İmgeler sûretler

Yıldız Ramazanoğlu
Yıldız Ramazanoğlu

Calvino kendi kurmaca dünyasında en çok tekrar eden imgenin kent olduğunu söylüyor; Borges’e sorsalardı (belki de sormuşlardır) labirent cevabını verirdi. Biz Atay için bunun “oyun”, Tanpınar içinse pekala “zaman” olabileceğini düşünüyoruz. Yeterince ısındıysanız artık sorumuzu soralım: Ya sizin? Sizce neden?

Yıldız Ramazanoğlu: Boşluk ve baloncuk

Çocukken masanın altına veya balkona saklanıp hayal kurardım. Boşluk arzusu insanın en temel insiyaklarından. Nasıl yaşayıp nasıl tüketeceğimizin, neye ihtiyaç duyup duymayacağımızın buyurgan bir edayla dikte edildiği kuşatma. Geriye ve ileriye sakince bakmayı, verili olmayan bir boşluğa girmeyi özlemeyenin edebiyatla işi olmaz. Yazmak belki de “tuttuğunu koparan” diye övdüğümüz insandan “tuttuğunu esirgeyen ona hürmet eden” insana doğru bir yol açma dürtüsü. Şiir, hikaye, roman yazmanın hatta film çekmenin mahiyeti doğru dürüst açıklanabilmiş değil. Tarkovski filmleriyle insanları ölüme hazırlamak ister de başka biri, hiçbir amacım yok sadece sevdiğim için ya da başka bir şey elimden gelmediği için yazıyorum der. Umberto Eco’nun edebi metin aşk mektubu gibidir karşılık bekler demesi de dursun şurada. Sanırım boşluğa bakmaya çalışıyorum.

Şiir, hikaye, roman yazmanın hatta film çekmenin mahiyeti doğru dürüst açıklanabilmiş değil.


Gerçeklik diye önümüzde duran varolma ve görmeyi kurguya bulayarak bozmak, ana yoldan sapmak heyecan verici. Bilinmeyenin taşlı çiçekli patikası açılıyor. Boşlukta ilerleyince el değmemiş haklılık payları yükseliyor.

  • Yazar istediği kadar benim anlam arayışım amacım beklentim yok öylesine yazıyorum desin, bir şey kırılır, bir şeye ulanır, anlam sis gibi yükselir ve metne kıymetini verir. Edebiyatın amacından söz etmek başöğretmenliği çağrıştırıyor, sivri saçma ve sıkıcı.

Yazarken bir takım sonuçlar çıkarılmasını hedeflemesem de okuyanlardan farklı bir hissiyata, gücünü kaybetmiş duyguların parlamasına, solgun ihtimallere, mümkün olduğu unutulmuş, gözden düşmüş yaklaşımlara sürüklendiklerine dair geri bildirimler almak iyi geliyor. ‘Daha hızlı’ motosuyla sürekli daralan bir çemberin içinde boşluk ve baloncuk varedip, yaşadığımız şeyin başımızdan geçenin ne olduğuna dönüp bakmak.

Yazmak belki de “tuttuğunu koparan” diye övdüğümüz insandan “tuttuğunu esirgeyen ona hürmet eden” insana doğru bir yol açma dürtüsü.
Yazmak belki de “tuttuğunu koparan” diye övdüğümüz insandan “tuttuğunu esirgeyen ona hürmet eden” insana doğru bir yol açma dürtüsü.

Bu benim için sadece yazarken mümkün. Kaçış planı, halvet der encümen ne dersek diyelim yazmak işgal edilmiş duygu dünyasında boşluk yaratma sanatı. Bilim adamlarının kat’iliği, akademinin tarifleri, toplumsal değerler, inandığım şeye nasıl inanmam gerektiğine dair bile kesin, kaçışı olmayan açıklamalar. Ha bir de sosyoloji gücüyle içine yerleştirildiğimiz güvenli temkinli tedbirli akıllı küçük kutular var. Tanımlamanın suç olduğu bir dünya mı kursak. Nasıl ki nefes almak için edebiyat okuyoruz, nefes almanın bir başka yolu olarak da yazıyoruz. Belli anlarda taşa dönüşen dünya karşısında zamana mekana an’a ve eşyaya kalp yerleştirme istenci var yazmada. Ağırlığı sezdirmeyle nazara verip hafiflemenin yolunu açan bir işlev. Bu ağırlığı kaldırmak, insanın yükünü azaltmak için yazdığını söylüyordu Calvino hafiflik ilkesini açıklarken. Edebiyat sanıldığı gibi elitist bir yazı alanı değil. Fakat doğası gereği bilgiden daha fazlasına, misal hayallere, boşluklara, sezgilere saçmalıklara imkansızlıklara ihtiyaç duyan kişilere sesleniyor.

Mesela üniversiteye gidecek bir genci anlatmaya çalışmıştım “Köprüdeki Kız” hikayemde. Delikanlı tıpkı Dostoyevski’nin gençlik romanı “Beyaz Geceler”deki kahramanın köprüde ağlayan bir kızla karşılaşması gibi karşılaşmalar hayal ediyor, birlikte yüce idealler peşinde koşabileceği arkadaşlar istiyor, buna göre şehir tercihleri yapıyordu. Meslek şu bu çok sonra. Ailesi ise -her zaman deriz ya, haklı olarak- kendini kurtarabileceği bir mesleği ve bol kazancı olmasını önemsiyordu oğulları üzerine hayal kurarken.

Delikanlı tıpkı Dostoyevski’nin gençlik romanı “Beyaz Geceler”deki kahramanın köprüde ağlayan bir kızla karşılaşması gibi karşılaşmalar hayal ediyor.
Delikanlı tıpkı Dostoyevski’nin gençlik romanı “Beyaz Geceler”deki kahramanın köprüde ağlayan bir kızla karşılaşması gibi karşılaşmalar hayal ediyor.

Oysa ne kadar dünyevi hedeflere odaklansak da her insanın kalbinin bir kuytusunda kişisel çıkarlardan daha fazlasına dair insani bir yükseliş saklı. Dünyevi olanla bağdaşmayan büyük bir boşluk. Peki delikanlı kızla ilgili hikayenin gerisini biliyor mu, bilmiyor, ya da unutmuş. Yazarken bir edebi kamu içinde olabilirsin fakat meş’aleni yalnız taşırsın. Ne yazmak istediğimi tahmin ediyorum elbette, üzerimde kendini yazdıran bir anın, yüzün, atmosferin halesi vardır.

Fakat hiçbir zaman nasıl anlatacağımı bilemem. Her hikayede aynı başa dönme, kaygı ve tekinsizlik. Nasıl yazacağımı biliyorum desem yazıcıya dönüşme tehlikesi var. Kırmızı hikayesini yazarken bilmiyordum ki yere göğe koyamadığımız hoşgörü, eşitsizliğin, kibrin şahikası olabilir. Gece Sahnesi’nde Beyoğlu’nun bir gecesinden söz ederken elde yaşanan gerçeklik vardı, ama kurgularken iş, boşluklardan yol bulup nerelere gitti. Çiçekli Bir Boşluk fikri hikayelerime iyi geldi. Bu zamanla edebiyatın sevincine dönüştü.

  • Herkesin her şeyi bildiği ve haklılığından zerre kadar kuşku duymadığı zamanda belirsizliklere, kuşkulara, muğlaklıklara, doldurulmamış boş sayfalara ihtiyacımız var. Yaşanan toplumsal fırtınalarla edebiyatın ilişkisi de kaygan bir zeminde. Olayların bayrağını estetikten yoksun biçimde dalgalandırmak edebiyatı kemaliyle çağının tanığı yapmaz, görmezden gelmek de daha iyi edebiyatın ilkesi olamaz.

Bırakalım da birileri bizi hür bir kalple tanımlı dünyanın dışına doğru tuhaf şarkılar mırıldanarak, kelimelerin işe yarayacağına inanarak sürüklesin. Mırıldanmak evet, bağıran metinler algı eşiğimi aştığından sanırım, okuyamıyorum. İnsanın yaratılışı sırasında meleklerin hayreti boşuna değil. Kan dökücü birinin yaratılması yetmezmiş gibi bir de yazması katmerli tuhaflık. Kelimelerin deneyimlerimizi taşıma ve iletme gücüne inanmamız ise çılgınlık. Ama mecburuz.