İnsan kendisine hep bir kurtarıcı arar
"Bunaldığımzamanlardahayalimdeyağız bir atla,gümrah ağaçlaraltında son süratkoştuğumu hayalederdim. İnsankendisine hep birkurtarıcı arar. Benisıkıştığım andankurtaran oydu.”
Merhabalar Betül, ilk kitabın hayırlı olsun. Yüreğine sağlık demek istiyorum. Çünkü kitabı okurken, elleri kalbinin üzerinde olan karakterleri okuduğumu hissettim.
Merhaba, çok teşekkür ederim. Var olasın Betül. Ne mutlu benim için bu intiba.
Öykülerdeki karakterler bana iki tipi ele aldığını hissettirdi. İlk olarak fiziksel yönden eksik yanı bulunan insanlar ve ikinci olarak da yaşadıkları toplumsal zorluklar ve savaşlar nedeniyle bir yanı her an eksilebilecek insanların hayatlarıyla karşı karşıya olduğumu. Bu hayatları anlatmayı bile isteye mi tercih ettin? Yoksa eureka eureka dediğin bir şey mi oldu? Ya da ilahi bir güç mü seni bu hayatları tahkiye eden anlatıcı yaptı?
Haklı bir tespit. İlahi güce ve yeteneğe inanıyorum. Ruhumuzda hissettiğimiz eksiklikleri gözümüzle gördüklerimizde tasvir etmede daha başarılıyız zannediyorum.
Bir insana acıyarak bakmakla kendindeki eksikliği hissederek bakmak farklı şeyler. Fiziksel eksiklikler aslında öze işaret eden “tam olamama” durumunu ifade ediyor kitapta.
Savaş mağdurları hem şahit olduğum hem de okuduğum dünyanın bir parçası.
Edebiyatın gerçek olanı dile getirmede en etkili aracılardan biri olduğunu düşünüyorum ve bu sebeple –son dönem- yazdıklarımda olabildiğince gerçeği işaret etmeye çabalıyorum.
Anlatıcının bu gerçeklik durumunda işi çok zor. Ayarı iyi tutturmalı ki ajitasyon yapmasın, samimi olmalı ki riyakâr görülmesin. Bazı öyküler bile isteye bazılarıysa ilahi bir sebeple diyeyim.
Özellikle tek kelimelik cümlelerin beni şu düşünceye sevk etti: şiirsel bir dil. Bunu tüm öykülerinde görebiliyorum. Öykülerdeki tek kelimelik cümlelerin ardıl olduğu satırlar, bu hissi kuvvetlendirdi. Kitabın sonlarında yer alan öykülerde her ne kadar bu etki azalıyor gibi olsa da, ritmin hep aynı ahengi taşıdığı için öykülerinde bu enerji devam ediyor. Bir öykücü olarak bu havayı neye borçlu olduğunu düşünüyorsun? (Kadimden gelen bir iç ses?)
Aslında bunu gören okur. Yazarken böyle bir çabam olmadı, olmuyor. Kitap boyunca, tüm karakterlerin samimi olmalarını amaçladım. Çünkü okur bunu hissediyor. Yani ahlaksız bir adamı anlatırken o adam gerçekten ahlaksız, yabancı bir ülkedeki hasta kişiyi anlatırken gerçekten hasta. Bu sebeple savaşı ele alan öykülerde de sanat ve gerçek birbiriyle kaynaştı. Her şeyi apaçık söylemek bazen yaralayıcı olabiliyor. Sanatlı söyleyiş ve üslup ince bir tül örtüyor üstüne. Tülü açıp, içeriye kafa uzatmak okurun işi. Şiirselliğin öyküye çok yakıştığını düşünüyorum. Her şeyde olduğu gibi abartmadan.
Öykülerin mekânı var, ama belli bir mekân da hissedemiyoruz aslında. Şehir, kasaba ya da mahallenin belli bir silueti yok. Karakterler her an bulundukları yeri terk edebilir. Bu kaçış mı, yoksa başka bir yere kavuşmanın başlangıcı mı? Aslında bilinçli olarak yaptığın bir hamle mi diye sormak istiyorum.
Evet, terk etmek aslında ana temalardan diyebilirim. Mekân, belli bir aidiyeti de beraberinde getirir. Bu aidiyet biraz da köşeye sıkışmadır ve toplumsalı yöneten de budur. Yani olması gerekendir. Öykülerde, başlıktan da anlaşılacağı üzere olmayan şeyler çıkış noktası. Konuşan, susan, yaşayan, hareket eden, duraksayan karakterlerin hepsi bir aidiyete sahip olup, bunun yanında “başka” aidiyetler oluşturmak, dönüştürmek isteyen kişiler. Bilinçli bir hamle denebilir, karakterlerin özgür olmasını istedim. Bir de açık söylemek gerekirse roman yazıyor olsaydım mekân ve şehir tasvirinde daha cesur olabilirdim. Çünkü mekân; insan ve yaşantıyla bütünleşiktir. Öyküde mekânı ya da bir şehri anlatmaya kalkıştığımda eksik kaldığını hissediyorum. Bunu Samsun’da dolaşan bir karakter üzerinde denemiştim.
Öyküler sanki yarım kalmışlar ülkesinden karakterlerin hayatından bir sahne sunuyor gibi. Ama bu okuyucuyu rahatsız etmiyor, en azından ben olmadım. Bunu neye bağlayabilirsin? Öykünün ritmine mi, yoksa öykü dilindeki lirik havaya mı, en önemli noktalardan biri olan üslubunun kendine özgü tonuna mı? Ya da içimden geldiği gibi yazdım, mı?
Öykü yazarken dikkat ettiğim şeylerden ilki öykünün başlangıcı ve bir ahenge sahip olması. İyi bir son için de kendimce kriterlerim var. Öykü bittiğinde ben ya da okur “Eee yani şimdi ne oldu?” diyorsa benim için başarısızdır. Elbette her şeyi anlatmak, açık etmek ya da onu örtülemek zorunda değiliz ama yazarın öykünün parçası olması gerekiyor. Kendini hikayeye dâhil ettiğinde yarım kalan o şey de aslında seninle beraber yaşamın bilinmedik anlarında yavaş yavaş tamamlanıyor. Teknik, yöntem, kuram için bir şey diyemem ama okur olarak da yazar olarak da en haz etmediğim şey öykünün sonuna geldiğimde bir yere çıkamamış yahut kaybolmamış olmak. Ya tam olarak kaybolmalısınız ya da belli bir sona ulaşmış olmalısınız. Tabii bu derinlik ve üslupla alakalı. Yazarı özgün kılan üslubu ve bakış açısı oluyor. Yarım kalmışlıkların da kendi içinde anlamlı bir bütün oluşturması gerekiyor ki rahatsızlık vermesin. Bu çizgiyi gözetmeye çabalıyorum.
Son zamanlarda anlatıcıların öykülerine sızan başka dünya var: Fantastik. Senin öykülerin ise tamamen gerçek hayatın içinden. Fantastik öyküyle, hadi edebiyat diyelim, aran nasıl?
Aslında evet, gerçek hayatın içinden ama masalsı, destansı anlatışı, ögeleri çok seviyor ve kullanıyorum. Özellikle ilk öyküde anlatı bir geleneksel zeminde ilerliyor. Fantastik deyince aklıma Dede Korkut Kitabı, Binbir Gece Masalları, Hz. Ali Cenkleri geliyor. Fantastik algım daha çok kültüre ve milli değerlere dayanıyor. Son dönem ve daha çok yabancı merkezli fantastik filmlere de kitaplara da özel olarak eğilme imkânım olmadı. Büyülü gerçekçiliği ve kelimelerle üstün, şaşalı, eğlenceli, korkutucu, bilinmeyen ve merak uyandıran dünya yaratımını seviyorum. Sözlü kültürün yazılı kültürle olan birlikteliği, geçişliliği hoşuma gidiyor.
Bir mesele sende öykü kisvesine bürünecekse, bunun çıkış noktası neresi olur? Olayı ya da durumu fark edince dur bundan öykü çıkarayım mı diyorsun ya da o sana beni yaz mı diyor? Sen mi öyküyü buluyorsun, öykü mü seni buluyor?
Birini birine tercih etmiyorum. Bazen işte bu yazılmalı diyorum bazense masa başına oturduğumda hiç düşünmediğim bir öyküye başlamış buluyorum kendimi. Bu ikisini epeyi düşündüm aslında. Yazmaya ilk başladığımda “dur bundan öykü çıkarayım” anlayışını tehlike olarak görürdüm. Yani o insan olayı yaşarken öyküsünü yazmak doğru gelmiyordu. Fakat şimdi aslolan hikayeyi anlatmak ve bunu yetkinlikle yapabilmekse “tam öykülük durum, bunu yazmak isterim” demek özgünlüğe zarar getirmez diye düşünüyorum. Öykü aranıp bulunan bir şey mi bilmiyorum. Bildiğim şey ise öykü yazmak için çokça emek vermek gerektiği.
Sona yaklaşırken öykülerini bir kitap içinde bütünlüklü olarak görmek, onlara başka bir gözle bakmanı sağladı mı? Ya da böyle bir şey olması gerekli mi?
Kesinlikle evet. Başka fikirlerim de oluştu sonrasında nasipse ikinci kitaba. Öyküleri bütünlüklü görmek, karakterleri ve üslubu daha net anlamak açısından çok faydalı oluyor.
Öykülerin yarısından bir tık azında at görüyoruz. Ya bir yerden geçip gidiyor ya da asıl görülmesi gereken şey o oluyor. Son olarak neden at?
Bu sorunun geleceğini biliyordum Neden öykü der gibi oldu. Bir şey olur ve o andan sonra bazı şeylerin hayatınıza eklendiğini görürsünüz. Bende de at böyle oldu. Bunaldığım zamanlarda hayalimde yağız bir atla, gümrah ağaçlar altında son sürat koştuğumu hayal ederdim. İnsan kendisine hep bir kurtarıcı arar. Beni sıkıştığım andan kurtaran oydu. O atın duran halini düşlediğim tek an ise ilk öyküdeki solgun yüzlü at. Tabi ki Türk kültüründe önemli bir yeri de var. Zihinsel arka planımızda bize sevdirilen ve güzel gösterilen imgeler, semboller zamanla oluşuyor. İnsanı var eden de bunlar değil mi?