İsmail Pelit ile Söyleşi
allah, en önemli varlık. daha önemli, daha kapsayıcı bir varlık, alan, konu göremiyorum. inanmak benim için çok kıymetli, benim allah’a iman etmem kolay olmadı. bir kere şüphe edip onu sorguladıktan sonra iman ettiğimde, inanmanın ne kadar belirleyici olduğunu gördüm, elbette inkârın da.
internet âleminde herkesin takma bir isim alarak “yazar” olduğu mecralardan birinde, özel mesaj kutuma şöyle bir soru geldi: “ismail pelit başlığında bir tek sen varsın, ismail pelit sen misin?” yani demek istediği şu ki: sadece ben “ismail pelit” ile ilgili bir şeyler yazdığıma göre, benden başka kim olabilir ki “ismail pelit”; tam bir yazar egosantrizmi! peki, ben değilsem, kimdir ismail pelit? modern bir “gizemli yazar” mı, geleneksel bir “derviş meşrep sırlı zat” mı?
her zaman sıradan biri olduğumu düşündüm. birçok düşünceme olduğu gibi, bu düşünceme de pek kimse katılmadı. sıradanlığımı kanıtlamak için yaptığım tüm hamleler de tuhaflığıma yoruldu. uzun süredir hiç kimseye hiçbir şey kanıtlamamaya yeminliyim. sıradan biriyim. bunun da asla tevazu ile ilişkilendirilmemesini isterim. kendimi illa tanımlamam gerektiğinde, müslüman olduğumu söylemekle yetinirim (yanıltmak istemem: bir kul olarak berbat durumdayım. gerçi hiçbir konuda performansımı “iyi” bulmuyorum…) bunun haricindeki tüm kişisel özelliklerim, okur-yazarlığım da dâhil, her şey müslümanlığımla bir biçimde temelden ilişkilidir.
özellikle güney amerika’nın kadim topraklarının hikâyeleriyle büyülenen yazarların “kerameti kendinden fantastik” bir gerçeklik perdesine dolanmalarıyla, zaten bin bir perdenin ardına gizlenmiş olan hakikat, bir kat daha sırlanmış oldu, modern-postmodern anlatılarla. son kitabınız “şeytanın sevdiği ayetler”den başlayacak olursak; bu kitaptaki öykülerde hakikat nerede duruyor? neden bu kadar çok allah, din, rüya vb. meselelere kafasını/kalbini takmış durumda karakterler/anlatıcı?
allah, en önemli varlık. daha önemli, daha kapsayıcı bir varlık, alan, konu göremiyorum. inanmak benim için çok kıymetli, benim allah’a iman etmem kolay olmadı. bir kere şüphe edip onu sorguladıktan sonra iman ettiğimde, inanmanın ne kadar belirleyici olduğunu gördüm, elbette inkârın da. beni kenara bırak, allah’a inanmayan insanlar için de önemlidir inanmak. “inanmak” üzerinde yeterince durulmayan, belki de çekinilen bir konu. bu konuyla uğraşınca “dinci”, “islamcı” diye yaftalanma tehlikesi var. daha kötüsü, birileri sizi küfre girmekle itham edebilir. sizi tekfir edebilir (bir kez başıma geldi. bir metnimde, allah’la konuştuğumu söylemiştim. adamın biri çıkıp, “sen kimsin, kâfir!” diye sordu. “ne sanıyorsun kendini? haddine mi o’nunla konuşmak!” ben de “dua ederken allah’la konuşmuyorsam kiminle konuşuyorum?” diye sordum. ses çıkmadı.) ateist varoluşçuları bir düşünün; neredeyse tamamı tanrı’nın karşısında sağlam durmak, bireyi onsuz inşa etmek için çabalar, inşa etmeye çalıştıkları birey için -istemeden de olsa- tanrı’yı örnek alırlar. tabii bunun üzerinde pek durulmamıştır.
bir insanın kimliği nelere/kimlere inandığına göre biçimleniyor. inkârı da, “inanmak” fiilinin devamı olarak görüyorum. inandıklarımız, inkâr ettiklerimiz sadece kendi hayatlarımızı değil; şu yaşadığımız ülkenin, dünyanın, zamanın yorumlanışını da belirliyor. bireyleri bir topluluğun parçası kılıyor. bir kurgu yazarı olarak en kapsayıcı fiilin “sevmek” değil de “inanmak” olduğunu tespit ettiğimden beri, yazdığım metinlerde inancı, imanı, allah’ı, şeytan’ı, dini, islam’ı öne çıkardım. insanı kavramak isterim. kendimi bilmek isterim. mesela “sevmek” fiili çok kapsayıcı görünebilir ya da “aşk”. aslında bunlar fazla kişiseldir, insanı diğer insan tekleriyle ilişkilendirmez doğrudan. okuyucunun empati yeteneği ya da ihtiyacı sayesinde, bu kişisel konular metinden alımlanır. inanmak, sevmenin her türlüsünü, aşkın tüm biçimlerini en iyi ele alacağımız alanı verir bize.
yazdıklarınızla allah/islam/hakikat arasında önemli bir bağ olduğunu söylüyorsunuz. peki, siz kendisini “müslüman” olarak tanımlayan, en azından dili ile bunu ikrar eden yazarların metinlerine bakınca ne görüyorsunuz? müslüman ya da “geleneksel” diyebileceğimiz bir edebiyat silsilemiz ya da edebiyat teorimiz aşikâr mı?
değil. olamaz da. müslüman yazarlar en temelde aynı kitabı, kur’an-ı kerim’i temel kitap olarak kabul etse de, eserlerinde bu temel kitabın izi apaçık seçilmeyebilir. yazar kur’an ile nasıl bir ilişki kurduğunu bize göstermeyebilir. bazen yazarın kaynaklarını tümden gizlemesi, sadece ima etmesi hikâyeyi derinleştirip okuyucuyu daha önemli bir karakter hâline getirir. evet, karakter diyorum çünkü bir hikâye yazan kişi sadece bir metni kurgulamaz, aynı zamanda o metinle ilişki kuracak okuyucuyu da kurgular. okuyucunun karakter olarak kurgulanmayıp dışarıda bırakıldığı metinler doğrudan edebi değil ideolojik ya da bilimseldir. tezli romanlar, hikâyeler, oyunlar, ilaç prospektüsleri böyledir. okuyucuyu belirli bir gerçeğe ikna etme amacı güden kurgular/ metinler okuyucuyu bir karakter olarak görmez, onları kendi anlatımına inanan ya da inanmayan gerçek insanlar olarak konumlandırır. bu durumda okuyucu bir seçmendir sadece. nazım hikmet’in romanları böyledir. okuyucuyu kurgulamaz: onu daha en başında belli bazı gerçekleri kabul ya da inkar etmiş sayar ve inkar edenlere hiçbir şey sunmaz.
bir kurgu yazarı olarak en kapsayıcı fiilin “sevmek” değil de “inanmak” olduğunu tespit ettiğimden beri, yazdığım metinlerde inancı, imanı, allah’ı, şeytan’ı, dini, islam’ı öne çıkardım. insanı kavramak isterim. kendimi bilmek isterim.
kur’an bir metin olarak böyle değildir sözgelimi. onunla ilk kez karşılaşıp şaşıran bir rus, bana şunları söylemişti: “soru cümleleri çok ve okuyucuya ilişkin o kadar uyarı var ki insan bu kitaba inanmasa da onunla ilişki kurmak istiyor. incil, okuyucu bir ölüymüş gibi anlatır. incil’in okuyucusu çişi gelmeyen ruhani bir varlıktır. hatta kolayca acıkmaz bile. ama kur’an, onu kurcalamamı, onunla kendimi araştırmamı istiyor. günah işleme potansiyeline sahip akıllı bir varlık olduğumu kabul ediyor. şeytan’ın kibrini de insanın zavallılığını da aynı biçimde gösteriyor. incil, şeytanı saf kötü gösterir. kur’an, şeytan’ın kötülüğünü bir iman halkası içinde anlatıyor. en azından bir dilbilimci olarak ben öyle düşünüyorum”. bu rus kur’an’ı dikkate değer bulmuş, ama müslüman olup olmama konusunda ikilemde kalmıştı. bu yüzden bir müslüman gibi umre için arabistan’a gelmişti. imanı yoktu ama kendisine soru sorup kendisini inşa etmek isteyen kur’an-ı kerim’i, onun dünyaya indiği atmosfer içinde görüp algılamak istiyordu. türkçe dahil otuza yakın dil bilen bir bilim adamının kur’an’ı ilahi bir metin olarak değil, sadece bir metin olarak değerlendirişini gördüğümde uyandım: metin ilahi ya da beşeri olsun, en temelde insana temas ettiği ölçüde gerçeklik kazanıyor. bir hikâyenin okuyucuya temas etmesini neler sağlar?
1999’da bunun üzerinde düşünmüştüm. sonunda şuna vardım: din sahibi olsun olmasın herkes inanmakla ilgilidir. ebu leheb, en büyük inkarcı, islam düşmanlarından biri olarak işaret edilir kur’an’da, aslında inanmak konusunda ele alınması gereken en temel karakter odur. en çok kendi gücüne, varlığına inandığı için allah’a inanamayan biri, inkar konusunda değil iman konusunda temel bir karakter prototipini işaret eder. allah’a inananları beğenmediği için allah’ı beğenmeyen biri, kendinde gördüğü neyi beğenmektedir? kendinde gördüğü her neyse, onu kim yaratmıştır?
islam açısından bakarsak: kuran-ı kerim kendi okuyucusunu allah’a iman eden, onun emir ve yasaklarına uyan bir kul olarak inşa etme amacı güder. bu kitaba inanan kullar, bu kitap tarafından büsbütün inşa edilmemiş olabilir. inşaat bir süreçtir. ne zaman başlayıp biteceği kestirilemez. kulun inşa süreci; içine tüm dünyanın, ailenin, toplumun karıştığı bir ilişkiler ağını gözlemlemeyi zorunlu kılar. mustafa kutlu bu böyledir ile sır’da buna odaklanmıştı. uzun hikâye’den sonra başka şeyleri ele alma ihtiyacı duydu. acaba neden?
öncelikle islam peygamberini, ardından ona inanları inşa edip belirlemek isteyen bir kitap kur’an-ı kerim. belirlemek isteyen bir kitaba inanan yazarlar aynı biçimde mi davranır? müslüman olduğunu açıkça gösteren üç yazara bakalım: rasim özdenören, cihan aktaş, mustafa kutlu. bu üç yazar okuyucuyu aynı biçimde kurgulamaz. sadece hikâye kurma biçimleri değil, cümle kurguları, kelime tercihleri, anlatımları; karakteri işleme, onu hikâyenin parçası kılmak için yaptıkları hamleler de farklıdır. metinlerindeki görsel, işitsel, duygusal dokular çok farklıdır. sağlıklı bir değerlendirme için bu üç yazarın metinlerinde kendi vicdanları ile karşı karşıya kalan karakterlere bir göz atmanızı tavsiye ederim. özellikle işlediği günahtan ötürü pişmanlık duyan karakterlere bu üç yazarda da denk geliriz. peki onların pişmanlıkları nasıldır? birbirlerine pek de benzemez. yazarların inancı, onları sanatlarını icra etme konusunda birleştirmiyor. böylece müslüman yazarların, nitelikli metinlerini bir tür gelenek içinde ele almak imkansızlaşıyor.
bir örnek vereyim: rasim özdenören’in bir hikâyesini okumuştum, yaşça benden epey büyük kişiler, bulunduğumuz toplulukta rahatsız olmuştu. neden? okuduğum hikâyenin sol görüşlü bir yazara ait olduğunu düşünmüşlerdi. neden? yazar öztürkçe kelimeler kullanıyor, ileri giderek kapalı bir dille bir adamın/ kulluğu örtük bir bireyin (neden örtük? o birey belki de bir devlet memuru olduğu için, hikâyenin yazıldığı dönemde bir memurun kul olarak görünmesi neredeyse imkansızlaştırıldığı için olabilir mi?) iç dünyasını, aklını okuyucuya göstermek istiyordu. rasim özdenören’in o metni bana kalırsa dikkatli okuyucuya kendi günah işleme arzusunu, bu arzuya karşı koymanın zorluğunu gösteriyordu. günah işlememek için çaba sarf eden birinin, günah işlemese de günahı düşünmesi, onu kendi zihninde kurgulaması, bundan vazgeçememesi kulu/bireyi dünyadan uzaklaştırıyor, kendi varlığı içinde anlamlandırılacak bir varlık hâline getiriyordu. islami jargonla söylersek kulu cemaatten uzağa düşürüyor, ama onu yine de islam’ın sınırları içinde tutuyordu. sanki o hikâyede birey, islam dairesinin sınır noktasında duran bir kul olarak gösteriliyordu.
o zaman şunu anladım: müslüman okuyucu bir tür kur’ani kesinlik bekliyor müslüman hikâye yazarından. ama mümkün mü bu? kur’an, kurmaca bir kitap değil. içindeki meseller bile hz. yusuf’unkini dışarıda bırakırsak ayrıntılı değildir. hz. peygamber’in miraca çıkışını düşünelim. sadece tek bir ayette bundan bahsedilir. ama miraçnamelere baktığımızda tüm kur’an’ı bir yükselişin belgesi gibi görmemizi ister yazarlar. neden acaba? kur’an, okuyucusunu inşa ederken, onun bir imgelem sahibi olduğunu da göz önünde bulundurur. okuyucunun mesellerdeki ayrıntılara takılmasını değil, o ayrıntıları sanki kendi benliğinde kendine has biçimde görmesini ister. okuyucunun görmesi gerekeni kendi varlığında görmesi için, özellikle bazı ayrıntıları göstermez. bir kur’an okuyucusu olarak böyle düşünüyorum ben. onu türkçe meallerden, tefsirlerden okuyup ona böyle iman etmiş biri olarak yanılıyor olamaz mıyım? olabilirim. ama bu yanılgım beni iman sahibi kılmışsa, ondan vaz da geçemem.
bir hikâyeden nasıl olur da kur’an’da bulduğumuz kesinliği ya da çözülmesi imkansız karmaşıklığı bekleyebiliriz? bekliyorlardı. kötünün firavun, iyinin kesin olarak musa gibi göründüğü hikâyeler istiyordu çevremdeki müslüman okuyucular. bu her şeyden önce kur’an’a haksızlık. müslüman kurmaca yazarları buna boyun eğmek zorunda değildi. eğmedi de. o dönemde çokça basılıp satılan hidayet romanları bu ihtiyaca cevap verirken, estetik gerekleri tümden görmezden geldiler. oysa kur’an, estetik güzelliği hiçe sayarak bir gerçeği işaret etmemizi engeller. kur’an’ın indiği dönemde, çok beğenilip kabe duvarına asılan şiirlerle karşılaştırmalı bir okumasını yapmak, demek istediğimin anlaşılmasını sağlar.
sözgelimi cihan aktaş, müslüman olarak tanıyıp bildiğim biri değildi. onu önce bir hikâye yazarı olarak tanıdım. hem de islam ahlakını hikâyede en iyi içselleştiren yazarlarımızdan biridir: islam ahlakının propagandasını yapmaz, o ahlakın görünüp görünmemesiyle ilgilenir. görünmeyen bir ahlakı göstermek, ahlakın propangandasını yapmaktan daha zor, daha anlamlıdır. ahlakın propagandasını yapmadan onu sergilemek, karakterin doğasına katmak da zordur. olmayanı, olamayanı ya da olanlar içinde yokluğuyla bir şeyin varlığına ikna edecek doğru ilişkileri gösterir. çok kıymetlidir bu, kurgu açısından. propangandist metinler iticidir.
metinlerimin bazılarının kesinlikle anlaşılmaz ve gereksiz olduğunu düşünen eşime, şunu söylemiştim: anlamadığın, asla anlayamayacağın bir yazı belki tüm anladığın yazılara bakışını değiştirebilir, bu türden bir değişime muhtaç olabilirsin.
sizin edebiyatınızı tanımlarken “avant-garde” terimi en başta akla gelen kavram. edebiyatta avant-garde olmak, sizin için ne anlama geliyor?
yazdığınız metni okuyan, “yani evet, burada adam değişik bir şey yapmış, biraz tuhaf mı anlatmış ne; ama işte nasıl desem, bir şeyler eksik, edebiyat böyle olmamalı! sevdiğimiz yazılar böyle değil ” diyor, kırk türlü kulp bulup sizi yeriyor, ama üzerinden üç yıl geçtiği hâlde o beğenmediği metni unutamıyorsa, yazdığınız metnin avant-garde olduğu söylenebilir. tabii bir diğer ölçüt de, kitabınızın kesinlikle ticari bir başarı elde edememiş olmasıdır (anayurt oteli’nin, aylak adam’ın ilk baskısının tükenmesi ne kadar sürmüştür? aynı tarihlerde baskı üstüne baskı yapan kitaplardan kaçı bugün yaşayan insanları ilgilendiriyor?) başka bir ölçüt de, o günün metinlerini çok beğenen insanların sizi kesinlikle gereksiz bulması olabilir.
çok satan, adından çok söz edilen bir metin artık yerin üstüne çıkmış, dolaşıma girmiştir. avant-garde olarak nitelenen bir metin ya da yazar, diri diri toprağa gömülmüş gibidir. yazar hayattadır, ama varlığıyla, yazdığı metinle yerin altında kalmıştır. yerin üstünde insanların meşgul olduğu konular vardır. bu konulara temas etse, onlar üzerine düşünse bile, üslubundan, kurduğu metnin yapısından ötürü insanlara, yerin üstüne ulaşamaz. anlaşılmaz bulunur.
bu konuda doğru anlaşılmak için oğuz atay örneğini vereyim. arşivleri, dergileri, bültenleri tararken, oğuz atay’ın yaşarken anlaşılmadığını, hikâyeciliğinin, romancılığının kesinlikle tasvip edilmediğini gördüm (o kadar önemsenen, eleştirileri dikkate alınan adnan benk bile saçma sapan bir değerlendirmeye tabii tutmuştur, şahsen tanıyıp mektuplaştığı atay’ı). ona ilişkin yorumlarda, onun bu ülkenin toplumsal gerçeklerinden ne kadar uzak olduğunu, yapma bir insanı anlattığını söylüyordu o zamanın yer üstü yazarları. şımarıkça bir bencillikle toplumsala ilişkin sorumluluk almaktan kaçındığını söylüyorlardı (sağcılar zaten onu algılamamıştı bile. tek satır göremezsiniz. solcular da kendi yetersizliklerini sergileyecek kadar algılamıştır atay’ı). onlara kalırsa, halkın ihtiyaç duyduğu duygusal dokuyu gösterme yeteneği yokmuş oğuz atay’da. bugün bakıldığında belki en net göreceğimiz şey, duygulardır oğuz atay’da. oğuz atay’ın avant-garde nitelemesinden kurtulup yer üstüne çıkması için, kendi bedenini yer altına kesin biçimde göndermesi gerekiyordu. hakkında çıkan tüm olumlu eleştiriler, kesin övgüler, ölümünden sonra piyasaya çıktı. o yaşarken onu burjuva sanatıyla meşgul olduğu için eleştirenlerden bazıları, ölümünün ardından fikirlerini değiştirdi. bugün oğuz atay güncel edebiyatla ilişkili tüm okur-yazarları etkilemiş, göz ardı edilmesi imkânsız bir sanatçı.
yani avant-garde etiketi, bir yazara bir süreliğine iliştirilir; ama sürekli onun üzerinde kalmaz. yazdığım metinler 27 (yirmi yedi) yayınevi, 30’dan fazla editör tarafından geri çevrildi: yazdıklarımın insanları ilgilendirmediğini söylemediler. yazdıklarımla ilgilenmediklerini söylediler. yayınevlerinin yer üstünde bir adrese sahip oldukları düşünülürse, reddedilen yazarlara mezar çukurları kalıyor. bazı yayıncılar yerin altına da inebildikleri ya da mezarlıkları anlamlı buldukları için avant-garde metinleri basabiliyor.
georges perec’in, hiç “e” harfi kullanmadan kaleme aldığı “kayboluş” romanını anımsatan, yine avant-garde diyebileceğimiz, bir kitabınız var: yoksul metin. siz de bu kitapta hiç “a” harfi kullanmadan bir yolculuk/yoksulluk hikâyesi anlatıyorsunuz. oulipo akımının sınırları sizin kaleminizi nasıl çevreliyor?
ben yoksul metin’i yazmayı ilk düşündüğümde, perec’ten habersizdim. heyecanla notlar alıyordum, 1997’de. sonra perec’in kitabını öğrenince hem üzüldüm, hem meraklandım. kırık dökük bir fransızca ile kitabı sökmeye çalıştım. başarılı olduğumu söyleyemem. ama bir metnin, gerçekten bir ruha sahip olması için bazı şeyleri içermesinin gerekli olduğuna inandım.
bazen bir metnin içermesi gereken, bir harfin yokluğu olabilir. anlamın varlığını işaret eden yokluk, hayatı, dünyayı ele almak için benzersiz bir alan verir. oulipo, bu noktada mühendisliği edebiyatla ilişkilendirdi. edebiyatın bir hesap kitap işi olduğu önceden pek de görülmüyordu. mühendislik, bir tasarımın gerçekleşmesi için sınırların içini dışını denetlemeyi, ince hesaplar yapmayı gerektirir. klasik şiirimizi, aruz veznini düşün. şiir yazmak için duygular, fikirler kadar, hesap yapma yeteneği de gereklidir aruz kullanacaksak. ne ki, kurgu söz konusu olduğunda bunun üzerinde durulmaz. yapıya dikkat etmenin anlamı iletmek, onu okuyucuda görünür kılmak için bir gereklilik olduğunu kavramamı sağlayan metinlerden biri silgiler’dir. bu metin bendeki roman biçimini, kurgusunu silerek kendi gerçekliği için bir alan açmıştı. bakın şimdi, yeni romancılar’ın biçimciliği ile oulipo’nun biçimciliği, iki ayrı alanda aynı hassasiyeti işaret etmek istiyordu: edebiyat, duyguları iletmenin ötesinde, duyguların ortaya çıkacağı alanı, insan zihnini biçimlendirmeyi ya da onu her şeyi yeniden ele alacak biçimde kurgulamayı amaç edinebilir. metinlerimin bazılarının kesinlikle anlaşılmaz ve gereksiz olduğunu düşünen eşime, şunu söylemiştim: anlamadığın, asla anlayamayacağın bir yazı belki tüm anladığın yazılara bakışını değiştirebilir, bu türden bir değişime muhtaç olabilirsin. eşim, bunu da anlaşılmaz bulduğunu söyleyerek beni gülümsetmişti.
birçok yazar popüler olmanın peşinde internet ve sosyal medya mecrasını kullanırken siz, belki de sınırlı bir sayıda kişinin düzenli takip ettiği, ismailpelit.blogspot.com adresinde oldukça zihin açıcı metinler paylaşıyordunuz. sonra onları da birdenbire siliverdiniz. okunur olmak mı, yazıyor olmak mı sizin için başat eylem?
ben en başında yazdıklarımın sadece birkaç kişiyi ilgilendirebileceğine inanmıştım. doğru anlaşılmak isterim: belki binlerce insan yazdıklarımı okuyabilir; ama bu, o metinlerin tüm okuyucuları ilgilendirdiğini göstermez. bir metni okur, onu anlamak için zaman harcar, ama sonunda o metnin sizi ilgilendirmediğini görebilirsiniz. okumak kesinlikle öncelikli. okuduğum metinlerin beni nasıl etkilediğini, yazmaya ittiğini anlatmaya kalksam, muhtemelen baş ağrıtırım. elbette yazmak da önemli. şu var; yazdıklarımı hemen ortaya çıkarma gereği duymam. bekleyebilirim. bekledim de. yayımlatma konusunda acele etmem.
son olarak; ismail pelit bir postun üzerine bağdaş kurup bir öykü anlatmak istese, bize ne anlatır?
size şöyle bir hikâye anlatırım: