İsim Defterleri
Amfide yerimi aldım. Bu gördüğüm insanlar benim yeni arkadaşlarım olacaktı; ortaokul ve lisede başaramadığımı üniversitede başarmalıydım. Bilhassa içimden hiçbir şey geçirmemeye çabaladım. Çünkü son tecrübemden bunu öğrenmiştim, ilk tecrübemden de her soruyu duymamam gerektiğini. Nihayetinde burası bilim yuvasıydı.
İlk kez biryolu tek başıma yürüyecektim. Üstelik mezar taşları sıra serviler gibi her iki yanda uzanan bir yolu. Ben kara naylon poşetimdeki subaramla içimdeki korkuyu bastırmaya çabalarken, işte şuradan uzun saçlı, uzun tırnaklı pis bir cadıfırlayacak da beni ensemden yakaladığı gibi ormandaki örümcekli kulübesine götürecek diyordum. Çok şükür dediğimle kalıyordum da her defasında, sağ salim varıyordum camiye.
Varmakla bir rahat nefes de alamıyordum. Çemberimi başımdan çekip almasınlar diye uçlarını tam üç kez boynuma doluyordum. Allah’ın evine ileride meleğe evrilebileceği ümidiyle girebilmiş o küçük şeytanlar, bugün de kikirdeşip çemberimi çekip almaya gayret edeceklerdi başımdan. Çillisinin gülünce ön dişlerinin aralığından fırlayacaktı dili çıyan gibi. Sonra ben aslında kızıyordum anneme ama. Annem bana: “Uslu dur der, uslu dur, yoksa yanar canın.” Elindeki jileti bir bakır tastaki sabunlu suya sokar bir başıma götürür. Bana sorarlardı: “Sen kimin oğlusun?” Ama ben derdim onlara, ben oğul değilim, ben kızım. Sonra ben aslında kızıyordum anneme ama. Fakat annem çok sıcak yavrum, derdi. “Çok sıcak, yanarsın sıcaktan.” Bana ne derdim, ben de bana ne. Yanayım.
O yaz cami bitince çok sevindim. Hem caminin bitmesine hemde ilk kez okula gidecek olmama. Şimdi önümde yeni bir yol uzanıyordu. Okul yolu. Okul yoluna yalnız da gidecek değildim. Elif’le beraber gidecektik. Ama sonra yalnız gitmek istedim ben. Yalnız da giderdim, gitmiştim ya camiye. Elif’in uzun kıvırcık saçları vardı, benim kısa erkek saçlarım. Elif’in geniş dantelli yakalığı vardı, benimse, dantelsiz, düz yakalığım. Yalnız da giderdim. Hem ben girince oraya, aralarına, içimde bir şey kendini hissettirmeye başladı, dayanamadım daha fazla. Orada, içimde bir şey yanaklarımdan süzüldü. Ben gitmek istedim eve. Elif beni göndermedi.
Sonra Elif bana öğretmen sorunca ne cevap vereceğimi öğretti. Ama benim soyadım öyle değildi. Kendisinin soyadıydı o. Ben utandım hayır demeye ve öğretmen sorduğunda öğretileni söyledim. Sonra ben aslında kızıyordum anneme ama. Beni şimdi de okula göndermişti. Buradayım, diyordum öğretmenim buradayım adımı duyunca ama benim soyadım değildi o. Yine de okula gittim, eve geldim; çok gittim, çok geldim. Boyum uzadı ama yine buradayım, dedim öğretmenim buradayım. Çok sıkılmıştım halbuki buradayım demekten, o soyadından, sıkılgan, içine kapanık, cevabı bildiği halde kekeleyeceği korkusuyla parmak kaldıramayan kız olmaktan çok sıkılmıştım.
Kurtulmalıydım bunlardan. Önüme yeni bir yol çıkacaktı, seneye orta okula başlayacaktım. Bu fırsatı iyi değerlendirmeliydim. Kendime yeni bir isim bulmalıydım. Yeni yola o isimle girmeliydim. Herkes beni o ismimle çağırmalıydı. Oyaz bütün vaktimi bu isim için ayırdım. Tam üç defter tükettim. Bir sürü isim buldum kendime. Yazdım durdum, sonra beğenmeyip sildim durdum. Tam üç defter. Bazılarını kulağımı tırmaladığı için sildim, bazılarını hiçbir anlam ifade etmediği için. Bazılarını az buldum,bazıları çok ağır geldi, altında ezildim. Bazıları daha ilk seferinde ölü doğdu, bazıları iki günde eskidi. Bazılarının bilinmeyen bir anlamının olduğuna kapıldım ve beni korkuttular. Bazıları ise çok komikti.
— Penzey, neden orada yalnızsın?
— Penzey, koş, arkana bakma!
— Penzey, o çilli kıza bir gün haddini bildirmelisin.
Penzey,Zeynep’in buçuk tersiydi ve yabancı bir ismi çağrıştırıyordu. Sevmedim.
— Herna, bize ne avladın?
... Bir gün Herna kalabalıklara seslenmiş:
— Sizi, ben bile kurtaramam!
Herna, Herkül ile Zeyna’nın karışımıydı. Kendime hâlâ birisim yakıştıramamıştım. Oysa yarın yeni okuluma başlayacaktım. Son gün “Ahnar, neden buradasın?” deyip duruyordum kendime. Cevabını bir türlü bulamama rağmen bu ismi aldım. Ahnar! Bir alışkanlık olarak da hâlâ kendime bu soruyu sorar ve cevaplayamam.
Yarını heyecanla bekledim. Çok şükür geldi ve ben artık yeni bir yola girdim. İçim içime sığmıyordu. Sınıfın arka sıralarında kendini tanıtma sırasının bana gelmesini bekliyordum ama aklım babamın mesleğinin ne olduğuna takıldı. Babamın tam bir mesleği yoktu, belki de babamın mesleği hiç yoktu. Ben bunu düşünürken birden sıra bana geldi ve ben, ben Ahnar diyecekken eski adımı söyleyiverdim. Sonra ben kendime çok kızdım ama. O kadar kızdım ki üç defteri de yırtıp attım ve kendimle konuşmadım. Fakat olanlar olmuştu ve pes etmek bana yakışmazdı. Azimli olduğumu söylemiştim ya da şimdi söylüyorum.
Ben azimli bir kızım. Yeni bir yol gelecekti yeni okulla beraber nasılsa. O zaman kendime daha güzel isimler bulabilirdim hem. Ki ha demeden geçti üç yılve ben o yaz isim bulmak için yine çok çabaladım. Kendime uzun uzun isimlerle sesleniyordum. Anlamını yalnızca benim bildiğim isimler, büyülü ormanların isimlerine benzeyen isimler, başka boyutların işaretlerini taşıyan isimler... Yalnızca sevdiklerimin beni çağıracağı isimler de buldum. Kızdığım zamanlar da başka isimlerim oluyordu, beni anlamadıklarında başka isimler... Ya da denizi seyredeceksem bambaşka, yeni bir isim alıyordum, her duruma, her duyguya uygun isimler yazdım defterime.
Yeni okuluma giden yol virajlıydı epey. Yine içim içime sığmıyordu. Henüz yeni ismimi alıp eski çekingen ve alıngan yapımı yırtıp atamadığımdan usulca arkaya geçip oturdum. Bu defa daha da heyecanlandım. Kendime sakin ol dedikçe sakinleşemedim ve heyecandan bayılmışım sıra bana gelince. Gözlerimi odamda açtım.
Sonra ben kendime daha çok kızdım ama. Daha çok küs kaldım. Daha komik, saçma, anlamsız isimlerle seslendim. Sonra üstelik en güzel isimlerimi oçilli kıza verip içimden onu çağırdım. Onunla oyunlar oynadım ve kendimi ona hep yenik düşürdüm. Fakat kızgınlığım geçince pes etmeyen yanım geldi ve buna bir son verdi. Yeni bir yola girecektim ne de olsa. Üniversiteyi kazanabilirdim. Hâlâ şansım vardı. Fakat üniversiteyi kazanmak için o kadar çalıştım ki kazandım da ama isim bulmayı son güne erteledim.
Çok şükür o gün de geldi. Çok uzun yollar aşmış, uyumuş uyanmış üniversite şehrime gelmiştim. Başımı kaldırıp üniversitenin kapısına baktığımda sen misin yaman ben miyim yaman göreceğiz, bile dedim. Biraz fazla abarttığımı kendime hissettirmedim. Son şansımdı, ondan. Amfide yerimi aldım. Bu gördüğüm insanlar benim yeni arkadaşlarım olacaktı; ortaokul ve lisede başaramadığımı üniversitede başarmalıydım. Bilhassa içimden hiçbir şey geçirmemeye çabaladım.
Çünkü son tecrübemden bunu öğrenmiştim, ilk tecrübemden de her soruyu duymamam gerektiğini. Nihayetinde burası bilim yuvasıydı. Profesörler çok başka, bambaşka sorularla beynimizin çok ücrasında kalmış yerlerden bırak geleceği, geçmişi bile değiştirecek sorular, yaratıcı düşünceler doğurtabilirlerdi. Ama dediğim gibi ilk gün konsantremi kollamak zorundaydım. Bu yüzden kulaklarımı tıkadım. Gerçekten de hiçbir şey duyamaz oldum. Sonra niyeyse herkes dışarıya çıkmaya başladı.
O vakit kulaklarımı açınca dersin bittiğini, tanışma faslının da geçtiğini pek âlâ anladım. Beynimden vurulmuşa dönmedim, o an beynimden vuruldum. Beynimden vurulmuş şekilde ilerlerken yanıma biri sokuldu. Onun da kocaman kafası, ipince boynu vardı. Affedersiniz, dedi. Affettim, söyle dedim sırıtıp boynuna bakarken. Benimkinden bile inceydi. Tövbe. Niye böyle demiştim ki çocuğa. Çok üzgündüm, ondan. O da sanki kalbinden vurulmuş gibi değil, kalbinden vurulmuş halde yüzüme bakıyordu. Onun vurulmuşluğu benim vurulmuşluğumu bana unutturdu gel zaman git zaman. Sonra yürüyelim mi dedi de bana, ben de yürüyelim dedim de ona yürürken tam üç çocuk doğurduğum, evimin hanımı olduğumu bile fark etmedim. Bu da öyle bir acayip yoldu. Uzun bir yol. Hatta çocuktu, evdi, yemekti, derken kendime yeni bir isim almayı bile unutmuştum. Ta ki bir gün kızımın isim defterine rastlayana kadar ama.