İrem şehri diyorlardı adına

Ad’dan sonra aynı yarımadanın kuzeyine Semud kavmi geldi bu kez.
Ad’dan sonra aynı yarımadanın kuzeyine Semud kavmi geldi bu kez.

Ad Kavmi hakikat’i tehdit etti ve “kulakları patlatan bir kasırga” geldi bir gün İrem şehrine, değdiği her şeyi un-ufak eden bir kum fırtınası, inkâr edicileri yutan devasa bir çöl rüzgârı. Yedi gece-sekiz gün sürdü azap. Kral Şeddat’ın cennet bahçesi dediği İrem şehri koskoca bir toz yığınına dönüştü. Çöl fırtınası bir azap yorganı gibi örtmüştü üzerlerini. İrem, Ahkâf oldu.

”Ortaokulu bir serçe kentte okudum.

Bilecik’te.

Ailemiz sürgündü orada.

Parasız yatılıydım.

Yani hem sürgün, hem parasız, hem yatılı.“

Cemal Süreya

ÂD VE SEMUD

“Büyük Tufan”ın üzerinden yüzlerce yıl geçmiş, yeryüzü şakaklarına biriken ağrılarından kurtulmuş ve dünya ilahi iradenin tecellisiyle yeniden kurulmuştu. Putperestlik sona erdirilerek, salih bir tevhid toplumu inşa edilmişti. Birbirleriyle tanışmak üzere yaratılmış her renkten kavim, kâinatın farklı köşelerinde büyük bir ahenk içinde “hayat” buluyor ve yedi iklim, beş kıta, dört bucakta hakikat’in kutlu sesi yankılanıyordu. Feri sıyrılmış gözlere, sağırlaşmış kulaklara ve buzla kaplanmış kalplere rağmen “konuşan” yalnızca ebedi mutlak olan hakikatti... Ama yeryüzü insanoğluna ibret olmaya devam ediyordu.

İri cüsseleri ve olağanüstü fizikleriyle dikkat çeken Âd Kavmi, güneşin tüm kızgınlığını emmiş o çorak çöllerin ortasında rüya bir şehir kurarak; bolluk, refah ve şatafat içinde yaşamaya başlamışlardı. Sakinlerinin damarlarına taze kan taşıyan bu şehrin dehşetli bir güzelliği vardı. Görenleri büyüleyen, kapısından içeriye adım atanları kendisine âşık eden ve uzaktan beyaz bir inci gibi parıldayan, dünyanın insan eliyle yapılmış en güzel şehriydi burası. Büyük sütunlar ve gökdelen kulelerle çevriliydi etrafı. İrem şehri diyorlardı adına. Âd Kavmi, sırtını kayalara dayamış yüksek mermer sütunlarla örülü hanelerinde, istedikleri her nimete ulaşarak, süt pınarlarından, şerbet denizlerinden ve bin çiçekli tarlalarından geçerek vardıkları meyve ormanlarından nasiplenerek geçiriyorlardı günlerini.

Yemyeşil bahçelerden, bereketli bağlardan ve serin ırmaklardan rızıklanıyorlardı. Ama kalpleri alabildiğine kararmış ve bu nimetlerin mutlak sahibini çoktan unutmuşlardı. Büyüklenmiş, kibirlenmiş ve hatta variyetlerini üstünlük bilip komşu kavimlere zulümle, zorbalıkla muamele etmeye başlamışlardı. Alaycı ve bozguncuydular. Azgınlıklarını nişan gibi göğüslerinde taşıyorlardı üstelik. Gurura ve şehvetli bir ihtirasa kapılmış, kışkırtılmış nefislerine köle olmuşlardı. İrem şehri, uğursuz bir şirk örtüsüyle kaplanmıştı sanki. Onca güzelliğin içinde kapkara bir bulut gibi gökyüzünü örtüyordu bu sarhoşluk.

Hz. Nuh’un yeryüzünü bereketlendirdiği, dünyanın müşriklerin küfürlerinden temizlendiği ve putperestliğin yok edilerek safi bir tevhid toplumunun inşa edildiği günden beri, yani o hayırlı “büyük tufan”ın şirkkıran baltasının dillere ve kalplere indirilmesinden beri putlarına geri dönen ilk kavim olmuştu Âd halkı. Taptıklarına söz vermişlerdi, felaket kapılarındaydı, İrem şehrine gazabı davet ediyorlardı. Kibir, karınlarında ateş gibi kaynıyordu. Putlarının kulaklarına benliklerini fısıldayıp, hakikatin kıymetine yüz çevirmeyi seçmişlerdi. Ve Nuh aleyhisselamin oğlu Sam’in neslinden Hz. Hûd, kavmine uyarıcı olarak gönderildi. Risalet’i tebliğ etti onlara. Merhametli, adil ve şefkatliydi. Kavmi, Hz. Hûd ile alay etti. Ona kötü sözler söylediler. Kuvvet zehriyle sarhoş olmuşlardı. Kibir ateşiyle yanıyorlardı. Hz. Hûd sabretti. Kavmini uyarmaya devam etti. Hûd’un elçiliğini ve sözlerini yalanladılar. Helak yakındı. Uyarıcı gönderilmişti. Kibir kör bir ateş gibi her tarafı sarmıştı.

Ad Kavmi hakikat’i tehdit etti ve “kulakları patlatan bir kasırga” geldi bir gün İrem şehrine, değdiği her şeyi un-ufak eden bir kum fırtınası, inkâr edicileri yutan devasa bir çöl rüzgârı. Yedi gece-sekiz gün sürdü azap. Kral Şeddat’ın cennet bahçesi dediği İrem şehri koskoca bir toz yığınına dönüştü. Çöl fırtınası bir azap yorganı gibi örtmüştü üzerlerini. İrem, Ahkâf oldu. Kibir ateşi Âd ve İrem’i kül etti. Putlarına benliklerini fısıldayanların sesi sağırlaştı. Kumların Atlantisi Ubar (İrem) 12 metrelik bir kum yatağının altında kulelerle çevrili bir ”ibret” ülkesi olmuştu artık.

Ad’dan sonra aynı yarımadanın kuzeyine Semud kavmi geldi bu kez. İrem oğullarından Casir’in oğlu Semud’un kabilesiydi bu. Medine ile Şam arasında bulunan Devmet’ül Cebel yakınlarındaki Vadi el-Kura’yı (Hicr) yurt edindiler kendilerine. Taş işçiliğinde ustaydılar. Evlerini ataları gibi ovalara değil, dağlara oydular, sarp kayalıkları hane eylediler, düzlükleri köşk eylediler, zenginliklerini duvarlara nakşettiler. Güç, servet, bolluk içinde, “ekinler ve yumuşak tomurcuklu göz alıcı hurmalıklar arasında” ihtişamlı bir hayat sürdüler. Âd Kavmi helak edildi ama onların torunları olan Semud Kavmi, bu dehşetli helak oluştan ibret almamıştı. Kuzeyli Semud kavmi, güneyli Ad kavminin başına gelenlerden ibret almak bir yana, bu yokoluşun ( o akılsızların) evlerini düzlüğe yapmış olmasından dolayı gerçekleştiğine inanmıştılar.

Dağlara oydukları evlerine hiçbir fırtınanın ulaşamayacağını ilan ederek, servete ve güce iman eylediler. Âd kavminin torunları, atalarından daha aşırıya giderek, putlarına tapınma bayramı düzenlediler. Azgınlık ve şirk içindeydiler. Ve onlara da uyarıcı olarak içlerinden biri, yani Hz. Salih gönderildi. Salih, kadirşinas ve yumuşak sözlüydü. Israrla mucizeler isteyenlere oyuk kayadan dişi bir deve çıkardı. İnkârcılar deveyi kestiler ve söz’ü kirlettiler. Semud’un uluları Hz. Salih’e diş bileyerek, hak sözüne yüz çevirmeyi seçti. Semud halkı, hiçbir gücün erişemeyeceğini sandıkları korunaklı dağ evlerinde oturuyorlardı. Elleriyle yaptıkları oyuklara iman etmişlerdi. Ama bir gece aynı ataları gibi yerle bir edildiler. Taş üstünde taş, dağ üstünde dağ kalmadı, yer kanatlandı, gök ayaklandı sanki... İnsanoğlu, insanoğluna ibrettir ancak.

MAVİ GÜVERCİN

İyi ama senin mavi güvercinler var, dedi çocuk. Kadın hafifçe sağa ve sola dönerek etrafına baktı. Ellerini açarak; “Bak, yok güvercinlerim, olsa ben görürdüm,” dedi çocuğa. Çocuk biraz üzüldü ama sözünden vazgeçmedi. Uzaktan oğlunun bir kadınla konuştuğunu gören annesi yanlarına geldi hemen tebessüm ederek. “Oğlumun kusuruna bakmayın,” dedi. Sesini alçaltarak devam etti; “Kocam denizciydi, gitti, bir daha dönemedi, tanker kazası, yıllar oldu.” Kadın meraklandı. “Başınız sağolsun, e, peki çocuğunuz?” Yutkundu anne, sesi de titredi biraz. “Oğlum, ya gemin batarsa baba çok üzülürüm o zaman ben, dediğinde eşim de, merak etme bana bir şey olmaz gemi batarsa o zaman da mavi güvercinler gelir beni kurtarır, derdi hep. O yüzden...” Devam edemedi cümlesine anne. Anneyi sessizce dinleyen kadın, dondu kaldı o anda, bedeni ağırlaştı, ensesinden aşağıya doğru derin bir acı yayıldı, omuzlarından bi çift mavi güvercin havalandı sanki gökyüzüne. Parktaydık.

SANATIN SIRLARI VE SINIRLARI

Hayatın içinde “sanat” diye ayrı/bağımsız/müstakil bir alan yok şüphesiz ve kâinatın bir bütün olarak Allah’ın ayetlerinden oluştuğuna iman ederiz. Kont Lev Nikolayeviç Tolstoy’un “yerinde” bir hatırlatmasına gidelim o halde; “Biz yalnızca okuduğumuz şiir, öykü ve romanları, izlediğimiz oyun, yontu ve resimleri ya da dinlediğimiz müziği sanat olarak görmeye alışmışız... Ama bunların tümü yaşamımızda sürekli paylaşıp durduğumuz sanatın küçücük bir parçasıdır ancak. Yoksa, insanın bütün yaşamı beşikten mezara dek hep sanatla doludur: Ninniler, bilmeceler, evlerimizin süsleri, öykünmeler, fıkralar, giysilerimiz, kiliselerde kullanılan gereçler, bayramlık eşyalar hep sanat yapıtlarıdır, sanatın etkinlik alanına giren şeylerdir. Biz duyguları yansıtan bütün insanî etkinlikleri değil, bu etkinliklerden her nedense ayırdığımız ve özel önem verdiğimiz, özel anlam yüklediğimiz bazı etkinlikleri sanat olarak adlandırıyoruz yalnızca”

CORTAZAR İLE SEK-SEK OYNAMA İHTİMALİ

Arjantin’in en baba yazarı Julio Cortázar, boks-mitoloji gibi enteresan ilgi alanlarına ve incelikli bir analitik zekâya sahip, muzip, umursamaz ve hafif arızalı bir Arjantinli kişilik olarak, yazarlık hayatı boyunca hem Latin, hem de dünya edebiyatının doruklarında gezinen bir isim olmuştur. Fantastik kısa öykünün bu büyük ustasının, amaçları sekseğin son halkası “gökyüzü”ne ulaşmak olan bir grup insanın hikâyesini anlattığı Seksek kitabında, serbest bir kurgu ve okuma planıyla 155 bölümden oluşan iç içe geçmiş iki roman üzerinden okurlarına şu notu gönderir; “(57. bölümün sonrası için) okunması zorunlu değildir.” Anlatıcı Horacio Oliveiera eşliğinde, ister sıralamaya uyarak, ister bölümler arasında atlama yaparak okunabilecek bu roman birkaç farklı sona sahiptir, bu yönüyle sahibine de benzer. Seksek ve Cortazar’ı; bu dünyaya bahşedilmiş sürpriz hediyeler nazarından düşünebiliriz. Neruda şöyle bakar meseleye; “Cortâzar okumamış insan bir kader kurbanıdır. Eserlerini okumamak korkunç sonuçları olan, sinsi ve ölümcül bir hastalıktır. Hiç şeftali yememiş bir insanın durumu gibi. Kişi yavaş yavaş mutsuzlaşır... Ve belki de azar azar saçları dökülür”

O ŞARKI ORDA ÖYLECE

Sixto Rodriguez’in Cause isimli şarkısındaki o derin kırgınlık peşimi bırakmazken.