı tercih ederim! Çünkü bahis uzunsa en azından gönlümce “şen anlatıcılık” yapabilirim. Bir de sanırım benim öyküm, romanıma hazırlık. Çünkü “Serçelerin Ölümü”ndeki Koray’ı önce bir iki sayfalık bir öyküde yaratmıştım. Yine “Akrep Ölümleri”ndeki bitik karakter, şu an yazdığım romana sızdı.
“Serçelerin Ölümü” Pendik Edebiyat Festivali ödülünü aldı. Tebrik ederim. Haklı bir ödül oldu bence. Peki ödüllü bir romancı/yazar olmakla ödülsüz bir romancı/yazar olmanın arasında fark var mı? Ya da direkt sorayım: ödül seni bozdu mu?
Farkın, kişinin kendi içinde olması gerektiğini düşünüyorum. Taltif edilince motive olup daha iyi, daha kaliteli yazıyorsak ne âlâ! Bozuldum mu, kendimi yargılayamam ama Hüseyin Ahmet Çelik “Yürüyüşün değişti.” diyor!
Romanda bir şeyleri aktarmaya çalışırken aynı zamanda anlatmayı seven bir yazar profili çizdiğini düşünüyorum. Bu aktarımı kurgu ve teknik oyunlarıyla değil de dile, üsluba ve anlatımın büyüsüne yaslanarak yapıyorsun. Bunun bilinçli bir seçim olduğunu söyleyebilir miyiz yoksa yazarken senin de kendini o büyünün etkisine kaptırdığın oldu mu?
Kendi olmak ne kadar bilinçliyse, bu da o kadar bilinçlidir bana göre. Benim konuşmam bile sade değildir; tekrara, lafı uzatmaya dayalıdır.
Gevezeyim hasılı, hele hislendiğimde! O yüzden evet, klişe tabirle dilin büyüsüne inanıyorum.
Şu an bana öyle geliyor ki kurguyu ve tekniği olabildiğince yalın tutup dil işçiliğini had safhaya çıkarırsam kendimi daha güzel ifade ederim.
Bu kurguyu ve tekniği önemsemediğim ya da olay örgüsüne özen göstermediğim, salt üslup odaklı metinler yazmak istediğim anlamına gelmiyor elbette. Beliğ adamım, mimarlık marifetiyle diktiğim binanın cephe oymalarına biraz fazlaca titizleniyorum, hepsi bu. Fakat acaba yarın ne düşüneceğim?
“Serçelerin Ölümü”nün kelime kadrosuna -kadim, perestiş, efsunlu, sekr, ifritlik, resmigeçit, seyyare- ve göndermelerine -Hızır, Kalu Bela- bakarsak yazarın geleneksel edebiyata ve kadim anlatılara hakimiyetini hissediyoruz. Nereden geliyor bu hakimiyet?
Bu bir hakimiyet midir, bilemiyorum. Sadece eskiden beri kendimi ve milletimi merak ediyorum. Neye inanıyorlar, neye inanmışlar, nasıl yaşamışlar ve dolayısıyla neler yazmışlar? Tarihi süreciyle Türkçe metinlere aşinalık kazandıkça senin işaret ettiğin bu repertuvarın da genişleyeceğini düşünüyorum. Bana kalsa bu kelimeleri, kavramları herkes bilmeli: Çünkü bizim bunlar. Yani Türkçe bu, bana göre. Gerçi ben biraz şanslıydım; dilimin ucuna gelen ama “Aman bunu değiştireyim, yoksa anlamayacak millet!” diyerek elediğim kalabalık akrabalarıyla beraber bütün bu kelimeleri, deyişleri, hadiselere göndermeleri, ortak kültürel paydaları gündelik dillerinin olağan imkânları olarak kullanan insanların tornasından geçtim biraz.
Yazmak bana göre kaşınan bir yerimizi kaşımak kadar doğal ve organik bir şey.
Romanda “günümüz” okurunu memnun edecek, alıntılayıp paylaşım yapılabilecek birçok aforizmal cümle bulunuyor. Yerinde kullanılınca kitaba katkısı olan bu artistik cümleler bazen de bir kitap için handikap olabiliyor. Bu dengeyi nasıl kuruyorsun?
Yani, tweet atılsın diye cümle yazmaktan ar ederim. Hatta klişedir: Koca Savaş ve Barış’ta alıntı yapılacak kısa tek bir fiyakalı cümle yokmuş, derler. Ama biraz önce de belirttiğim gibi belagati, hitabeti seviyorum. Düşünün: Meşhur hatip Cicero dünyanın en önemli konusunda karşınızda bir saat nutuk veriyorsa uykunuzun gelmemesi için araya pırıltılı cümleler sıkıştırmak zorunda kalır. İşin ilginci, nutku dilden dile yayılırken o pırıltılı cümlelerle yayılır. Burada denge bence o pırıltılı cümleleri “söylemiş olmak için” söylememek ve cümle dişlisini eser mekanizmasının çarklarından soyutlamamak. Yerinde ve işlevsel kullanmak yani.
Son zamanlarda kuramsal yazılar yazıyorsun. Bir yazar kuram üzerinde düşünmek ve bunun üzerinde kalem oynatmak zorunda mıdır? Kuram üzerine düşünmenin, okumanın ve yazmanın yazarlık için getirisi/götürüsü nedir?
Yazmak bana göre kaşınan bir yerimizi kaşımak kadar doğal ve organik bir şey. Kaşıntı ve kaşınma üstüne düşünerek yeni kaşınma taktikleri bulabiliriz, kaşınmanın “doğasını” keşfe çıkabiliriz, vesaire. Bu mesai kaşıntının daha etkili biçimde giderilmesine katkıda bulunmalı. Yani kuram daha iyi okuma, daha iyi yazma çabası olduğu sürece yazarı besler bence. Ama fazlasının, o “fazla” ne kadardır bilemiyorum tabii, yazıyı doğal ve organik olmaktan uzaklaştırma tehlikesi de olabilir.
Dijital dünyada ve hız çağında olduğumuzu göz önüne alarak öykünün günümüze daha uygun bir form olduğunu söyleyenler var. Bu konu hakkında ne düşünüyorsun? Çağımızın formlara ve formların metrajlarına etkisi nedir?
Çok derin bir konu. Daha forma gelmeden yakın gelecekte yazmak, okumak nasıl bir şey olacak, onu bile bilemiyoruz. Yapay zekâların yazdığı romanları mı okuyacağız, metinler gözlerimizdeki lenslerden mi akacak, yoksa hikâyeyi hap şeklinde beyne mi download edeceğiz, vesaire.
Ama akıllı telefonlara indirilebilen öykü aplikasyonlarını, bazı ülkelerde istasyonlara konan öykü makinelerini düşününce insan gökten bir “Yürü ya öykü!” beklemiyor değil. Diğer yandan öykü gibi birkaç yumrukta biten filmlerin revaçtan düştüğüne ve roman gibi uzun rauntlara yayılan dizilerin rağbet gördüğüne işaret ederek romanın saltanatını sürdüreceğini söyleyenler de var... Lafı bu kadar uzatarak sadece “Bilmiyorum.” dedim galiba, Erhan.