İyi bir adam
"Sen iyi bir adamsın, Dursun Karasüleymanoğlu." dedi, "İyi ki evlendik. Sensiz geçirdiğim günlerime yanıyorum, keşke daha önce karşılaşsaymışız." Sonra gidip çayları tazeledi. Gelince kendisine tatlı aldı. Ama Dursun Karasüleymanoğlu kendi elindeki yarım halkayı uzatarak "Dur." dedi, "Önce bunu bitir. Ben yarısıyla doydum."
Dursun Karasüleymanoğlu iyi bir adamdı. Karısını severdi. Etsiz yemek yaptığında biraz üzülürdü ama "Belki bir dahaki sefere etli yapar." diye düşünerek sesini çıkarmazdı. Bulaşıkları yerleştirirdi. Çamaşırları asardı ve kuruduklarında aralarından kendininkileri seçer, katlayıp dolaba koyardı. Çünkü karısının çamaşırlarını nasıl katlayacağını bilmiyordu. Karısı süpürge yaptığında o da paspas atardı ve işi bitinceye kadar, yerleri sildiği suyun içindeki temizlik maddesinin güzel koktuğunu, hayatını, karısının güzelliğini ve her şeyi güzel yaptığını (mesela yürümek, ekmek bölmek, giyeceği kıyafetleri birbirine uydurmak, saçını toplamak) ve ortak geleceklerini düşünürdü. (Yakın gelecekte arabalarını değiştirmek ve bir gün ev sahibi olmak istiyorlardı.) Eve geç gelmezdi. Gezeceğinde karısıyla gezerdi. Karısı kendi arkadaşlarıyla gezmek istediğinde hemen müsaade ederdi; öyle zamanlarda kendisi ya Süleymaniye'ye gider ya da arkadaşı Ekrem'i arayıp Kocamustafapaşa'ya çağırırdı. (Dursun Karasüleymanoğlu eşiyle birlikte Pazartekke'de oturuyordu; boş zamanlarında Süleymaniye'nin avlusundan boğaza bakmayı severdi ve arkadaşı Ekrem'le Kocamustafapaşa'da çayı güzel, ucuz, hizmeti hoş bir kahvede tavla oynarlardı.)
Karısından önce kalktığında kahvaltıyı kendisi hazırlar, karısını da çağırırdı. Kendisi ütü yapmayı bilmediği ve karısına da zahmet vermek istemediği için gömlek giymezdi. Hepsinden önemlisi, daha doğrusu Dursun Karasüleymanoğlu'na göre hepsinden önemlisi, seviştiklerinde bencil davranmamasıydı. Her sevişmeden sonra karısına "Doydun mu?" diye bile sorardı. Bir gün Dursun Karasüleymanoğlu işten çıktı. Eve gelirken Haseki'de bir tatlıcıdan halka tatlısı aldı (Aksaray'da bir turizm acentesinde çalışıyordu.) ve yürürken tramvayın Pazartekke durağına kadar hep halka tatlılarını, lezzetlerini ve karısının halka tatlısı yerken ne kadar güzel olduğunu ve kocası halka tatlısı aldığı için mutlu olacağını düşündü. Eve girdiğinde karısını düşünceli buldu. "Karımın böyle kara kara düşünmesinin sebebi açlık mı?" diye sordu kendine. Yemek yediler, karısı hâlâ düşünceliydi. "Karımın böyle kara kara düşünmesinin sebebi yediklerini henüz sindirmemiş olması mı?" diye sordu kendine. Yemekten sonra çay içtiler ve henüz tatlı iştahları kabarmadığından halkalara dokunmayıp badem yediler, karısı hâlâ düşünceliydi.
- "Karımın böyle kara kara düşünmesinin sebebi benim işlediğim bir kabahat yahut hata mı?" diye düşündü. Çünkü o iyi bir adamdı. Sonra bu düşündüklerini unuttu. Çayını bırakıp karısının yanına gitti, yanağını okşadı, omzunu açıp öptü. Karı-koca oldular. Her şey olup bittikten sonra sigara içtiler, karısı hâlâ düşünceliydi. Dursun Karasüleymanoğlu, "Karımın böyle kara kara düşünmesinin sebebi doymamış olması mı?" diye düşündü. Endişelendi, çünkü o iyi bir adamdı, ve karısına "Doydun mu?" diye sordu. Kadın sigarasının ucunu küllükte çevirirken gülümseyerek "Doydum, Dursun Karasüleymanoğlu." dedi. Ama öyle bir gülümsemişti ki sanki onun için gülümsemek bir çeşit ağlamaydı, veyahut da ağlamamak için gülümsemişti. Dursun Karasüleymanoğlu karısının cevabına sevindi ve onu mutfakta halka tatlısı yemeye davet etti. Kadın az önceki gülümsemeye benzeyen adımlarla geldi mutfağa. (Yani yürümek onun için bir çeşit ağlamaydı, veyahut da ağlamamak için yürüyordu.)
Dursun Karasüleymanoğlu tatlıları çıkarıp masaya koymuş, oturmuş yiyordu. Karısı oturmamış dikiliyor, ona bakıyordu. Dursun Karasüleymanoğlu bunu fark edince başını kaldırıp karısına baktı, bir yandan tatlısını çiğnemeye devam ediyordu. "Tatlı yesene." dedi yumuşak bir sesle. Kadın az önceki gülümsemesine ve ondan biraz sonraki yürüyüşüne benzer bir tebessümle gülümsedi. Dursun Karasüleymanoğlu'nun yanağını okşadı. "Sen iyi bir adamsın, Dursun Karasüleymanoğlu." dedi, "Seninle geçirdiğim tek bir gün için bile pişman değilim. Ama..." "Ama ne?" diye sordu Dursun Karasüleymanoğlu, "Sonunda karımın neden böyle kara kara düşündüğünü öğreneceğim. Benimle dertleşiyor." diye geçiriyordu içinden. "Ama..." dedi karısı, "Ben artık seni sevmiyorum, Dursun Karasüleymanoğlu. Çok uzun bir süredir mutsuzum. Seni üzmemek için mutsuzluğumu bastırmaya, mutlu olmaya çalıştım. Ama olmadı. İnan ki seninle mutlu olabilmek hayatta en çok istediğim şey, gerçekten. Ama olmuyor. İkimiz birbirimize göre değiliz."
Dursun Karasüleymanoğlu çok şaşırdı, çok üzüldü, karısını elinde tutmak için ne yapması gerektiğini bilemiyordu. "Başka biri mi var?" diye sordu. Halka tatlısının yarısını yemişti, devamı hâlâ elindeydi ama yemiyor, öylece tutuyordu. "Hayır, Dursun Karasüleymanoğlu." diye cevap verdi karısı, "Sana asla sadakatsizlik etmedim. Sana sadakatsizlik etmeyi aklımın ucundan bile geçirmedim." "O zaman sorun nedir?" diye sordu Dursun Karasüleymanoğlu. Kadın, "Anlamıyorsun, Dursun Karasüleymanoğlu." dedi, "Sorun da burada. Anlayabilseydin belki mutlu olurduk." "Neyi?" diye sordu Dursun Karasüleymanoğlu. Çok sakindi, o sırada "Ekrem olsaydı şu an çok sinirlenirdi. Ekrem'in karısı Ekrem'e böyle bir şey yapsa Ekrem kesinlikle çok kızardı." diye düşünüyordu ve suratına yansıtmasa da içten içe, gönlünde, çok mahzundu. Kadın iç çekti, güçlü bir soluk verdi. "Hayat bu kadar mı, Dursun Karasüleymanoğlu?" diye sordu cevaben, "Bu kadar mı bizim hayatımız? Bundan mı ibaret?" Bunları sorarken parmaklarını açmış, yere çevirdiği elini aşağı yukarı sallıyordu.
Dursun Karasüleymanoğlu cevap vermedi. Karısı çok sinirlendi ve odayı, eşyaları göstererek "Bütün bunlar bu kadar mı!" diye bağırdı. Kendisini ve kocasını işaret ederek "Biz bu kadar mıyız!" diye bağırdı. Parmağını mutfak penceresinden görünen manzaraya (Osmanlı'dan kalma bir mahalle camiinin avlusu ve avluya bitişik apartmanların alt katındaki birkaç tenteli dükkân) çevirerek "Burası bu kadar mı!" diye bağırdı. Dursun Karasüleymanoğlu sevindi. İşte karısı eşyaları değiştirmek ve başka bir semte taşınmak istiyordu, mesele bu kadar basitti. "Karıcığım eşyaları yenileriz, başka bir semte taşınırız. Yeter ki ayrılmayalım." dedi. Çünkü o iyi bir adamdı. Karısı birden ağlamaya başladı. "Anlamıyorsun, Dursun Karasüleymanoğlu!" dedi hıçkırıklarının arasından, "Bu kadar olamaz, hepsi bu kadar olamaz..." Sonra öğürdü, biraz kendini tutmaya çalıştıysa da beceremedi, mutfağın ortasına kustu. Dursun Karasüleymanoğlu karısının sırtını sıvazladı ve bir bardak su verdi. Çünkü o iyi bir adamdı.
- Kadın kalktı, kovayı ve paspası getirdi ama Dursun Karasüleymanoğlu elini kaldırıp "Ben hallederim." dedi. Kadın bir süre önceki gülümsemesine ve ondan biraz sonraki yürüyüşüne benzer bir tebessümle gülümseyerek "Sen iyi bir adamsın." diye karşılık verdi. Sonra da çantasını alıp gitti. Biraz sonra Dursun Karasüleymanoğlu bir sigara yaktı ve karısının kusmuğuna bakarak gülümsedi. Ama öyle bir gülümsemişti ki sanki onun için gülümsemek bir çeşit kusmaydı veyahut da kusmamak için gülümsemişti. Dursun Karasüleymanoğlu akşamın kalanını evde dolaşarak, eşyalara bakarak, sigara içerek ve mutfak penceresinden manzarayı izleyerek geçirdi. Hava güzeldi, mevsim yazdı. Akşamlardan cumayı cumartesiye bağlayan bir akşamdı. Uzak komşuların evlerinden okey taşı sesleri geliyordu. Dursun Karasüleymanoğlu ertesi akşam işten çıkıp eve geldi. Paspasla yerdeki kusmuğu temizledi. (Biraz zorlandı açıkçası, çünkü kusmuk kurumuştu.)
Akşam yemeği olarak dünden kalma halka tatlılarını yedi. Tatilini, yani o cumartesi akşamını, müteakip pazar gününü ve akabindeki pazar akşamını evde dolaşarak, eşyalara bakarak, sigara içerek, mutfak penceresinden manzarayı izleyerek ve çocukluğunu düşünerek geçirdi. Yemyeşil dağları, bir türlü dinmeyen yağmurları, o balıkçı teknesini düşündü. Attığı ağları, tuttuğu balıkları, ağın elinde bıraktığı hissi, balıkların kokusunu, babasının çizmelerini, denizdeki dalgaları ve fırtına çıktığı zaman rüzgârın esişini hatırladı. Balığa gidecekleri zaman erkenden kalktıklarında sabah havasıyla nasıl uyandığını, üşüdüğünü, sobanın sıcaklığını ve işemiş olmasına rağmen sürekli çişi varmış gibi hissettiğini ama annesinin onu kendi elceğizleriyle beslediğini, okşadığını ve bağrına bastığını hatırladı. Sonra bir keresinde yine annesiyle başka bir memlekete çay toplamaya gidişlerini, orada birilerine yardım ettiklerini, çay tarlalarını, çay makaslarını, çay çuvallarını, çayların arasında kendisine memelerini gösteren yeşil gözlü genç kızı hatırladı.
"Eskiden böyle değildi." diye mırıldandı, "Eskiden mutluydum. Şimdi çok üzgünüm. Eskiden böyle değildi. Eskiden mutluydum. Şimdi çok üzülüyorum." Dursun Karasüleymanoğlu pazartesi sabahı işe gitti. Cuma akşamından beri -aradaki ufak, istemsiz uyuklamalar sayılmazsa- hiç uyumamıştı. Büronun kapısından içeri girdiği gibi iş arkadaşları etrafına toplandı. "Çok kötü görünüyorsun, Dursun Karasüleymanoğlu. Gözlerin ne biçim olmuş." dediler. "Biraz rahatsızım." diye cevap verdi Dursun Karasüleymanoğlu. Arkadaşları durumu patrona bildirdiler ve patronun izniyle Dursun Karasüleymanoğlu'na eve gidip yatmasını veya bir doktora görünmesini salık verdiler. Dursun Karasüleymanoğlu o gün biraz aylaklık etti. Laleli, Beyazıt ve Çemberlitaş'tan geçerek Sultanahmet'e geldi. Sultanahmet Camii'nin bir minaresi yarımdı. Meydan'dan geçip Cankurtaran'a indi, Çatladıkapı'da, Ahırkapı'da, Kumkapı'da ve Kadırga'da dolaştı. Sokakların sonu gelmiyordu.
Şaşırdı buna. Akşama doğru Horhor'a Ekrem'in evine gitti. Dursun Karasüleymanoğlu apartmanın merdivenlerini tırmanırken arkadaşı Ekrem mutfakta söylenen karısının homurdanmalarını ve dostunun ayak seslerini dinleyerek kapıda onu bekliyordu. Dursun Karasüleymanoğlu'nu görür görmez hayretle bir "Aaa!" dedi, "Oğlum bu hâlin ne? N'oldu sana?" Ve arkadaşının mosmor göztorbalarına bakarak cevap bekledi. Dursun Karasüleymanoğlu gayet sakin "Yengen beni terk etti, Ekrem." dedi. Ekrem'in yüzü allak bullak oldu. İşaret parmağını gösterip "Bekle." diyerek bir anlığına gözden kayboldu. Geldiğinde tişörtünü değiştirmişti. İçeriden karısının "Allah belanı versin!" diye bağırdığı duyuldu. Ekrem, arkadaşının anlattıklarını dinledikten sonra "Vay orospu! Neyi eksikmiş?" dedi. Dursun Karasüleymanoğlu bozularak "Ayıp olmuyor mu, Ekrem? Yengen sonuçta." diye karşılık verdi. Ekrem bir şey diyecek gibi ağzını açmıştı ki arkadaşının göz torbalarını gördü yeniden ve "Gel Dursun Karasüleymanoğlu, senin biraz kafanı dağıtalım." dedi.
Samatya'da bir meyhaneye gittiler. Sofrada lakerda, haydari, kalamar, eski kaşar, Ezine peyniri, kavun, acı kırmızı biberli süzme yoğurt, ekmek ve büyük rakı vardı. Dursun Karasüleymanoğlu mezelerden yemeyi, rakısından içmeyi unutuyor; Ekrem arkadaşına yiyip içmesini hatırlatıyor, onu neredeyse eliyle besliyordu. Rakı bitti. Yaprak ciğer ve tereyağında karides söylediler. Birer kola içtiler. Sonra da birer bardak tavşan kanı çay. Ardından bir de küçük rakı açtırdılar. Ekrem iyice sarhoş olmuştu ve çok neşeliydi. Ondan az içmeyen Dursun Karasüleymanoğlu sarhoş olmuşsa da çaktırmıyordu. Dışarı çıktıklarında Ekrem gözlerini dikkatle, yahut sarhoşlukla, kısıp arkadaşına baktı ve çilingir sofrasının bir fayda sağlamadığını gördü. Biraz düşündü. "Gel bak, seni nereye götüreceğim Dursun Karasüleymanoğlu." dedi sonra. Taksiyle Kıztaşı'na gittiler. Apartmanın merdivenlerini çıkarken Ekrem, Dursun Karasüleymanoğlu'nun koluna girdi ama hangisi hangisini taşıyor belli değildi.
Duvarları pembe boyalı bir daireye geldiler. Kadının biri Ekrem'e sarıldı, diğeri Dursun Karasüleymanoğlu'nun yanına geldi. Ekrem sırıtarak "Arkadaşım bugün üzgün, abla. Biraz yüzünü güldürüver." dedi. Parayı peşin vermiş olmalarına rağmen, Dursun Karasüleymanoğlu o kadınla yatmadı, yatamazdı da. (Sadece şuna niyeyse çok hayret etti: Kadının memeleri çay tarlasındaki kızın memelerinden de, karısının memelerinden de farklıydı. Hâlbuki bunun doğal olduğunu idrak edebiliyordu.) Çünkü, nasıl ifade etmeli, tabanca ateş etmiyordu. Ya da, bir başka deyişle, kuş uçmuyordu. Çünkü Dursun Karasüleymanoğlu karısını seviyor, kendini hâlâ ona sadık hissediyordu. Çünkü o iyi bir adamdı. Bu yüzden de açıkçası kadından utanmıştı. Utanınca da canı çekmemişti. Birazdan çıktılar. Ekrem'in keyfi yerindeydi. Dursun Karasüleymanoğlu'nun suratını görünce "Ulan bu da mı iyi gelmedi!" diye çıkıştı. Arkadaşı "Yengen..." diye cevap verecek olduysa da "Yahu ne ara yengemiz oldu, pis bir kadın işte!" diye kestirip attı.
Dursun Karasüleymanoğlu o gece Ekremlerde kaldı. Ekrem'in karısı ona temiz yatak serdi, bir bardak suyla bir uyku hapını da başucundaki sehpanın üstüne bıraktı. Dursun Karasüleymanoğlu uyku hapını içmesine rağmen bütün gece uyuyamadı ve penceredeki tülün desenine (cinsini bilmediği bir çiçek, belki de bir kuş) bakarak karısını düşündü. Ancak sabaha karşı, hava ışımaya başladığında, uykuya daldı. Ertesi ay boşanma davaları görüldü. Duruşmadan sonra karısı Dursun Karasüleymanoğlu'na gülümsedi, "Hakkını helal et, Dursun Karasüleymanoğlu." dedi. Dursun Karasüleymanoğlu cevap vermedi ve gönlündeki keder çehresine vurmasın diye dua etti içinden. Bir müddet sonra uykusu düzene girdi. Hayatı da kolaylaştı. Arabasını sattı, işe yürüyerek gelip gidiyor, kendini iyi hissediyordu. Evinin temizliğini ve yemekleri Ekrem'in karısı yapıyordu. Aslında Dursun Karasüleymanoğlu bundan hoşnut değildi. Arkadaşına da, eşine de zahmet vermek istemiyordu.
Çünkü o iyi bir adamdı. Ama arkadaşı ve eşi de iyi insanlardı ve Dursun Karasüleymanoğlu'na yardım etmek istiyorlardı. Ekrem, karısına "En azından sıcak yemek yesin garip." demişti. Ayrıca Dursun Karasüleymanoğlu Ekrem'le karısının çabalarını karşılıksız bırakmıyordu. Emekleri karşılığında Ekrem'in karısına her ay maaşından kendini yormayacak, onların da aile bütçesine (Nasıl demişti ilk kez para teklif ettiğinde: "Ev ekonominize katkıda bulunması için.") destek olacak bir miktar para veriyordu. Kadın da Ekrem de bu parayı kabul etmediler ilkin. Hatta uzunca bir süre direndiler. Ama en sonunda Dursun Karasüleymanoğlu "Ölümü öpün! Almazsanız ölümü görün! Mahcup oluyorum artık, Ekrem. Havva abla, gözünü seveyim..." deyince razı oldular. Epey bir müddet böyle yaşadı; bir buçuk iki sene, yahut da daha fazla, üç dört sene. Karısını unutmuştu artık. Bir gün Havva, kendi anahtarıyla Dursun Karasüleymanoğlu'nun evine girmiş, temizlik yapıyordu. Dursun Karasüleymanoğlu işten geldi.
Havva'yla selamlaştılar. Beriki "Kolay gelsin, Havva Hanım. Ellerine sağlık." dedi, öbürü de "Hoşgeldin Dursun Karasüleymanoğlu Bey, teşekkür ederim." diye cevap verdi. İkisi de mahcup olmuşlardı, çünkü Ekrem'in olmadığı bir ortamda yalnız kalmaları uygun değildi. Dursun Karasüleymanoğlu "Ben mi erken geldim acaba?" diye, Havva'ysa "Geç mi geldim yoksa?" diye düşünüyordu. Şimdiye kadar ne güzeldi, hiç denk gelmemişlerdi. Nihayet Dursun Karasüleymanoğlu kızara bozara "Ben bir çay içip geleyim, Havva Hanım." dedi. Havva da domates gibi bir suratla ama gülümseyerek "İsabet olur." cevabını verip işine döndü. Dursun Karasüleymanoğlu kapıdan çıkarken niyeyse arkasına baktı ve kısa bir süreliğine, Havva'nın iş yaparken eğilip bükülen, genişleyip daralan vücudunu seyretmekten alıkoyamadı kendini. Fena oldu, utandı. Nefes nefese, çarpıntı içinde dışarı fırladı. Bir duvara yaslanıp düşündü: Acaba Havva'nınkiler de farklı mıydı? Ertesi gün yanında yarım kilo fıstıklı kuru kadayıf, yarım kilo da sütlü nuriye baklavasıyla Ekremlere ziyarete gitti.
Çok çok sıkılarak mahallesinde ihtiyaç sahibi, yaşlı bir kadın olduğunu ve artık yemeğini yapıp evini temizlemesi için onunla anlaştığını söyledi. Yalandı tabii. Yalan söylüyordu, çünkü o iyi bir adamdı. "Bu söylediğim yalan sayılmaz." diye düşünüyordu. Ekrem'le Havva darılmadılar. Ama Havva'nın elmacık kemikleri kızardı. Bir süre kendi işini kendi halletmeye çalıştı. Ama ev pisti ve Dursun Karasüleymanoğlu'nun midesine doğru düzgün yemek girmiyordu. Hazır yemek çok pahalıya geliyordu. Mahalledeki bakkala ve aşağıdaki komşuya derdini anlattı. Çok geçmeden bir gündelikçi bulundu. Ama benzer bir sorun baş gösterdi. Dursun Karasüleymanoğlu, tanımadığı bir insana evinin anahtarlarını teslim etmek istemiyordu. Evde yalnız kalmaları da düşünülemezdi. Ne yapılabileceğini düşündü ve daha ilk iş günü kadına "Daire kapısı açık dursun, ben mutfakta oturayım. Siz işinize bakın. Olur mu?" diye sordu.
Daire kapısı açıkken apartmanın sahanlığından evin mutfağı ayan beyan görülüyordu. Kadın gülümseyerek "Olur." dedi. İnce bir davranıştı bu. Çünkü Dursun Karasüleymanoğlu iyi bir adamdı. Kadının temizliği bitince Dursun Karasüleymanoğlu ona yorgunluk kahvesi pişirdi. Çünkü o iyi bir adamdı, her ne kadar ücret ödüyor olsa da kadını yorduğu için biraz mahcuptu. Kendisiyse su içmekle yetindi. Ama sonraki kereler kendisi de kahve içti. Rutine dönüştü bu onlar için. Artık bazen kahveyi kadın pişiriyordu. "Siz de bir erkeğe göre iyi kahve pişiriyorsunuz Dursun Karasüleymanoğlu Bey." diyordu, "Ama benimkinin daha lezzetli olduğunu kabul etmelisiniz. Hem köpüğü de daha fazla." Dursun Karasüleymanoğlu başını sallayarak, kızararak gülümsüyordu. Daire kapısı hep açıktı. Bir müddet böyle yaşadı Dursun Karasüleymanoğlu. Gündelikçi kadınla arkadaş olmuşlardı iyiden iyiye. Birbirlerini tanıyor, huyunu suyunu biliyorlardı artık.
Kadın Dursun Karasüleymanoğlu'na dair nelerden haberdar değildi ki! Bir kez evlenip boşandığını biliyordu; çocuğu olmadığını, kiracı olduğunu, Aksaray'da seyahat acentesinde çalıştığını, eskiden evrak düzenlerken ve -gerçi o da yetse de- daha az bir maaş alırken geçen sene muhasebe kursuna gittiği için şimdi daha rahat olduğunu ve cebinin biraz daha fazla para gördüğünü, bir ara iş yerinde daha da yükselmek için yabancı dil kursuna gittiğini ama maalesef aklının gavur dillerine, İranlıların o melodik diline ve Arapların -Allah günah yazmasın ama- kaba saba konuştuğu Arapçaya ermediğini... Dursun Karasüleymanoğlu kadınla ilgili nelere vakıf değildi ki! İki çocuğu vardı kadının; biri kız, dokuz yaşında ve diğeri erkek, beş yaşında. Çocukların babası ya ölmüştü ya da ailesini terk edip gitmişti. (Dursun Karasüleymanoğlu burasını ilkin umursamadığından aklında tutamadı. Sonradan, olaylar geliştikçe, sormak istedi ama açıkçası merak etmiyordu artık. Ayrıca o adamın bahsi açıldığında sinirleneceğinden korkuyordu. Öyle bir durumda da bir çuval incir berbat olabilir, elde ettikleri güzellik meyve vermeden solabilirdi.)
Eyüp'te, teleferik yakınlarında dededen kalma tek katlı, eski ama temiz ve kullanışlı bir evde oturuyorlardı; kadın cumaları türbeyi ziyarete gidiyor, hafta sonları da bazen çocuklarla sahilde geziyorlardı. Kadın dantel örmeyi (Dursun Karasüleymanoğlu'na büyük bir sanatçı gibi geliyordu kadın; danteller nefisti, Dursun Karasüleymanoğlu bir keresinde çok ince tığlarla örülen bir danteli görünce dayanamayıp "Böyle bir şeyi örmekle ancak manyaklar uğraşır!" diye haykırmıştı. Manyak derken iyi bir şey kastediyordu.) ve akşamları televizyondaki dizilere bakmayı seviyordu. İmkânı olmadığından hayal kurmamaya çalışıyordu ama gönlünde, bir gün nasip olursa, bileklerinde çok değil, üçer dörder tane bilezik görme arzusu yatıyordu... Bir gün yine yorgunluk kahvesi içiyorlardı.
Dursun Karasüleymanoğlu birden kendini tuhaf şeyler düşünürken buldu. Kadın ellerini sallayıp gülerek ve heyecanla bir şeyler anlatıyordu ama Dursun Karasüleymanoğlu onu duymuyordu bile. Dudaklarını, gözlerini, kaşlarını, ellerini, saçlarını, inip kalkan göğsünü izliyordu. Kadın çirkin değildi. Çok genç de değildi ama Dursun Karasüleymanoğlu kadar yoktu yaşı. Titiz biriydi, orası belli; ve yemekleri lezzetliydi. Hepsinden önemlisi, yahut Dursun Karasüleymanoğlu'na göre hepsinden önemlisi, neşeli ve hoşsohbet bir kadındı. Kadın konuşmaya devam ediyordu. Dursun Karasüleymanoğlu ansızın "Nazan Hanım..." dedi. Kadın sustu, gülümsedi, kahvesinden bir fırt aldı. "Nazan Hanım, benimle evlenir misiniz?" Kadın ağzındaki kahveyi püskürttü. Kahve bulaşan eline baktı. Kalkıp havlu alarak etrafı temizlemeye koyuldu. Eli ayağına dolaşıyordu. Kıpkırmızı olmuştu. "Dursun Karasüleymanoğlu Bey, ben..." dedi, başka bir şey diyemedi. Ağlayarak öbür odaya kaçtı.
Evlendiler. Düğüne erkek tarafı olarak Ekrem'le Havva, bir de Dursun Karasüleymanoğlu'nun memleketteki birkaç akrabası geldi. Kız tarafı daha bile dardı. Nazan artık yalnızca kendi evini temizliyor ve ancak kendi ailesi için yemek pişiriyordu. Artık eskisi gibi Allah muhafaza namerde muhtaç kalma korkusu içinde değildi. Hatta kollarında, hayalindekiler daha çoktu gerçi ama olsun, birer bilezik vardı. Kendi zevki için, hobi olarak ördüğü dantelleri konu komşuya, uzak tanıdıklara filan satarak birikim bile yapıyordu. Dursun Karasüleymanoğlu da mutluydu. Çocukları vardı artık, kendisini benimsemişlerdi. ("Sahi," diye düşünmüştü evliliğinin altıncı ayında Dursun Karasüleymanoğlu, "Bizim onca sene niye çocuğumuz olmadı?" Belki de kendisi yahut eski karısı kısırdı.) Sonunda gerçek bir aile sıcaklığı ve saadeti içinde yaşıyordu. Üstelik, ayıptır söylemesi, Nazan Hanım'da çay tarlasındaki kızda, eski karısında ve Kıztaşı'nda gördüğü kadında olmayan bir şeyler, güzel, sıcak, insanı heyecanlandıran, epey farklı bir şeyler de vardı.
Ara sıra sahilde, Bahariye Adaları'na karşı bir sigara tüttürürken "Eskiden böyle değildi." diye mırıldanıyordu Dursun Karasüleymanoğlu, "Eskiden hüzünlüydüm. Şimdi mutluyum. Eskiden böyle değildi. Eskiden çok üzülüyordum. Şimdi memnunum." Bir tek, evleri sobalıydı; biraz zahmetliydi onunla uğraşmak. Aslında Nazan hemen her konuda olduğu gibi, o konuda da Dursun Karasüleymanoğlu'nun yardımına ihtiyaç duymadan işini hallediyordu, hem sonuçta bunca senedir kendisi uğraşmıştı sobayla ama canı durmuyordu kocasının, işlerin illa bir ucundan tutmak istiyordu. Çünkü o iyi bir adamdı. Evlendikten bir buçuk sene sonra bir kış günü, akşamüstü, Dursun Karasüleymanoğlu Tahtakale'de dolaşıyordu. İşten çıkıp buraya yürümüştü. Çocuklara oyuncak bakıyordu. Aldı da. Tahtakale Hamamı'nın önünden geçti. Rüstempaşa Camii'nin oraya çıktı. Yağmur yağıyordu; insanlardan kimisi o kalabalıkta şemsiyeli geziyor, kimisi kapüşonunu şapkasını çekmiş, bana mısın demiyordu.
Caminin önünde, kendisinden beş altı adım ötede karısını gördü. Eski karısını. Yanında bir adamla el ele, güle söyleye yürüyordu. Dursun Karasüleymanoğlu'nun nefesi kesildi. Dizleri titredi. Yere çöküverdi. Birileri yardım etti hemen, bir dükkânın içine çektiler, oturttular, ayaklarını uzattırdılar, ayran içirdiler. Çabucak kendine geldi. Yardımsever vatandaşlardan özür diledi ve onlara teşekkürlerini sundu. Ayran için para teklif etti, "Lafı mı olur!" dediler. Çarşıdan çıktı, tabana kuvvet yürüdü Eyüp'e. Islanmak umurunda değildi. Mehterhane'nin arkasında bir helvacıdan halka tatlısı aldı. (Sıcak irmik helvası ve fırınlanmış peynir helvası satan bir helvacıydı bu dükkân. Ama bir tablada halka tatlısı da satıyordu.) Nazan tatlıları görünce sevindi, teşekkür etti. Dursun Karasüleymanoğlu "Estağfirullah." dedi, teşekkür gerektiğini düşünmüyordu. Evin erkeği olduğuna göre, onlara tatlı getirmiş olması öyle ahım şahım bir hadise sayılmazdı. Yemekten sonra çocuklara birer tatlı ikram edildi. Dursun Karasüleymanoğlu da aldı kendisine bir tane.
Nazan çay içerek televizyona bakıyordu. Karısını sevdiğini düşündü. "Tatlı yesene." dedi yumuşak bir sesle. Kadın gülümsedi. Ama öyle bir gülümsemişti ki sanki gülümsemek onun için çok daha yüce, çok daha güzel, çok daha yüksek bir şeylerin fani, dünyevi, beşeri, yeryüzüne ait, basit, doğal ve ideal ifadesiydi. Kocasının yanağını okşadı, "Sen iyi bir adamsın, Dursun Karasüleymanoğlu." dedi, "İyi ki evlendik. Sensiz geçirdiğim günlerime yanıyorum, keşke daha önce karşılaşsaymışız." Sonra gidip çayları tazeledi. Gelince kendisine tatlı aldı. Ama Dursun Karasüleymanoğlu kendi elindeki yarım halkayı uzatarak "Dur." dedi, "Önce bunu bitir. Ben yarısıyla doydum."