İnsomnia Yahut Dausseher

Onu düşlemek dışında, zihnimin o istisnai köşesi dışında ise hâlâ bir tutsağım.
Onu düşlemek dışında, zihnimin o istisnai köşesi dışında ise hâlâ bir tutsağım.

Uyuyamıyorum. Demir parmaklıkları saymazsak en ciddi sıkıntım bu. Gözlerimin açık olduğu saatler arttığında şahitliğim de artıyor. Artık şahit olmak istemiyorum. Şahit oldukça renk değiştiriyorum, kızarıyorum. Gözlerimin arkasında ve ağzımın içinde yaşayan minik ejderhalar var sanki.

Kaydım ve bayırdan aşağı yuvarlanmaya başladım.

İnsanoğlu çiğ süt emmiştir. Boşuna dememişler, öyledir. Kaç gecedir bu zindanda ömrümü çürütürken bundan katiyetle eminim. Bir de gelip gelip laf atmaları, kendilerince şakalaşmaları yok mu! İki damla uyuyabilsem böyle olmayacak. Buraya geldiğim ilk günden beri bu durumdayım. Şu demir parmaklıklar ruhuma işliyor. Her gördüğümde daha da ufalıyorum. Uyku için az da olsa sukunete ihtiyaç vardır sonuçta. Burasıysa kızılca kıyamet!

Nispet yapar gibi önümden sallanarak geçiyor tanımadığım gölgelilerden biri. Sataşma var, söz hakkı doğuyor bana. Bir yutkunmayla geçiştirmek gerek. Aslında alıştım bile. Hep bunu yapıyorlar. Yürüyorlar, bana bakıyorlar, sonra tekrar bakıyorlar. Habire bir hareketlilik. Beni huzursuz ettikleri için yüzlerine bakmıyorum artık. Gölgelerinden takip ediyorum insanların çoğu hareketlerini. Bereket versin bu uzun koridorlu tuhaf dekorlu yerde lamba var, haliyle gölge de.

Aslında tek bir nöbetçim var, diğerleri ara sıra uğrayan ahbapları olsa gerek. Geldiğimden beri nöbetçimi inceleyip duruyorum. Sesi de gölgesi de pek ince. Davranışlarına çoğu zaman bir anlam veremesem de bu kırılgan gölgeliye karşı içimde bir merhametin filizlenmesine engel olamıyorum. Beni buraya onun hapsettiğini kendime devamlı hatırlatmam gerekiyor. Oysa dostum bırakmasaydı beni, uykusuna yenik düşmeseydi burada olmazdım.

Uyuyamıyorum. Demir parmaklıkları saymazsak en ciddi sıkıntım bu. Gözlerimin açık olduğu saatler arttığında şahitliğim de artıyor. Artık şahit olmak istemiyorum. Şahit oldukça renk değiştiriyorum, kızarıyorum. Gözlerimin arkasında ve ağzımın içinde yaşayan minik ejderhalar var sanki. Sonra sesler. Biriktirip durduğum sesler, sırlar, suçüstüler. İçim tam bir insan olmuş durumda yani. Hem dokundukça daha da uzağa, daha da yükseğe kaçan bir balon var asıl içimde. Onu kusamıyorum.

En çok böyle anlarda belki, düşlüyorum. Dostumun zeytin karası gözlerinden üzerime bulaşan safî neşeyi hatırlıyorum. Hemen karşımda bitiveriyor. Huyudur, güler. Beni de güldürür. İçini dolduramayacağımız, çekiştirip de üstümüze uyduramayacağımız bir zaman dilimi içinde konuşup duruyoruz. Tıpkı eski günlerdeki gibi. O gittiğinden beri sesimi de kaybettim. Dünya dönüp durduğundan belki, benim yaşamaya hevesim kaçalı çok oluyor. Her gün o dönüş bana yeni yeni şeyler gösteriyor çünkü. Bu koşu bandında ters yönden gelenlerle çarpışıyoruz ister istemez. Kendiminkinden güzel çıldırışlar görüp sakinleştiğim oldu. Rüyamda bile göremeyeceğim rüyalarla karşılaşınca nazar değdirmeyeyim diye okuyup üfleyerek geçtiğim oldu. Ama şu yaşlı dünya ne kadar dönerse dönsün, bana onun bir eşini benzerini gösteremedi. Bunun mutluluğu belki, dostum geliyor ve ben gülüyorum. İçimdeki balon sakinliyor.

Onu düşlemek dışında, zihnimin o istisnai köşesi dışında ise hâlâ bir tutsağım. Gün boyu çevremde dolaşan nöbetçim de benden daha özgür değil gibi. Arada uğrayan diğer gölgelilerle sohbet ettiğini, onlar gittiğinde ise kollarının görünmez kuvvetlerce aşağı çekildiğini, omuzlarının düştüğünü gördükçe bendeki demir parmaklıkların aynından onun bakışlarında da olduğunu fark ediyorum. Belli ki benden daha uzun zamandır tutsak. Beraber yuvarlandığımız bu çukurda beni neden daha dibe itti peki? Ben elbette özgür olmalıydım.

Bu yüzden tüm çocuksuluğuna rağmen bir parça buruğum nöbetçime. Hele o diğerleri... Kimi zaman onlardaki izahatsiz açıklığa, kimi zaman da bendeki mübalağalı duvarlara şaşıp duruyorum. Aslında evet, buraya geldiğimden beri durmadan şaşıyorum. Olmuş olanlara ve olacaklara.

Vakit bu ufakça zindanda böyle geçiyor. İşte bir kez daha taşımaya talip olduğu ince alayı da yanına katıp geldi gece. Bir kez daha tam ben düşlerimle baş başayken. Nöbetçim her gece olduğu gibi gelip yakınımda bir yere çöktü.Yeryüzünde herhangi bir iz bırakmaktan kaçınır gibi hafif yürüdüğünü beni buraya daha ilk getirdiği gün fark etmiştim. Artık zifiri karanlıkta da anlıyorum nöbetçimin geldiği. Kıpırdandı. Dizlerini karnına çekti. Ne yaptı etti koca bir soru işaretine benzetti yine kendini. İkimiz adına da üzüldüm, kendime bir parça fazla. Ah bu vakitte uyuyor olmak vardı. Keyiften değil, zaruretten. Uykunun kuytusuna sığınmaklı bir boşluk istedim o an kendime. Nöbetçim birazdan oturduğu yerde o boşluğa dalacaktı. Ben de bakışlarımla üzerini örtecektim, üşümeyecekti. Sonrası malum, altımdaki metal zemini unutmak için düşlemeye başlayacaktım. Dostumu özleyecektim. İlla ki bir yerden sonra da pes edecektim. Düşler de yoruluyor. Metalin çetrefilli dokunuşu içimde bir şeyleri incitmeye devam edecekti.

Ben boynumu bükerek belki de adımlarımın arasını iyice açarak ya da bağıra bağıra bulacaktım tüm sokaklarımın çıkmazındaki o sessizliğin çaresini. Ya da bulamayacaktım. Herkes denemez mi?

*

Ellerimi birbirine sürttüm. Benim üşüyeceğim hava değil bu ama şimdi ellerime karışmamalıyım. Ne oldu? Bilmiyorum fakat sesi bulamıyorum. Kim aldı onu? Çok değil beş dakika geciktim derse yahu. Köyün sabah arabasını kaçırınca bisikletime atlayıp geldim. Ama geldim işte, buradayım. Hem uykucu minik Mehmet’im bile merak etmiş beni, pencereye çıkmış. İşte az evvel daha. Ben bahçedeyken, okula ilerliyorken. Önce el salladı, sonra seslendi şu kadar mesafeden. “Hoş geldiniz öğretmenim!” Sonra? Ses ve sessizlik. Ama Mehmet’in sesi çok canlı, kulaklarımda. Dağlara uzayıp giden köy yolunda, havada, ayağımın altındaki soğuk toprakta. Mehmet’in sesi, havadaki eli ve soğuktan buharlanarak bana ulaşan cümlesi.

Birden 3 haneli okulumuza bir şey oldu. Rengi attı, sene başlamadan masmavi boyadığımız duvarları kararıverdi. Korktu, çok korktu ve çığlığı bastı aniden. O çığlık sınıftan yayılan çocukluğu susturuverdi. Bir şey beni elinin tersiyle fırlattı. Benden öyle nefret etti ki çocuklarımdan çok uzağa attı, istemedi. Yüzüstü yere kapaklanırken kendimi uçsuz bir kırılmanın ortasında buldum. Her şey o an unufak oldu. İlkin insan kırıldı. İyiye, güzele temayülü bunca çok olan çocuk da kırıldı. Ki çocuk insandan ayrıdır. Bambaşka, esaslı bir hikâyedir. Sonra toprak kırıldı ve manasını o an kavradığım derin bir yarık ikiye böldü ayaklarımın altındakini. Manası “siz ve biz” idi. En son ses kırıldı. Mehmet’in elini havada bırakanların kalplerinden bile küçük parçalara ayrılıp o derin yarıktan içeri süzüldü. O sesi şimdi tam hatırlamıyorum ama sessizliği hatırlıyorum. Ayağa kalkabildiğimde dumanı tüten ufak binadan -ya da onun geri kalanından- her tarafa yayılan o yapış yapış sessizliği hatırlıyorum. Mehmet’in uykusunu getiren de ellerimi üşüten de aynı sessizlikti.

Üzerinden ne kadar vakit geçti, etrafıma toplanan insanlar ne yapıyordu bilmiyorum. Ben ısrarla ellerime diktim gözlerimi. Her insan hayatında bir kez düşünmüştür, ben de düşündüm. Gerçekten benim mi bunlar, dedim. Öylesi hareketsiz, sakin duran iki et parçasının bunca günahı üstlenmesinin tuhaflığından belki. Sinirlenip merhametsiz baktım ellerime. Enine ve boyuna büyüyen iki derin hınç. Fazla oyalanmadan onları ceplerime doldurdum ve Mehmet’in evinin yolunu tuttum. Parçalanmış kıyafetlerimle köye koştum. Bir şey söylemeden eve girdim, Mehmet’in kuşunu yakalayıp elime geçen bir torbaya koydum ve çıktım.

Mehmet’in şaşkın şaşkın bana bakan annesi de ses etmedi. Elbet oğlunda ısrar edecekti bir süre. Sonra o da figüranı olacağı bu sessizliğin içinde çırpınıp duracaktı. Evden çıktığımda babasını da gördüm.Yüzüne bakamadım. O ise bir baba gibi durdu kapıda. Boğazındaki yumruyu gördüm. Ceplerime zar zor sığdırdığım hıncımı çıkarıp iki yanıma açtım. Ellerimin içinden geçen boz bulanık hikâyeye baktı. Neleri akladı, neleri ömür boyu bana hapsetti, hangi şaşmaları bizzat kendine sakladı bilemedim. Ama yumrusu yerli yerindeydi. Oradan uzaklaşırken adım gibi biliyordum ki ardımda atılmış iki çizik bırakıyordum.

Bir ay boyunca her gün çocuklarımın yanına gittim. Onlara çiçekler götürdüm. Mehmet’e kuşunu da götürdüm. Sevdim, okşadım onları. Sonra bir gün aldılar beni oradan. İzinliydim. Ailemin yanına dönüp dinlememi söylediler. Döndüm. Mehmet’in kuşunu da getirdim yanımda. Kafesini koridora astım ki evin içinde nereye gitsem görebileyim. Mehmet asla kafese koymazdı kuşunu. Bense kafesin kapısını hiç açmadım. Annem, yazıktır dedi her uğradığında. Bilemedi, onu koruyabilmem için şarttı bu. Komşunun kızı “Bu nasıl muhabbet kuşu hiç ötmüyor,” dedi. Kuşun içine hapsolduğu sessizliği fark edemedi. O geldi, bu geldi derken kötü bir şeyler olduğuna evimin tüm duvarları da ikna oldu. Bense bütün bunlardan olabildiğince uzak kaldım. Öylece başını öne eğip konuşmadan yanımda oturan eş-dost sessizliğimi daha da artırdı, iyi etmediler.

Sadece bu kuşun yanında uyuyabiliyordum döndüğümden beri. Belki haz etmiyordu benden ama merhametliydi. Kaç gece bana kol kanat gerdi. Ne bir yemin gibi sığındığı yasını ihmal etti ne de bana teselli olmayı. En ufak bir dokunuşla dağılacakmış gibi duran içimdeki muvazeneyi bu kuş korudu. Mehmet’in uykusu uzadıkça bizim uykusuzluğumuz çoğaldı. Sınıfımdan geriye kalan küller arasında dolanıp durdu zihnim uzun müddet. Sadece gölgemden ibaret olmak istedim hatırlarken. Sessiz, hacimsiz, izlere bulaşmadan kolayca akıp giden gölgem. Ama illaki öğreniyor insan, ben de öğrendim. Birer birer üzerimizden sıyırmayı öğrendik. Önce uykuyu, sonra günü ve insanları. Ta ki üzerimizden sıyıracak bir şey kalmayana kadar. Böylece ortalıktan el-ayak çekildiğinde biz hep savunmasız yakalandık. Beraber. Dedim ya, gözümün önünden bir an bile ayırmadığım bu kuş korudu insan yanımı. Denemeye devam etti en azından.

*

Başımı kaldırdım, Sonsuz varken son diye bir şey yoktu.

Bir gün nöbetçim gölgesini de toparlayıp karşıma geçti. “Bir gün” bir zaman belirtecekse illa, çok zaman sonraydı. Bir şeylerden çok çok sonra. Elinde bir mektup vardı. Bir bana bir mektuba bakıp durdu. Koridorda gide gele okudu. Sonra da bana doğru uzattı. İlla okuma bilmeye gerek yoktu anlamak için. Bir insanın bir insana inanmayı bırakmış bakışı gibi yerçekimsizdi yazı. Tutamıyor, tutunamıyor, “nolur” diyordu. Kargacık burgacık satırlar, yazan minik ellerin yardım isteyişiydi.

O gün, buraya geldiğimden beri ilk kez gördüğüm bir şey vardı nöbetçimin bakışlarında. Capcanlı bir endişe ve bir parça umut. Akşamına kalmadan toparlandı.Tüm kitaplarını valizlere, valizleri kapıya yığdı. Bunları yaparken bir çocuk gibi onay bekleyen bakışlarıyla sürekli bana dönüyordu. Hazırlığını tamamlayınca ilk kez kafesimi asılı olduğu zincirinden çıkarıp odasının penceresine götürdü. Kalbim hiç bu kadar hızlı çarpmamıştı. Kafesin kapısını açıp heyecandan buz kesmiş ellerine aldı beni. Akşamın serince rüzgârını kanatlarımda hissedince çok zamandır ilk kez ferah bir nefes aldım. Ve beni bıraktı. Bir kuşu göğe bırakmak kadar tabii değildi bu bırakışı. Uyku Kuşunu* bırakmak demek, peşi sıra gelecek olan uykusuzluğa göğüs germek demekti onun için.

Kavisler çizerek uçtum. Bunca zaman sonra göğü yeniden tadan kanatlarımda biriken tüm suspusu bir bir döktüm. Ardımdan bir süre yaşlı gözlerle bakan nöbetçim içeri girdi. Çok geçmeden de sokakta belirdi. Aşağıda hazır bekleyen taksiye valizlerini yerleştirdi, binip uzaklaştı. Bense bir an bile duraksamadan taksiyi takip etmeye başladım.

  • * “dirisinin karşısına geçip ölüsünü savunan” İdris Hoca’nın iki kapak arasına topladığı “ses gölgeleri”
  • Şeyda Arslan’ı, dikkatle takip ediyor muyuz? Ben öyle yapıyorum. Dikkat ve merakla. (AE)