İptida Tweet Vardı
Profesyonel anlatıcıya ve hatta bazı meslek gruplarına duyulan ihtiyaç birçok alanda kaybolmuş durumda. Twitter ile gazeteciye, Youtube ile televizyonculara, Linux ile yazılımcılara, Wikipedia ile bilim/ilim adamlarına, Cubase Pro ile bestekara gerek olmadığını düşünmeye başladık.
Ne zaman sanat, dijitalleşme, edebiyat, zaman, hayat, insan, teknoloji, kültür, müzik gibi geniş manaya sahip kelimeler üzerine düşünecek olsam, aklıma Braudel’in pek sevdiğim sözü gelir: “Çok geniş bir anlama sahip bütün kelimeler kusurludur.” Gerçekten de bu cins sözcükler, üzerlerinde büyük yük taşır. Örneğin “edebiyat” dediğimiz zaman, ister istemez edebiyat üzerine kafa yormuş yüzlerce insanın, Rimbaud’nun, Gide’in, Tanpınar’ın, Abdülhak Şinasi’nin de fikirlerini omzumuza alır, öyle söze başlarız. Kalemi kuvvetli, fikirleri derin biri için bu ağırlığın esasen pek bir önemi yoktur. Fakat kalanlar için bu sözcükler üzerine kafa yormak, hele ki yazmak, bir nevi intihardır.
Dijitalleşmenin edebiyata en direkt etkisi dil üzerinden gerçekleşir. Dijitalleşme, geçmişte yaşamamış bir dil yaratmıştır ve yaratmaya devam etmektedir. Burada dilden kastım, tivitlemek, post etmek, teglemek gibi yeni teknolojiyle birlikte hayatımıza giren bir yığın kakofonik sözcük değildir. Zaten dili, sadece kelime adeti ve çeşitliliği ile ele almak çok sığ bir yaklaşım olur. Benim kastım daha çok, dijitalleşmeyle birlikte gelen hayatın dilidir ki, bu dil, eski kelimelerden de meydana gelebilir. Örnek vereyim.
“-Güzel çıkmamışım. Bir daha çeker misin?”
Bu kısa pasajda dijital çağa ve kültüre has hiçbir kelime bulunmamakla birlikte yazarın bize anlatmak istediği dünya, dijitalleşmenin yarattığı hayattır. İnsanların, daha ziyade paylaşmak için fotoğraf çektirdiğini, çekilen fotoğrafların hemen akabinde değerlendirilmeye tabii tutulduğunu ve daha bir çok şeyi biz, eski kelimelerden meydana gelmiş iki küçük cümleyle anlamış bulunduk. Değişen dilden kastım biraz da bu. Anlatılan hayatın evrilmesiyle birlikte yeni bir dilin doğması... Zaten edebiyat-dijitalleşme ilişkisinin izlerini de hep “hayat” denen bu büyük zeminde görüyoruz.
Rahmetli Orhan Okay, sanatçı tiplerini tasnif ederken sanatkârların hayatla olan ilişkilerinden yola çıkmıştı. Okay’a göre başlıca iki tür sanatkâr vardır: hayata koşanlar ve hayattan kaçanlar. İlk gruba dâhil sanatçılar için hayattan üstün tutulacak hiçbir değer yoktur. Kimisi yaşamın içini dolduran tabiata, kimisi cemiyete, kimisi hazlarına, kimisi ise Nietzsche’de olduğu gibi ızdıraplarına doğru koşar; eserlerinin ve sanat anlayışlarının merkezlerine bu coşkun hayat sevgisini koyar. İkinci tip sanatçı grubu içinse esas olan bu hayattan kaçıp başka bir âleme sığınmaktır. Realitenin hiçbir tarafı onlar için ideal bir değerler sistemini ihtiva etmez. Bu yüzden ya Thomas Moore gibi kendi sanatlarına ya da Goethe veya Yunus Emre gibi ebedî âleme sığınırlar... Dijitalleşmeyle birlikte hiç şüphesiz hayatın kendisi değişmiştir. Bunu kim inkâr edebilir? Hayatın kendisi değiştiğine göre, sanatçının hayata karşı duruşu da değişmek durumunda kalmıştır ister istemez.
Yani aslında bizim üzerinde düşünmemiz gereken mevzu şudur: Günümüz sanatkârları nasıl bir hayata koşuyorlar yahut nasıl bir hayattan kaçıyorlar? Guyau ve Spinoza tabiata, Gide ve Epikür hazza, “Gün bu gün, saat bu saat” diyen Âşık Ruhsati ise âna koşmuştur. Peki ya dijital dünyanın sanatçısı? O nereye koşmaktadır? Belki kendisine ihsan edilen binlerce sığ takdire, belki hudutsuz ilgiye ve şöhrete koşmaktadır... Olamaz mı bu? Aynı şekilde hayattan kaçan sanatçılar... Şüphesiz onlar da aramızdalar. Sahi, onlar hangi hayattan kaçmaktadırlar? İşini kaybetmiş, artık plazada çalışmayacak bahtiyar insanların hikâyelerine her gün daha sık rastlamıyor muyuz öykü ve romanlarda? Veya teknoloji ile bağını kesip doğaya ve yalnızlığa sığınan maceraperest kentlilere? Bütün bunlar sadece basit birer temasal rastlantı olabilir mi?
İnsan istediği kadar geçmişe özlem, geleceğe merak duysun. O, yaşadığı zamanın eseridir. Çağa has dil ve değerler ile düşünür, eser verir. Dijitalleşme de hiç şüphesiz kendine has bir düşünce sistemi yaratmıştır. Bir önceki yüzyıl insanı, elini birkaç dakikada bir telefonuna atmıyordu, yer bildirimi yapmıyordu, çekildiği fotoğraflarda kedi kulağı filtresi kullanmıyordu, Wikipedia ve Google’ın nimetlerinden faydalanamıyordu, fenomen olmak gibi bir kaygısı yoktu ve güzel bir manzara gördüğü zaman selfie çektirmek için bütün bir tabiata sırtını dönmüyordu... Bizden farklı yaşayan bir nesil elbette bizden farklı düşünecekti. Burada aklıma Thorstein Veblen geliyor ister istemez. Düşünce tarihine yön veren en önemli saikin teknoloji olduğunu savunan Veblen, böylece iki nesil arasındaki düşünce farklılığının sebebini de açıklamış oluyor. Bunun en basit örneğini kendi hayatımızda görmek mümkün.
Anneannemle aynı dili konuşamıyor olmamın sebebi anneannemin teknolojiyi takip edememesi ya da internetin, akıllı telefonun nasıl çalıştığını bilmemesi olamaz gibi geliyor. Çünkü bunların nasıl çalıştığını ben de bilmiyorum. Anneannem ile anlaşamamamın nedeni, gelişen teknoloji ile birlikte benim yeni değerler ve normlar edinmem. Eminim ki bir saat uğraşsam, anneanneme Twitter’ı teknik olarak açıklayabilirim. Fakat neden her konuda görüşlerimizi başkaları ile paylaştığımızı, neden tanımadığımız insanların takdirine bu denli muhtaç olduğumuzu, neden fenomen olmanın önemli olduğunu açıklayabileceğimi sanmıyorum. Anneanne ile torunun aynı mekânı paylaşıp farklı değerler sistemine sahip olabilecekleri bir devirde yaşamaktayız. İki nesil arasındaki teknolojik seviye ve tabii Veblen’den hareketle, düşünme şekli tarihte hiç bu kadar birbirinden uzak olmamıştı. Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir mevzu. Çünkü zaman artık hızlanmış durumda. Ve süratli bir zaman, edebiyatı ve edebiyatçıyı da etkilemektedir.
Klasik tanımıyla roman ve öyküler, zamana direnmek için yazılır. Bu tanımı edebiyatın dışına taşımak da mümkün. Dede Efendi ”Zülfündedir benim baht-ı siyahım” eserini 1798 yazının şarkısı olsun diye bestelemedi.Tanburi Cemil Bey, ufak bir şaheser olarak kabul edilebilecek şedaraban makamındaki taksimini listelerde on hafta üst üste hit olsun diye yapmadı. Yüksek ihtimalle onlar eserlerini, “zaman” denen derenin içine konuşlandırılmış, akıntıya direnmesi ve zamanla yıpranmaması gereken birer taş yapıt olarak görmüşlerdi. Fakat artık debi artmış vaziyette. Dijitalleşmenin bundaki rolünü tartışmaya sanırım gerek yok. Benim anladığım, günümüz edebiyatçıları için zaman, direnilmesi gereken bir düşmandan ziyade bir an evvel teslim olunması gereken bir ortak. Eser verme gayretinde olan insanların gündeme bu kadar teslim olmalarını ben başka şekilde açıklayamıyorum çünkü.
Teknolojik gelişmelerle birlikte hızlanan zaman, edebiyatçıyı başka bir açıdan da etkiler. Abdülhak Şinasi’nin de dediği gibi, romanın bir asli öğesi de zamandır. Edebiyat, klasik batı müziğinin yaşadığı evrime benzer evrim yaşamadığından tahkiye süreci halen zaman kavramına ihtiyaç duyar. Her ne kadar deneysel çalışmalar yapılmış olsa da bu böyle. Rus bestekar Scriabinânın sesini duymaya çalıştı ve yıllar geçtikçe hep durmuş zamanın müziğini mırıldanmaya çalıştı. Marcel Duscamp ise musikiyi zamanda değil mekanda icra edilmesi gereken bir sanat olarak algıladı ve bir devrim gerçekleştirdi. Fakat şimdilik, romancı ve öykücüler Marcel Duschamp kadar özgür değiller. Onların eserleri hala dahi zamana mahkumdur. O yüzden roman ve öykü kurgularının hızlanmasını ve -görsel bir çağda yaşadığımızdan olsa gerek- dış mekan anlatılarının azalmasını yadırgamamak gerek. Şurası var ki, eserlerdeki bu süratin bir sebebi de yazarların filmlerden ve kurgu şaheserleri olan animelerden beslenmeleri olabilir. Fakat ne olursa olsun, dijitalleşmenin sebep olduğu hızı artık edebi eserlerde de seziyoruz.
Dijital kültürün önemli sonuçlarından biri de günümüz tüketicisinin, veriyi geleneksel biçimde “anlatıcı-dinleyici” ekseninde düşünmemesi. Bizi ilgilendiren tarafıyla bu, günümüz okuyucusunun artıktahkiye sürecine dahil olmak istemesi şeklinde anlaşılabilir. Sanat eserini takdir edenlerin, yaratım sürecine dahil olması, esasen dijital çağa has değil tabii. Özellikle 50’lerden 70’lere kadar olan dönemde Gustav Metzger ve Paul McCarthy gibi performans sanatçıları bu şekilde, yani seyirciyi eserinin bir parçası haline getirerek ürün vermişlerdir. Bazı durumlarda kullandıkları metotlar tartışılsa da sanat eserinin tek bir kişi tarafından üretilmesi gerektiği fikrini yıkmaya çalışmışlardır. Burada şunun altını çizmek lazım: İzleyiciye, dinleyiciye, okuyucuya açık kapı bırakıp onu eserin anlam ve yorum dünyasına katmak, yirminci yüzyıldan önce de vardı. Çünkü Umberto Eco’nun da ifade ettiği gibi Mallarmé, Joyce ve Kafka gibi yazarlar da okuyucularını eserlerinin yorum dünyasına çekmek istemişlerdir. Dijital kültürün sanatçısı ise, bundan bir adım daha ileriye gitmiştir. Mesela 20. yy’ın en önemli kompozitörlerinden kabul edilen Amerikalı John Cage’in 4’33’’ adlı eseri buna iyi bir örnektir.
“Dört dakika otuz üç saniye” şeklinde okunabilen ama asıl adı “Dört otuz üç” olan bu eser, hiçbir nota barındırmamaktadır. Cage’in, yakın arkadaşı Robert Rauschenberg’ün bembeyaz tablolarından esinlenerek bestele(me)diği eser, dört dakika otuz üç saniye süren bir sessizlikten ibaretmiş gibi görünür. Sessizliğin de müziğin bir parçası olduğunu vurgulayan sanatçı, gerçekte daha büyük bir gayeyi güder. 4’33’’, esasında sükûtun sesi değil, icracının hiçbir şey yapmadan beklediği süre boyunca çevreden gelen seslerin bütünüdür. Yani eser, o sırada konser salonunun önünden geçen çöp kamyonun gürültüsünden, arka sırada inatla öksüren adamın sesinden, eseri sanki anlıyormuş gibi büyük bir huşu ile dinleyen sanat eleştirmenin sandalyesinden çıkan gıcırtıdan ve “Neden bir şey çalmıyor?” diye soran bileti yanmış samimi dinleyicinin fısıltısından meydana gelmektedir...
Dijitalleşmeyle birlikte, sanatı takdir eden kitle hem eserin yaratılma sürecine daha kolay dâhil oldu hem de profesyonel anlatıcıya ihtiyaç duymadığını fark etti. Profesyonel anlatıcıya ve hatta bazı meslek gruplarına duyulan ihtiyaç birçok alanda kaybolmuş durumda. Twitter ile gazeteciye, Youtube ile televizyonculara, Linux ile yazılımcılara, Wikipedia ile bilim/ilim adamlarına, Cubase Pro ile bestekara gerek olmadığını düşünmeye başladık. Ve şimdi de Wattpad. Binlerce kullanıcı, her gün farklı hikâyeler kaleme alırken, içten içe Dostoyevski, Tanpınar, Peyami Safa gibi profesyonel anlatıcılara ihtiyaç olup olmadığını sorguluyor.
Her kültür kendine has bir insan yaratır ve bu insan hem eser üretir hem de üreteni yahut üretileni takdir eder. O yüzden “insanı” da düşünmek lazım. Doğrusunu söylemek gerekirse dijital kültürün nasıl bir yazar ve okur tipi oluşturduğu konusunda birbiriyle çelişen görüşlerim var. Örneğin, artık bilgiye daha kolay ulaşıldığını kabul ediyorum. Ama bunun daha doğru bilgi üretmeye katkı sağlayıp sağlamadığını henüz bilmiyorum. Evet, Youtube’dan “3 dakikada Heiddeger” videosunu izleyip, Ekşi Sözlük’te “Sosyalizm” başlığına birkaç dakika göz atıp, Wikipedia’daki “II. Abdülhamid” maddesini okuyabilirim. Bunların beni zenginleştirdiğine de inanıyorum. Ama aynı zamanda, bu yüzeysel bilgilerin beni çok tehlikeli bir ara form canlıya dönüştürdüğünü de düşünüyorum: Yarı cahil. İnsanları kabaca, “cahil, yarı cahil, ve âlim” şeklinde tasnif edelim bir an için. Bunların içinde kendisine ve çevresine en çok zarar veren tip yarı cahildir sanırım.
Çünkü bir kısım cahil insan bilmediğini biliyordur ve bu cihetle cehlinde bir ilim gizlidir. Âlim insan biliyor fakat yarı cahil insan bildiği algısına kapılıyordur. Yarı cahilin yazdığı metinlerde daima birçok isim ve ideoloji havada uçuşur; fakat bunlar asla yazının özüne sinmez. Fikrimi daha iyi ifade edebilmek için uç bir kriter belirleyip onun üzerinden yine uç bir örnek vermek istiyorum. Mesela Tanpınar’ı bilmeyen cahil, Tanpınar’ı az bir şey duymuş yarı cahil, Tanpınar’ı okuyup anlamaya gayret etmiş insansa âlim olsun. Cahil insan, yazısında Tanpınar’a değinmez. Belki de değinemez. Yarı cahilde bu büyük insan sadece Huzur’un ve Beş Şehir’in müellifi olarak geçer. Bazı durumlarda sığ tespitlere malzeme olur ve sadece teamülen övülür. Yarı cahilin yüzdüğü derin ama bulanık su, cahilin yüzdüğü sığ ama duru sudan daha tehlikeli gibi geliyor bana. Son olarak âlim insanın metninde ise, yüksek ihtimal Tanpınar adı hiç geçmez. Fakatonun dil ahengi, fikirleri ve kelimeleri duyuş şekli sezilir. Tanpınar, çaya karışmış şeker misali yazının zahiren hiçbir yerinde görünmez, ama tat olarak her yudumunda mevcuttur.
Bilginin bu denli erişilebilir olması, önemli mevzularda derinleşmemize mani oluyor ve pek sevimsiz bir mahlûk olan yarı cahilin doğmasına zemin oluşturuyor olabilir. Diyelim bir şekilde derinleşme imkânı bulduk. Dijital kültür yine boş durmuyor ve önümüze başka bir engel koyuyor bu sefer de. Çok değil, birkaç yıl önce ne zaman dişçide, otobüste vs. beş-on dakika beklemem gerekse telefona sarılmaz, öylece otururdum. Gelip geçenleri incelerdim, bir şeyler düşünürdüm, hiç olmadı aval aval etrafı seyrederdim. Böylece gün içinde biraz olsun düşünmüş olurdum. Şimdi ise en son ne zaman hülyalara daldığımı hatırlamıyorum bile. Dijitalleşme bizden, kendimizle yalnız kaldığımız bu küçük buluşmaları aldı gibi. Evet, belki bir alanda derinleşiyoruz. Fakat demlenmek için gereken mahrem anlardan maalesef yoksunuz. Sürekli online olan biri, ıssız adada olsa dahi kendisiyle baş başa kalamıyor demektir. Bu da ister istemez pişmemiş ürünler vermemize sebep oluyor. Tabii bu hamlığı tek nedene bağlamak yanlış olur. İşin doğrusu biz, sosyal medya yüzünden gereğinden sık ve kısa yazıyoruz.
Her gün birkaç kere, bir iki cümle. İnsan güzel bir şeyler yaratmak isteyen, bunu bir ihtiyaç olarak addeden tek canlı. Dijitalleşme ile birlikte bu arzumuzu bastırma fırsatı buluyoruz. Burada bastırma kelimesini bilerek kullandım. Yılda beş bin tweet atan biri, güzellik yaratma arzusunu binlerce küçük lokmaya bölerek dindirme yoluna gitmiştir belki de. Fakat insan böyle tatmin olmaz, ancak iştahını biraz köreltebilir... Hâlbuki fikirlerini ve cümlelerini biraz işlese, ürettiklerine dönüp tekrar tekrar baksa, ortaya çıkan metni birilerine okutsa, eleştiri alsa, silse, tekrar yazsa. Belki de yaptığı işten daha derin bir tatmin duyacak. Sosyal medyada sürekli içerik paylaşmanın güzel fikirleri beşikteyken öldürdüğüne ve insandaki estetik bir şey yaratma arzusunu sadece en minimal düzeyde tatmin ettiğine inanıyorum. Bizler, her gün ufak ufak bir sürü güzel şey yazdığımızı sanıp, halimize razıoluyoruz. Halbuki günde altı öğün beslenen insanın yemekten aldığı keyifle, yaz sıcağında yirmi saat oruç tutan birinin iftardan aldığı keyif bir olabilir mi?
Her sanat eserinin nüvesinde içsel bir macera saklıdır. Sanatkâr elbette gözlem yapabilir, meslektaşlarının çalışmalarından etkilenebilir. Fakat iş üretmeye geldiğinde daima uzleti arar. Dijital dünyanın adı konmamış bir ilkesi olan “sürekli online olma hali” yaratma sürecini de bozmuş gibi geliyor bana. Sürekli birileriyle bağlantılı olma, sürekli takdir ve beğeni bekleme edebiyatçıya yaramaz. Bireyselliği gelişmez, kendi sesini bulamaz ve belki de en önemlisi, okura sürekli istediğini verir. Okura devamlı istediğini vermenin yazarı kıt bir döngüye hapsettiğini düşünüyorum.
Bahsi kapatmadan evvel, çokça gözden kaçan bir şeyi eklemek istiyorum. Bence dijitalleşme, geleneksel sosyal ilişki ağlarını yıkıp kendince yeni bir nizam kurduğu için de edebiyatı menfi etkiliyor. Reel hayatta aldığımız bazı geri dönüşlerin ve tepkilerin dijital dünyada olmamasının ceremesini belki biz değil çocuklarımız çekecek. Bir arkadaşımızın kalbini kıracak bir söz söylediğimizi hayal edelim. Yaptığımız kabalığı ilk başta fark etmesek bile, dostumuzun yüzünden ve hareketlerinden yaptığımız hatayı fark edebiliriz. Hatta bazılarımız üzülür ve özür bile dileyebilir. Fakat şimdi sosyal ilişkiler çoğunlukla dijital ortamda yürümekte. Söylediğimiz sözün kimleri kırdığını veya kızdırdığını bilmiyoruz, umursamıyoruz. Karşımızdaki insanın ne hüznünü ne de başka bir tepkisini görüyoruz çünkü... Normalde ağza alınmayacak bir şeyi yazıp “enter” tuşuna basıyoruz ve yatıyoruz, mışıl mışıl uyuyoruz. Hiçbir tepki almadan, kimseyi kırdığımızı bilmeden. Açıkçası ben, dijital kültürün hakim olduğu bir toplumda, empati sahibi bireylerin çoğunlukta olabileceğini hayal edemiyorum. Tabii konu edebiyat olduğu için akla şu soru geliyor: Başkasının derdini anlayamayan insan ne yazabilir ki?