İyiliğe vesile olsun

Cam Kenarı, Yıldız Ramazanoğlu, İz Yayıncılık
Cam Kenarı, Yıldız Ramazanoğlu, İz Yayıncılık

Yazar, mülteciler için ya da mültecilere karşı, medya ya da fotoğraflar üzerinden oluşturulmaya çalışılan ajitasyonları kimi zaman açıkça eleştirmekten de çekinmiyor. Onları düşünmek yetmez, onlar için harekete de geçmek lazım mesajı veriyor ya da verdiği hissediliyor. Umulur ki bu mesajlar bir yerlerde harekete geçer de iyiliğe vesile olur.

Yıldız Ramazanoğlu, Cam Kenarı kitabı ile okuyucuyla buluştu. Kitabın içinde esere ismini veren bir öykü yok. İlk bunu fark ediyor okuyucu. Kitabın içinde, satır aralarında bir yerde "... cam kenarındaki begonya ve gece sefasının ..." ifadesi geçiyor. Bunun dışında kitapla ilgili belirtilmesi gereken bir nokta da kitabın; "Mülteciler "ve "Mülteci Olmayanlar" adlı iki bölümden oluşması. Alıntıdaki çiçeklere değinmek gerekirse. Gece sefası, gündüzleri uyuyan, geceleri güne başlayan bir çiçek. Begonya bitkisinin çiçekleri yaz döneminde açar, mevsimini kaçırmaz, açtığında saklanmaz. Gece sefası sanki mülteciler gibi. Gündüzleri dinlenip geceleri yola devam eden, savaştan, kıtlıktan, yoksulluktan ve daha pek çok şeyden kaçan insanları temsil ediyor gibi. Kitabın arka kapağında şu sorular var: "Yaşam kaç yüz parçaya bölünebilir? Bu parçaların her birinden kaç bin tane hikâye çıkabilir? Sonra bu bölünmelerin her biri nasıl olur da tek bir noktada birleşip büyük bir aynaya dönüşür?" ve bu sorulara şu eklenebilir: İnsan bu aynada kendisini hangi hikâyede nasıl bir konum içinde görebilir? Hiçbir şey göründüğü gibi de değildir. Aynada kendini gören insan sadece suretten ibaret değildir, bir de içi vardır; ahlakı, kalbi, duygu ve düşüncelerini barındıran. Kimi zaman bunların iyilik tarafında yol alırken kimi zaman gaflete düşebilir insan.

Peki mülteci olanları ve olmayanların hikayelerini bir arada görmek önemli mi?

Yukarıdaki son iki cümleyi açıklamak ve anlamlandırmak için bu soruya evet denebilir. "Mağdurlar da eşit değil zaten." diyor yazar kitaptaki bir öyküde. Her iki kesimin acılarına, yoksulluklarına, yoksunluklarına tanık olurken, işveren-çalışan, öğretmen-öğrenci, ebeveyn-çocuk gibi ikiliklerde, imkânların ve imkânsızlıkların boyutu ve sınırları takip edilebiliyor. Buralı olan birinin işçi olmasıyla elde ettiği kazanımların, oralı olan birininkinden yani mültecininkine kıyasla ne kadar iyi şartlarda olduğu görülebiliyor öykülerde. Mülteci bir işçinin çalışma şartları ve kazandığı ücret ile mülteci olmayanın arasındaki rakamsal ayrım net. Mülteci hep öteki. Güya hoşgörü ve toleransın görüldüğü çok kültürlü toplumlarda aslında bölünme, kutuplaşma eskiye nazaran daha çok belirginleşen biz ve öteki ayrımını getiriyor belki de. Böylece sosyal, iktisadi, siyasi ve kültürel ilişkileri daha da dengesiz hale bürüyor ve azınlıkların, sömürülmüş halkların iyice tüketilmesine neden olabiliyor. Mülteci olanlar ve olmayanlar arasındaki sınırların belirsizliği artıyor; gri bir zemin kendini gösteriyor sanki. Öykülerde bu gibi noktalar çok açık ifade ediliyor.

Mülteci olanlar ve olmayanların acıları ortak mıdır, benzer midir?

"Her insana dağı kadar yük verilir." sözü göz ardı edilmeden bir şeyler yazmak gerekirse; herkes kendi cevabını içinden vermeli, sanki. Mültecilerin günlük hayatlarının ne kadar zor olduğu zaten belirtildi. Bunun yanında dil farklı, toplum düzeni farklı, haliyle bunlara intibak etmeleri de epey güç. Bu zorluğu iyice güç duruma düşürenler de cabası. Hakaretamiz sözler, davranışlar, sosyal yaşama adapte olmalarına engel, hatta bu insanların "in"lerinde saklanıp çıkmamalarına neden olan hususlar saymakla bitmez; gece sefası olmak kolay değil tabii! Ayrıca devlet kurumlarında, kamusal alanda ve kamu hizmetlerinde karşılaştıkları iletişim sorunları da var mültecilerin. Kendilerine sağlanan haklardan ne kadar yararlanabildikleri ise meçhul. Yazar bu gibi noktalara da yer veriyor öykülerinde. Bireysel çabalarla, birkaç iyi insanın topladığı para, erzak gibi temel ihtiyaçları karşılanmaya çalışılan insanlara bunların nasıl verilmesi değil de nasıl hediye edilmesi gerektiğini de gösteriyor yazar. "Acı yeraltına iniyor." diyor bir öyküsünde. Gerçekten de öyle. El tutmak isteyen insanların dokunmak istedikleri kalbe giderkenki yolların ne çetin olduğuna tanık oluyor okuyucu, tekrar tekrar. Burada akla gelen bir şey var. Aslında mülteci olmayanlar da mülteci, bu dünyada olmak insanı mülteci yapıyor, sanki. Hakiki toprağında değilsin çünkü. Ama bu dünyada mülteci olanlar iki kez mülteci, iki kez topraklarından ayrılmışlar, değil mi?

Biterken

Ramazanoğlu'nun öykülerini okurken toplumsal zemin üzerine inşa edilmiş kişilerin hayatlarına tanık olunuyor. Yer yer modern bireyin iç sıkıntılarıyla karşılaşılsa da asıl kahramanlar kendileriyle, toplumla hesaplaşıyor ve sorgulama yapıyorlar. Yazarın, eserinde biçimsel arayışlar ve numaralarla uğraşmadığı, sade ve yalın biçimde toplumsal eleştirilere alt metin olarak yer verdiği görülüyor. "İkonik fotoğraf dünyada rağbet görüyormuş." diye yazıyor bir öyküsünde. Yazar, mülteciler için ya da mültecilere karşı, medya ya da fotoğraflar üzerinden oluşturulmaya çalışılan ajitasyonları kimi zaman açıkça eleştirmekten de çekinmiyor. Onları düşünmek yetmez, onlar için harekete de geçmek lazım mesajı veriyor ya da verdiği hissediliyor. Umulur ki bu mesajlar bir yerlerde harekete geçer de iyiliğe vesile olur. İnsanın en başta kendisiyle hesaplaşması, kendine seslenmesi lâzım. Kafamdaki birtakım kör noktaları, soruları nasıl aşabilirim, üzerimdeki ağırlıkları nasıl atabilirim, nasıl hafifleyebilirim? Vicdan rahatlatması mı bir insanın huzura ermesi mi?

Küçük Bir Nokta

İnsanın duraklayıp yaşadıklarına, yaşattıklarına bakmasını sağlayan öykülerde iç gıcıklayan, acıtan bir nokta. "Üzerinde babasının üniversite birdeyken iş yerinde verilen indirim kuponuyla...", "... askıda ekmek yok deyişini." Bu gibi cümlelerle yazar belki kendisine seslendi önce, sonra etrafına. Ama aslında bu cümleler çok acı, çok ağır. İnsan böyle satırları okurken, mültecilerin yaşadıkları zorlukları daha az sertlik ve iç kıyıcılık barındıran ifadelerle mi okumalı, diye sorgulayabiliyor. Acıya acı katarak değil de acıyı ironi kılıfına bürüyerek bir insanın hayatına tanık olmak anlatıyı daha da lezzetli yapabilir miydi acaba?