İyi olan bir şey için teselli
Uzun yol şoförüysen uyanık olman lazım dedim kendi kendime. Her uyku sonrası tırı baştan sona gözden geçirmeye başladım. Mülteci saklanmış mı diye. Bulduğumda çıkarıyorum onları. Çok mülteci varsa en yakın yere, polislere teslim ediyorum onları.
Şu kuşlar, çok dalgın yaratıklar, yoldan karşıdan karşıya geçerken hiç sağlarına sollarına bakmıyorlar. Tırla çok hızlı ilerliyorum Avrupa'nın otoyollarında, dikkatsizliklerinden ön pencereme yapışıyorlar. Kelebekler, sinekler, uçan envai çeşit böcekler... Hele de güzel yaz havasında soluklanmak için kendilerini tabiatın kucağına sunduklarında nasıl da sarhoşlar, kendilerine doğru sonsuz hızla ilerleyen araçları hiç mi hiç fark etmiyorlar. Kuşların dalgınlıklarının kaynağını düşünüyorum. Kanat sahibi oluşları zağar, diyorum kendi kendime. Uçmanın kendisi zaten dalgınlık hali değil mi, bir de göğe kendilerini alabildiğince yasladıklarında, dalgınlığın kendisi oluveriyorlar. Uzun bir gerinişten kendini zar zor alıyor yeni gün. Yeni yağmur yağmış, çimler hala ıslak. Çam ağaçlarında yağmur sonrası ürperti. Yıkandıktan sonra üşüyen bir çocuğun ellerini sağına soluna açması gibi açmış da gövdesini. Damlacıkların acelesi yok. Ağır ağır damlıyorlar. Huş ağacının gövdesi yeni yağan yağmurda nasıl da parlak. Huş ağacının gözlerinde sanki yağmur sonrası gözyaşı. Neyi ağlıyorlar? Bazen insan zihninde sonsuz uçuşa sahip kelimelerle, gökte sonsuz uçuşa sahip kuşları karşılaştırmak geliyor içimden.
Sözcüklerin de göğü zihindir diyorum. Onlar da zihnin mavi göğünde alabildiğince uçuyorlar. Paçalı güvercinlerin gökte kırık uçuşları, ters taklaları gibi onlar da zihinde fır dönüyorlar. Havada asılı kalıyor, süzülüyor, başka bir sözcüğe yapışıyor, birleşiyor ve ayrılıyorlar. Göğün boşluğunu kuşların küçücük yüreklerinde nasıl taşıdıklarını aklım almıyor. Bir el var biliyorum, uçmak arzusuyla kanatlandığında göğün yedi katında kuşları gökte asılı tutuyor. Bir el var biliyorum, boşluğa yaslanan kuşları göğün dalgınlık makamında uyutuyor. Üç defa kısa dinlenmelerle üçer saatlik sürüşle tam dokuz saatlik yorucu bir yolculuktan sonra tırımı uyku uyuyabileceğim bir yol kenarına, bir cebe çektim. Hava ansızın kapandı. İnsan bitmez tükenmez yollarda çok uzun süre direksiyon salladığında gözüne bir perde iner. Daha demin açık olan göğe ansızın inen bu yağmur bulutları göğe nasıl bir perdeyse, yorgun tır kullanırken göz açık olsa dahi gözün kendi içinde kapanan bir göz var. "Otoyol uykusu" derler buna.
- İşte gök gürültüsü başladı. Nisan yağmurları bunlar. Biraz yağmur havası içeri gelsin diye tırın büyük camlarını hafif araladım. Sigara içmeyi sevmiyorum. Ama uzun yolculuklarda bazen sigara iyi geliyor. Yalnızlığınızda size yaren oluveriyor. Çok fazla içmesem de paket her zaman elimin altında. Dedim ya, biraz yağmur havası içeri gelsin diye camları hafif araladım. Uyurken akciğerlerim şenlensin. İçerisinin kötü kokusunu temiz yağmur havası alıp götürsün. Gök gürültüsü, çok uzak bir gökten yaklaşa yaklaşa geliyor bulunduğum yere. Araçların otoyolda akmasına yıllarca alıştım. Uyurken bunlar beni rahatsız etmiyorlar. Yağmur damlacıkları tedirgin çiseleyişlerden sonra, yerini bardaktan boşanırcasına bir yağışa bırakıyor. Biraz da fırtına. Çam ağaçlarını salınırken görüyorum. Rahmet buralara da yağıyor. Her şeyin bir nihayeti var ya, göğün de ağlaması. Uzun iç geçirmelerden sonra gök kendini toparlıyor. Göğün kapandığı en koyu yerden bir ferahlık baş gösteriyor. Güneş, bulut örtülerinden yüzünü açmak, soluk almak istiyor.
Derken ilkin gök gürültüsü homurtularını beraberine alıp uzaklara gidiyor. Sonra karanlık bulutlar o kervana katılıyor. Oysa göğe başını kaldırıp da yağmur damlacıklarını alnında hissedenler, yağmurdan kaçmamanın ne anlama geldiğini muhakkak bilirler. Küçükken yağmur yağdığında hiçbir zaman yağmurdan kaçmazdım. Başımı göğe çevirip, damlacıklar alnımdan öpsün diye öylece beklerdim. Üstüm başım sırılsıklam eve varırdım. Annem niye herkes gibi yağmur yağdığında duldalara saklanmadığımı bilmek isterdi. Bilmiyorum derdim. Damlacıklar alnımda. Damlacıklar yüzümde, tenimde, etimde, kemiğimde. Bundan çocuksu bir haz alırdım. Nisan yağmuru bunlar. Soğuk sanki hala pusuda. Güneş kendisini birazcık gösterdiğinde iklimi kendi kalbinden ölçemeyen ağaçlar kanarlarsa yalancı bahara, yalancı güneşe, erkenden çiçek açıyorlar. Ağaçlar bunca zaman yalancı baharı hala nasıl tanımadılar diye düşünüyorum. Bir şekilde ona karşı bir koruma bunca yıldır nasıl geliştiremediler.
Yapraklarından, köklerinden baharın yalancılığını nasıl anlamazlar. İlkbahar zamanları hele de soğuk ve sıcak, doğanın içinde gündüzle gece gibi yüzyıllarca mücadelede; soğuk da, sıcak da kendi kanındaki çağıltıyı bir başka mevsime duyurmaya çalışmakta. Yalancı bahar, ağaçlara inen kırağıdan başka nedir? Ağaçları alan korku, güdük bir canlanma ve ölü doğmuş yapraklar. Patlamış cin mısırında dipte kalan, kendi içine kapanmış ve bir türlü kızgın yağda açılamamış mısır taneciği. Başını göstermiş, beyaz alnını ama tam bir açılışa meydan bulamamış. Ağaçların korkusu yalancı baharsa, açma ve açmama kararsızlığında neler yaşıyorlar acaba? Avrupa'nın yollarını artık ezbere bilirim. Bu yolları gidip gelerek ömrümü tükettim. Sevmesem, aşığı olmasam, bu iş damarlarımda bir sevda olarak dolaşmasa hiç kimse, hiçbir paraya bu işi yaptıramaz bana. Bende tır sevgisi çocukluktan. Arabanın, erkek çocuğu için ne anlam ifade ettiği herkesçe malum. Bir de kaldığımız ilçede uzak illerden gelen tozlu tırları gördüğümde, o çocuk kalbimde aracın büyüklüğüne sevdalanmışım.
Kasası, hafif sağa doğru dönmüş başı, uzun yolculuklardan sonra gizli bir mağaranın ağzında uyuyakalmış bir ejderha gibi gelirdi bana. Orada öylece dinlenirken görürdüm tırları. Büyülenirdim. Çok hızlı büyümek istediğimi o zamanlar iyi bilirim.
Bir an önce büyümek, ehliyet almak ve araba değil, traktör değil, BMC kamyon da değil, tır şoförü olmak çocukluk hevesimdi. Ailemin zor durumda oluşu, biz gençleri ilerleyen zamanlarda gurbete gitmeye, orada çalışmaya zorluyordu. Ben de köyün gençleri gibi gurbete gittim. Toprağın bereketi, emeğin karşılığı etmeyince gurbete gitmek ve orada kazandıklarımızla ailemize bakmak borcumuz olmuştu. Gurbet, zorlu olmasına zorluydu ama tarladaki yorgunlukla elde edilen gelirden beş kat daha fazla gelir getiriyordu. Ama aklımda gurbet ellerde hoyrat çalışmak değil, hep tır şoförlüğü vardı. Onu hiç aklımdan çıkarmadım. Genç yaşlarda ehliyeti aldım. Yaş yirmiyi bulunca normal ehliyetle askere gitmek durumunda kaldım. Orada ehliyetimin faydasını da gördüm.
- Askeri araçların belirli yerlere götürülüşlerinde, askerlerin sevkiyatında, nöbet değişimlerinde garnizon içi taşımalarda yardımım oldu. Sürücülük hususunda kendimi biraz daha geliştirdim. Farklı farklı askeri araçların viteslerini, şanzımanlarını öğrendim; bozulan araçların tamirine yardım ettim, yeri geldiğinde ehliyetim olmasa da büyük araçları kısa mesafelerde kullandım. İki haftada bir çarşı izinlerinde, bazen bomba ihbarı alındığından askerlerin çarşı iznine salınmadığı ve bir aya kadar varan dışarı çıkamayışlarımızdan sonra şehre aktığımızda arkadaşlar kız tavlamak için parklara-bahçelere, eğlence yerlerine giderlerken ben şehir çıkışı bir tepeye kolamı ve siyah tuzlu ay çekirdeklerimi alıp, onlarla keyfedip, merakla yollarda menziline kilitli, yüklerini taşımakta hiç zorlanmayan tırlara bakardım. Askerlik bittikten sonra amca kızımla evlendim. Kısa süre içinde bir de çocuğumuz oldu. Kamyon ve de tır ehliyeti için gereken sınavlara katılıyordum. Acelem yoktu.
Gündelik işleri takip ediyor, bunun yanı sıra sürücü kurslarına gidiyor, hele de BMC kamyonu ya da ileride hayalim olan tır şoförlüğüne gerekli birikimleri de köşeye koyuyordum. 24'ümde ancak tır şoförlüğü için gerekli ehliyetleri ve evrakları tamamladım ve mıcır işleri kotaran bir inşaatta kamyon sürücüsü olarak işe başladım. Çok yoruluyordum. İşten yorulduğum ve sırılsıklam olduğum bir zamanda çalıştığım yere akraba ziyareti için gelmiş yaşlı bir amca ile kaldırım taşlarında oturup muhabbet ediyorduk. Muhabbet uzadı ve ona hayallerimden bahsettim. Onun da benim de hemşerimiz olan tanıdığı bir işadamının olduğunu ve yurtdışına transport gerçekleştirecek yetenekli sürücülere ihtiyacı olduğunu söyledi. Tanıdığı kişiye telefon etti. Telefonlar karşılıklı alınıp verildi. Kaç gün merakla beklediğimi şimdi bilmiyorum, epey haber gelmedi onlardan. Sonra o mutlu haber erişti bana. Kendilerini görmem için bana bir randevu verdiler. Neredeyse soluksuz bir şekilde heyecanla vardım yanlarına.
Yurt dışı için evraklarım tamamdı. Deneyim eksikliğim vardı ama bir şekilde bir yerlerden başlamak gerekti. Doğrudan tek başına transport işi yapmak yerine bana tahsis edilen tırımla, yıllarca Avrupa'ya ürün getirip götürmüş Hakkı ağabeyin tırını takip ederek transport işlerine başladım. Zamanla rotayı ezberledim. Usta-çırak ilişkisi gibi hedefe taşıyacağımız malları, otoyollarda kervan gibi dizilerek tırlarla toplu olarak bırakıyorduk. Oradan da boş gelmiyorduk. Yüklerimizi alıp memlekete dönüyorduk. Gittiğim yerlerin, içinden geçtiğimiz şehirlerin zorluklarını öğrendim. Bizlere tır şoförü olarak sorun oluşturan Macaristan sınır kapısında haftalarca kaldığımı hatırlıyorum. Sabretmeyi öğrendim. Burnumda tüten ev. Çocuğumun büyümesine, büyümesinde kaçırdığım aşamalara, ilk dişine, yürüyüşüne, anne-baba demesine ne yazık ki şahit olamadım. Yollarda ne kadar da hayvan leşleri olduğunu gördüm Avrupa'da.
Köpekler, kediler, tavşanlar, fareler, porsuklar, domuzlar, kaplumbağalar, kirpiler hele de bakmaya içimin varmadığı Ren geyikleri. Ceylanlar. Benekli ya da beneksiz. Üzerlerinden insafsız tekerler geçmiş, başlarını otoyola yaslamış, gözlerinde ölmeden, can vermeden önce gözyaşı dökmüş ceylanlar. Göç zamanı, hayvanların otoyolun ortasından geçip tehlikeye girmemeleri için doğal zemin üzerinde yemyeşil çimlerle bezeli geniş köprüleri gördüm Almanya'da. Hayvanların karşıdan karşıya geçişlerinde köprü yapılmamışsa trafik işaretiyle bazı stratejik yerlerde şoförler için hızlarını azaltmaları gerektiğine, ormanlık alanlardan yabani hayvanların aniden çıkabileceklerine dair uyarı işaretlerini gördüm. Uzun yıllar sonra artık alıştım bu hayata. Bana inanmayacaksınız ama tırımın içi evimden daha rahat. Avrupa'da yollarda geçen uzun günlerden sonra eve vardığımda, evdekilerle hasret giderdiğimizde, özlemimiz durulduğunda ve hayat kendi normal akışına döndüğünde, yatma vaktimiz geldiğinde akşamları evde uyuyamıyorum.
Eşim gece yarısı gezindiğimi görünce neden yatmadığımı soruyor bana. Yatamıyorum. Gözüme uyku girmiyor. Tır kamyona alıştığım için, tırın kendi kokusunu özlüyorum. Temiz nevresim, temiz yatak kokusunu değil, temiz ev kokusu hiç değil. Bana verilen izin dolduğunda, evde işim artık kalmadığında, transport işi gelip kapıya dayandığında, evden ayrılıp tıra bindiğimde içimi tarifsiz bir huzur kaplıyor. Yolda olmak benim kaderim. Uzun yollarda sabrı ve sessizliği de öğrendim. Gürültüye gelemiyorum. Hanımın dizileri, çocuğumun şamatası beni yoruyor. Tır kamyona bindiğimde elbette ayakkabılarımı aracın girişinde dışarıda yer alan metal merdivenlerde bırakıyorum. İnsan evinin içine ayakkabısıyla girer mi? Ben de ayakkabılarla tıra girmiyorum. Zemini, kırmızı halıyla kaplamışım. Çoraplarımla rahat ediyorum burada. Günde dokuz saat sürüş kestirdim gözüme. Dokuz saatten daha azı da kurtarmaz tır şoförlerini. Üçer saat aralıklarla birazcık dinlenme ile dokuz saati tamamlıyorum.
- Bizlere uyku da önemli. Otoyol uykusu olmaması için on saat, on bir saat uyumamız gerekli. Uyku için içeride iki yatak imkânım var. Altlı üstlü bir ranza. Bazen üstte yatıyor, bazen de altta yatıyorum. Tırın içindeki malzemelerin deri kokusuna alışmışım. Uyumamda o deri kokusunun da önemi var elbette. Gâvur mutfağına güvenmiyorum. Helal gıda yazan afişleri, kâğıtları görüyorum yapıştırmışlar gâvurlar camlarına. Kendi yemeğimi kendim yapıyorum. Dirseğimin altında kamyonun buzdolabı var. Çektiğim zaman açılıyor. İçinde hanımın pişirdiği yemekler var; gurbette evi, eşimi, çocuğumu bana hatırlatacak yemekler bunlar. Sarıp sarmalamışız onları, ilerleyen zamanlarda da yiyeyim diye. Onun haricinde yumurtadan meyve-sebzesine, tatlısından içeceklere kadar hepsi elimin altında. Yol bizi yemek hususunda da ustalaştırdı. Başlangıçta sadece yumurta kırmayı biliyordum. Soğanlı menemen yapmayı, makarna... Şimdi kendimi geliştirdim. Elimden her şey geliyor.
Tır dorsesinin altında, kilitlerle saklı uzun metalik dolapta, zulada neler var neler... Peynirinden, turşusuna kadar her şey emrime amade. Uzun yolun çileleri bitmez. Yalnızlığı ne kadar sevsem de uzun yalnızlıkların ruhumu daralttığını da hissetmiyor değilim. İnsan sonuçta bir kul ve yalnızlık Allah'a mahsus. İnsan özlemekten yapılma. Bu gâvur topraklarında ezanı da özlediğim oluyor, gündelik hayatın akışında dostlarla görüşmeyi, eşimi, akrabalarımı da özlediğim oluyor. Hele eşim. Memlekette çocukların hem anası hem de babası. Hastane işlerinden okuluna dek çocukların bakımını üstlenmiş. Ayrıca evin sorunlarının da üstesinden gelmekte. Onun da işi zor. Özlem ikimizi de yakıp kavuruyor. Hasret, burun direğinde sancı bırakıyor. Elimden sadece onlara para göndermek geliyor. Tırım arıza verdikçe bu koskoca aracın bakım onarım işlerinden de zamanla anlar oldum. Her şeyiyle ben ilgileniyorum bu canavarın. Gücüm yetmediğinde, sonuçta biz de insanız ve bazı arızalara aklım ermediğinde Türkiye'de servise veriyorum tırı.
Ama transport işçisiyseniz uzun yolda kendi başınızın çaresine bakmalısınız. Arabadan anlamanız gerek. Evelallah anlıyorum da. Çok şükür tırım da beni öyle fazla mağdur etmiyor. Nazar değmez inşallah. Herkes bir şeylere aşıktır. Ben şimdi düşünmeye bol bol vaktimin olduğu bu uzun yolculuklarda çocukken ilçeden geçen tırların tıslamasına aşık olduğumu hatırladım. Birileri, güçlü motosikletin motor sesini duyduğunda tüyleri diken diken oluverir. Birileri, gâvur caddelerinde de sıklıkla gördüğüm Harley Davidson marka motosikletlerin endamına. İleri doğru makinenin uzamasına mesela aşık olur. Nostaljik araçlara hayran olanlar vardır, bunları da bilirim. Biraz yenileyip o nostaljik arabaları, ona sahip olmak haz verir bazı insanlara. Ben tırın tıslamasına aşıkmışım. O ses kulağıma dünyanın en güzel sesi olarak gelir. Her yerde şimdi, ucu bucağı görünmeyen, yürümekle bitmeyen o soğuk yollarda mülteciler var.
- Vatanlarından kopmuş, uzaklaşmış, iyi bir yaşam umuduyla belli bir hedefe kilitlenmiş ve oralara doğru akan mülteciler. Acıdığından alsan onları tıra, ama hangi birini alacaksın. İçim el vermiyor o uzun yollarda perişan olmalarına. İlk zamanlarda bilmiyordum. Dokuz saatlik sürüşten sonra otoyol servis alanlarında ya da bir cepte, tırın içinde uyurken camlardan tır şoförüne uyku getirici fısfıslar sıkıyorlarmış. Tır şoförlerini uykuya daldırıp, derin uykuya, tırlara saklanıyorlarmış. Bunu yapanlar elbette sınırlarda yakalanıveriyorlar. Başıma böylesi bir şey gelince ben de artık uyandım. Uzun yol şoförüysen uyanık olman lazım dedim kendi kendime. Her uyku sonrası tırı baştan sona gözden geçirmeye başladım. Mülteci saklanmış mı diye. Bulduğumda çıkarıyorum onları. Çok mülteci varsa en yakın yere, polislere teslim ediyorum onları. Elbette hepsine gücüm yetmiyor. Birkaçını ancak tutabiliyorum. Diğerleri çil yavruları gibi otoyollara dağılıyorlar. Ormanlara. İyi bir uyku çektim.
Sağ tarafıma yattığım için sağ kolum, parmaklarım uyuşmuş. Acılı bir karıncalanma, kanın uyuşan yere ivedi varmasıyla tatlı bir iyileşmeye doğru evriliyor. Karıncalanma dağılıyor. Sağ kolumu ve parmaklarımı yeniden hissediyorum. Yağmur çoktan dinmiş. Sokaklar yağmurla temizlenmiş. Susuz kalmış ağaçların her yaprağından görünmeyen eller dua ederek sanki yağmuru çağırmış. Rahmet buraya da inmiş. Açık kalan camlardan biraz yağmur suyu sızmış tırın içine, sorun değil. El beziyle ıslaklığı alıyorum. Uzun soluklu bir sürüşe hazırlanmadan bir çay koymalı diyorum kendi kendime. Hele yağmurdan sonra bir de güneş giriyorsa camlardan içeriye. Bir bülbül şakıyışı bu. Nasıl da canlı canlı şakıyor. Allah Allah, dur bakayım nerede?