ismail pelit cinayeti
ismail’in modern dünyaya karşı geliştirdiği binbir çeşit duruşu vardı. sıcak yaz günlerinde, kafelerde müşterileri serinletmek için soğuk püskürten düzeneklere karşıydı mesela. imza günlerine, arka kapak yazılarına ya da fotoğraflarının yayılmasına da karşıydı.
ismail pelit’i bu şekilde göreceğimi tahmin etmemiştim. ankara’ya tedavi için gelmişti. belindeki illet yürümesine mani oluyordu. omurgasının muhtelif yerlerinde dokuz fıtık peyda olana kadar acıya dayanmıştı. doktorla görüşmesinin ardından duruma göre ya hastanede ya da kızılay’da buluşacaktık. sözleştiğimiz tahmini saatin üzerinden epey bir zaman geçmesine rağmen ses çıkmadı. telefonu kapalıydı. etlik’teki babasına ait olan metruk denilebilecek eve gitmeye karar verdim. adrese vardığımda kapının önünde iştahla arabasını yıkayan birini gördüm. yaptığı işten nasıl da haz aldığını düşünerek ona imrendim. kapıyı tıklatırken açık olduğunu fark ettim. içeriye girdiğimde toz ve rutubet kokusu yüzüme vurdu. evin pek kullanılmadığı antresinden itibaren belli oluyordu. hemen ayırdına varamadığım, sonradan barut ve duman karışımı olabileceğini düşündüğüm bir koku daha geliyordu. salona girdiğimde ismail pelit’i fıstık yeşili çekyatta sırtüstü yatar vaziyette buldum. sağ kolu aşağı sarkmış, eli kan göletinin tam üzerinde duruyordu. göbeğinin üzerinde duran sol eliyle bir ustura tutuyordu. bu devirde ustura mı kaldı, diye düşünsem de durumu garipsemedim.
ismail’in modern dünyaya karşı geliştirdiği binbir çeşit duruşu vardı. sıcak yaz günlerinde, kafelerde müşterileri serinletmek için soğuk püskürten düzeneklere karşıydı mesela. imza günlerine, arka kapak yazılarına ya da fotoğraflarının yayılmasına da karşıydı. ustura da jilete karşı duruşunun bir işareti olabilirdi. gidip yakından inceledim. Elindeki tendonlar fena hâlde parçalanmıştı. Sinirleri kopuk kablolar gibi sarkıyordu. filmlerden öğrendiğim klişe bir hareketle nabzını kontrol ettim. bedeni henüz katılaşmamış ve dokunduğum önceki ölülere nazaran -üniversite yıllarında iki yakınımın cesedine temas etmek zorunda kalmıştım- buz kesmemişti. ölmüştü ve gözleri canlı haline kıyasla daha bir “çılgın dâhi” gibi bakıyordu. dudaklarında dehşet mi yoksa tebessüm mü vardı? anlayamadım. sağ tarafımdan ince bir migren sancısı geçince sağa doğru sendeledim. ayağım kan birikintisinin yanındaki daha önce görmediğim poşete takıldı.
eğilip poşeti alırken starbakslarda servis edilen cinsten şeffaf ve plastik bir bardağın yatay vaziyette durduğunu gördüm. poşetin içindeki kitapları elimde tutarken daha fazla vakit kaybetmeyip polisi aramaya karar verdim. “intihar süsü verilmiş bir cinayeti bildirmek istiyorum” deyince hattı başka birine aktardılar. durumu tekrardan, sesi sigaradan çatallanmış adama kısaca izah ettim. “cinayet olduğunu nereden biliyorsunuz?” diye sordu. “ismail pelit’i okusaydınız intihar etmeyeceğini bilirdiniz” dedim. “romanlar, hikâyeler böyle şeyleri kanıtlamaz ülkemizde” diye cevap verdi. telefonun öbür ucundaki adamın ağzının genişlediğini görebiliyordum. tam da burada esaslı bir aforizmayla cevap verebilecekken, merhuma saygımdan sustum. adresi istedikten sonra olay mahallinden ayrılmamamı söyledi. telefondaki ses gevezeleşirken, poşetten çıkan kitapların isimlerine bakıyordum. bunlar ismail’in eserlerinden bazılarıydı; köpekler ve allah, şeytanın sevdiği ayetler, enis batur’u öldürmek ve mûsiki bu. bir tuhaflık vardı.
ne yapacağımı bilmeden kendimi dışarı attım. adam arabasını parlatma aşamasına geçmişti. saatlerdir bu işi yapıyor olmalıydı. “bu binaya giren tuhaf birini gördün mü?” diye sordum. “ne gibi tuhaf?” dedi. “bilemiyorum, dikkatini dağıtan herhangi bir şey ya da biri.” krema kıvamında bir madde sürüyordu kaputa. budist rahiplerde bile olmayan dinginliği bir an dağıldı ve “evet, evet” dedi. başıyla solunu işaret ederek “biri şu tarafa doğru geçti aksayarak. bu yaz sıcağında kafasına kapüşon geçirmiş olması tuhafıma gitti.” dedi. hemen o tarafa doğru yürümeye başladım ama nereye gittiğime dair en ufak bir fikrim yoktu. kimi arıyordum? ismail’in birçok düşmanı olabilirdi. kurmaca da olsa sevdiği yazarları öldürmeyi seven biriydi. ismet özel hastası bir okurunun tehdit mektupları yazdığını biliyordum.
ismail kitabının başında bağırsaklarını deşerek öldürmüştü özel’i. taptığı yazarı kanlar içinde, işkembesi akmış bir vaziyette tahayyül etmeye dayanamayan şahıs da ismail’i aynı duruma sokmak istiyordu. ahmet güntan ya da enis batur okurlarından böyle arıza tipler çıkacağını sanmasam da ismail’in karşısına aldığı azımsanmayacak birçok güruh vardı. soluklanmak için adımlarımı yavaşlatıp önüme baktığımda yerdeki birtakım izler dikkatimi çekti. hemen dibimdeki şantiyeden gelen toz ve kum kaldırıma dağılmıştı. ortalıkta suya dair hiçbir şey olmamasına rağmen kurumaya yüz tutmuş ıslak ayak izlerini görebiliyordum. biraz ileriye doğru baktığımda izler damlacıklar hâlinde devam ediyordu. gözümü yerden ayırmadan adımlarımı hızlandırdım. damlacıklar buharlaşmadan adamı bulmalıydım. su izleri beni bir cami avlusuna kadar götürdü.
abdesthaneye giden merdivenleri inip alçak tavanlı bir bölmeden geçtim. sırtı bana dönük yarı çıplak bir adam çıktı karşıma. tuvaletçilerin ücretleri aldığı camlı bölmenin içindeydi. her yana yayılmış elbiselerden, kirli çekyattan ve yığılmış bulaşıklardan anladığım kadarıyla burası aynı zamanda adamın yaşadığı oda olmalıydı. elbise yığının üstünde de lacivert renk kapüşonlu bir üst vardı. “onu neden öldürdün?” diye sordum. bana doğru döndü ve sakin bir şekilde “ne öldürmesi?” dedi. “inkâr etmene hiç gerek yok. ismail pelit’i öldürdüğünü biliyorum,” dedim. elini elbise yığınına attı ve üstüne hardal sarısı, üzerinde yağ lekeleri olan bir tişört geçirdi. “tanımıyorum öyle birini,” dedi. “üstünü niye değiştirdin? ıslandın mı yoksa?” diye sorunca gözü istemeden yerde duran ıslak pantolona kaydı. “git başımdan, belanı arama!” dedi. para verilen camlı bölmeye eğildim ve “ismail pelit ‘buz medeniyettir’ der. duymuş muydun hiç?” diye sordum. ne yapacağına karar veremiyor gibiydi. sağa sola bakınmaya başladı.
“ismail buzunu hiç eksik etmez. salondaki bardak boştu. etrafa su falan da dökülmemişti? sahi senin neyine buz? medeniyet mi lazımdı?” diye sordum.
“tamam,” dedi. başını hızlı hızlı sallıyordu. “ismail pelit’in evine gittim; ama onu ben öldürmedim. sadece intikam alacaktım. biraz dalga geçecektim belki. ama gittiğimde bileğini çoktan kesmişti. onu öyle görünce sevinmediğimi söyleyemem. fakat tuhaf olan bir şeyler vardı. adam sanki acı çekmiyordu. tam tersine fevkalade huzurluydu. sonra bardağın içindeki buzları seyrettiğini fark ettim. dedim ya, nefret ederim ismail’den. suratındaki huzuru yok etmek için, son bir işkence olsun diye, buzları aldığım gibi ceplerime doldurdum. ama ben öldürmedim.”
“çok hararetli biri olmalısın. epey hızlı eritmişsin buzları,” dedim. sallanmayı bırakıp bana bakmaya başladığında gözlerinin içinde ufak bir kızıllık belirdi. “ben öldürmedim diyorum ulan, siktir git! polisi mi arıyorsun, kimi arıyorsan ara!” kapıyı içeriden kilitlemişti. camlı bölmeden konuşmaya devam ettim: “hayır, onu sen öldürdün.”
“ismail bir deliydi. her gün intiharı düşünürdü. nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”
“metinlerini okusaydın canına kıymayacağını bilirdin.” adamın suratı önce donuklaştı. kısa bir sessizlikten sonra kikirdemeye başladı. sesi gittikçe yükselirken gülüyor mu yoksa ağlıyor mu karar veremedim. deli olduğuna inanmaya başlamıştım. çıkardığı sesi birden kesti ve ciddiyete büründü.
“o metinleri beraber yazmıştık. ‘erkeklerin dini’ni kurarken kadınlara nasıl tapılması gerektiğini ona ben anlattım. allah’ın pink floyd sevdiğini ben söyledim, bir amaç, bir tutku varsa günaha girmenin gereğini, affedilmenin tadına varmak için kirlenmeyi bile benden öğrendi. kimi zaman kafamız uyuşur, kimi zaman fikirlerimiz çatışırdı. sevdiğim ayetleri gösterdim ona. hayran hayran baktı bana. allah’ın beni ne kadar sevdiğini görünce şaşırdı, bilgimi, aklımı takdir etti,” dedi.
“ulan niye öldürdün o zaman?”
“sen de biliyorsun ben öyle bir şey yapamam. bir keresinde silahı kafasına dayadığında ben vazgeçirdim. niye öldürecekmişim onu. öldüremem ki. ben sadece fısıldarım. niye inanmıyorsun bana? adam takıntılı. herkesi gebertmek istiyor. köpekler ve allah’ta da öldürmedi mi kendini?”
“intiharı düşünmekle intihar etmeyi düşünmek ayrı şeylerdir. şu işin aslını söyleyemiyorsun çünkü mağrursun. kıskanıyorsun onu değil mi?” yine sallanmaya, kısık sesle kikirdemeye başlamıştı. “ikiniz de allah’a âşıksınız ama allah onu sevdiği gibi sevmiyor seni. gücüne gidiyor değil mi?” diye sordum.
sesini kısarak, “allah bazı yerlerde yoktur,” dedi. sesi iyice fısıltıya dönüştü: “bunu ben söyleyemem hâşâ, ama o söylerse daha çok seviliyor.”
“ulan salak! onu ismail değil kitabın karakteri söylüyor. ama haklısın bizim öyle bir avantajımız var. hâlâ esas meseleye gelemedin. neden öldürdün onu?”
“ben öldüremem. fısıldadım ona. ismail grafomandır. yazmadan yapamaz. ölmekten beter olur. en büyük korkusuydu sağ elini kaybetmek. sen sağ eline tapıyorsun dedim. o da dünyadaki tek korkusundan kurtulmak ve yanıldığımı ispat etmek için bileğini kesti.”
para bölmesine eğilmekten boynum tutulmuştu. şerefsiz de hiçbir şeyi doğru düzgün anlatmıyordu ki. boynumu ovuşturarak sordum ona “hepsi bu kadar mı?” kafasını salladı sadece. tepemin tasının atmasıyla kapıyı teklemeyerek açmam bir oldu. perçemlerinden tutup dizlerinin üstüne çöktürdüm.
“neden kıskandım diyemiyorsun? kitaplarını götürdün ona, altına senin de adını müellif olarak yazsın istedin. o da tuttu abidik gubidik şekiller çizdi sana. yazdım işte görmüyor musun, dedi. dalga geçti, aşağıladı sandın. doğrattırdın elini?”
kikirdemekten konuşamıyordu. tuhaf sesler eşliğinde, “nereden? nereden bildin?” diye sordu.
“ismail’in modern dünyaya karşı geliştirdiği binbir çeşit duruşu vardı. kitapların poşete koyulmasına karşıydı,” dedim.