İçimdeki Hayta
Çocuktu bu. Dönüp baktım. Onu ilk kez görüyordum aslında. Yanılmıştım. Sanıyordum ki Panço gibi kara kuru bir şeydi. Oysa sarıya çalan saçları, her an küsüvermeye hazır çatık kaşları ve ne kadar sıkılsa doyulamayacak yanaklarıyla bir kız çocuğuydu karşımdaki. Kız çocuğundan da hayta olur muydu ki?
Haytanın tekiydi bu çocuk.
Yazdığım ilk hikâyeleri kendisine gösterdiğimde, dile getirmese de yüzüme küçümseyerek bakan o profesöre göre haytaydı mesela. Askerde, konuştuklarımı sırf nezaketen dinleyen ve sonra duyduklarını diğerlerine gülerek anlatıp benimle eğelendiğini tesadüfen fark ettiğim o bilgisayar öğretmeni için de öyleydi. Babam o haytanın varlığına, bir dönem tam da onu içinde taşımış biri olarak asla inanmazdı. İnansaydı herhalde o da haytanın teki der geçerdi. Aramızda hikâyeler anlamını yitireli beri sevdiğim kadın da hayta olduğunu düşünmeye başlamıştı derken. Ve işin asıl garibi, hikâyelerimin gerçekte kimsenin bir derdine merhem olmadığını ve bu yüzden kimsenin hiç de aldırış etmediğini anladığım zamanlarda bazen ben de çocuğun hayta olduğuna inanır buluyordum kendimi.
Nerden de bulmuştu beni?
Çocukluğumun gaz lambalı gecelerinde ocağın kenarına sıralanmış adamların anlattığı gasavanlarda mı? Bir demiryolu ambar memuru eskisinin ağlak cümlelerinde mi? On yedi yaşımın yalnızlığında kaybettiğim gerçeklikte daldığım hayallerde mi?
Sahi nerden bulmuş çocuk beni?
Belki de çocuk bana, denizciden miras kalmıştı. Sigara gibi...
Olabilirdi. Siroz, denizcinin içindeki masmavi denizleri, çığlık çığlığa martıları, Tünel’de meraklı meraklı bakan oğlanın gözlerini, Çingene kızlarının göğsünde açan bahar çiçeklerini; tıpkı kırk sekiz yıl bedeninde gezdirdiği müstakbel ölü gibi alıp öte tarafa gitmişti de çocuğa dokunmamıştı.
Demek ki çocuk, bir iki vakit orda burda dolanmış, sonra, hangi akla hizmetse yollara düşmüş, bin dokuz yüz ellilerin Türkiye’sinde kim bilir hangi meşakkatli yolculuklar sonucunda ve muhtemelen tamamen nedensiz olarak da Erdemli’ye gelmiş, yukarı köylere çıkmış, girdiği bir Yörük çadırında daha bir yıl önce doğmuş Emin adlı bir bebeğin içine yerleşivermişti.
Böyle olmalıydı. Yoksa Emin, altmışlı yılların ortasında lambalı radyoda duyduğu bir Nida Tüfekçi türküsüyle saz öğrenme sevdasına düşmez, dedemin ceberrutluğundan korka korka ağaçlarda keçiboynuzu toplamaz, bir çuval keçiboynuzunu sekiz saat sırtında taşıyıp satmaz, ardından da Mersin’e giderek adının saz olduğunu sandığı o curayı almazdı. Çocuk, kıpır kıpır yerinde durmamış, Emin’i bir garip hayallerin ortasına sürüklemişti işte.
Derken Emin, yine çocuğun çenesi yüzünden Lütfi Ağa’nın kızı Fatma’ya gönül koyma cesaretini bulmuştu kendinde. Onunla da kalmamış, Lütfi Ağa vermeye yanaşmayınca bir de kaçırmıştı Fatma’yı. Çocuk olmasa kaçırmazdı. Zira motosikletle ağanın kızını kaçırmak ancak çocuğun aklına gelebilirdi.
Yetmişlerin sonuna dek orada yaşamış olmalıydı çocuk. Ne var ki gaz kuyrukları, çay-şeker kuyrukları bekleyen Emin’den sıkılmıştı. Ya da kuyrukların kendisinden. Ne bileyim orasını. O zaman henüz yeni doğmuş beni fark etmişti. Hiç de utanmadan, ilerde buraya başka birisi gelebilir mi düşünmeden, fütursuzca içime girip yerleşivermişti.
Ama günahını almayayım. Yıllarca sustu orda. Varlığını hiç hissetmedim. İlk kez ilkokul ikinci sınıfta konuştu benimle.
Adına çatma dediğimiz Yörük çadırımız vardı. Babam inşaat ustalığı yapardı, bir taraftan da hayvancılık. Arazinin ekin salanı olduğu yıla göre Karapinar’daki babaannemden kalan yere ya da Göğebakan’daki dedemden kalan yere taşınırdık. O yıl Göğebakan’daydık. Göğebakan en yakın köy olan Çiriş’e çocuk adımlarıyla iki saatlik yürüme mesafesindeydi. Etrafta birkaç çatma daha vardı. Ne var ki bu çatmalarda oturanların çocuklarının hepsi sabahçı denk gelmişti. Tek öğlenci bendim. Öğlenleri yalnız başına okula gitmek zor değildi. Fakat akşam olduğunda gün birden kararır, çığırak boyu ağaçlar birden büyür, taşlar ve çalılar meymenetsiz bir hayalet oyunu tuttururlardı.
Korkardım elbette. İşte böyle korkarak eve döndüğüm o akşam birden konuşuverdi benimle çocuk. Hiç de şaşırmadım. O denli birilerine muhtaçtım ki bunun, içimde gizlenen bir çocuk olmasının mahsuru yoktu. Hemen arkadaş olduk. İsteklerimiz ve zevklerimiz nasıl da benziyordu birbirine.
Gerçekte bir bisikletimiz yoktu ve hiç olmayacaktı. Ama öyle bir bisiklet var etmiştik ki biz kendimize, sonraları sürdüğüm hiçbir bisikletten ben o hayal oyunlarında bindiğim bisikletin zevkini alamadım. Çocuklarıma yıllar sonra bisiklet aldığımda asla çocukla benim bindiğimiz gibi bir bisikletleri olmayacağı için çocuklarım adına üzüldüm. Veya hiç gitmediğim, ne var ki kitaplardaki resimlerden tanıdığım çocuk parklarında da yine içimdeki çocukla kurduğumuz hayal oyunlarında eğlendik. Maalesef Disneyland, hiçbir çocuğu o parklar gibi eğlendirmeyi başaramayacak.
Böyle böyle büyüdüm. Derken üniversite bitti, öğretmen oldum. Hikâye yazmayı da o sıralar öğrendim.
Ne var ki iş hayatıyla birlikte çocuktan rahatsız olmaya başladım.
Bir defa fazlasıyla gevezeydi çocuk. Durmadan soru soruyordu:
Eczacılar ilacı nereden alırlar? Bakkal Kudret Dayı dükkândaki bütün malların fiyatını ezbere nasıl biliyor? Dünyadaki bütün yiyecekler tükenebilir mi? Ne zaman ıslık çalacağım?
Çocuğun sorularından hiçbirini cevaplamamıştım. Ama bilirdim ki asıl soru, çocuğun kendisiydi: Bu çocukla ne yapacaktım? Yirmi küsur yaşında, bekâr bir adamın yanında bir çocuğun ne işi vardır? Çocuğun aslında yanımda değil de içimde olduğuna kim inanır?
Özellikle de şu ıslık meselesi canımı sıkıyordu. Neymiş de ona ıslık çalmayı öğretebilir miymişim? Akıl işi midir Allah aşkına? Koca bir adam, ele güne karşı, içindeki çocuğa ıslık çalmayı öğretmeye çalışıyor. Adamın adını deliye çıkarırlar vallahi.
Bir defasında kızdım çocuğa. Bundan böyle soru sormak yasaktı. Şayet çok merak ediyorsa içimden çıkmalı, soruların cevabını başkalarına sormalıydı. Yasakladım ya hemen de pişman oluverdim. Ne de olsa o bir çocuktu. Bilemezdi büyükler dünyasının hayaller karşısındaki hoşnutsuzluğundan ve büyüklerin yüreklerinin bazen duygusuzluğundan.
Sonra yaramazdı bu hayta. Durmadan kıpır kıpır bir şeyler yapmaya çalışırdı. Birgün sırf bu nedenle, hiç de merak etmiyor olsam bile cinsiyetini sordum çocuğa. Evet, Panço gibi kara kuru bir şeydi ama kız mıydı erkek miydi bilmiyordum.
Ne yapacaktım cinsiyetini öğrenip de?
Sonra da sen tahmin et dedi.
Erkekti.
Niye?
Kızlar yaramaz olmazlar çünkü.
Yaramaz mıydı? İnanamamıştı. Galiba önce alındı. Ardından aklına ne geldiyse patlattı kahkahayı. Güya durarak hikâye yazmaya alıştığımdan onun sıradan hareketliliğini yaramazlık sanıyormuşum.
Böylece makaraya sarıp cinsiyetini merak etmeyi unutturdu bana.
Hayat yine devam etti ve evlendim ve oğullarım geldiler dünyaya. Çocuk hâlâ içimdeydi. Birileri kaç çocuğum olduğunu sorduğunda yanlışlıkla üç demeye başlayınca çocuktan kurtulmaya karar verdim. Ama öyle kolay değildi bu. Ne zaman kovsam, arsızlığı tuttu, daha bir çöreklendi içimdeki o yere. Bunun üzerine onu duymazdan gelmeye, en nihayetinde unutmaya karar verdim. Unuttum da. İyi de oldu bu çocuk için. Çünkü çok sürmedi, uyuyakaldı. Zavallı kim bilir kaç senedir uykusuzdu.
Bazen aklıma düşerdi çocuk. Sessizce yeniden unutmaya çalışırdım. Bir taraftan da uyurken rüyasında neler gördüğünü merak ederdim. Bu beni kızdırırdı. Ben ki gördüğüm rüyaları hatırlamaz belki de hiç rüya görmezken içimdeki çocuk, pırıl pırıl rüyalarda savruluyordu. Ya da rüya görmemenin sebebi zaten çocuktu. İçimde yaşasa da yediğime içtiğime karışmayan, bunlara ortak olmayan çocuk, bedenimin bir parçası olarak rüyaları kendine ayırıyordu.
Derken hayat beni yollara döktü üç beş senedir. Zaten öğretmen olsa da öğretmenlik yapabilmesi için önlerine bir sınav belası konulmuş gençlere bir şeyler anlatabilmek derdine, şehir şehir geziyordum. Bursa, Afyon, Sakarya, Eskişehir, Aksaray, Zonguldak... Yollar yüzünden artık sahiden unutmuştum çocuğu. Ne de olsa artık bütünüyle büyümüştüm.
İki gün önceydi. Bir taraftan iş hayatı bir taraftan memleketin içler acısı ahvali nedeniyle bunalımdaydım. Akşam, biraz yürüyeyim belki açılırım düşüncesiyle dışarı çıktım. Ne yöne yürüdüğümün farkında değildim.
Haftada bir bombalar patlıyordu ülkemde. Tertemiz insanlar tertemiz rüyalarıyla birlikte ölüyorlardı. Ölenin de öldüğü kalıyordu ne var ki. Ne patlayan bombalar son buluyordu ne de meclis, ülkenin asıl derdinin ne olduğunu hatırlayıp onu tartışıyordu. Kadınlar tecavüze uğruyordu durmadan. Kutsal sandığımız yerler kana doymuyordu. İnsanlık anlamını yitireli çok olmuştu.
Böyle bir zamanda sözcüklerin peşine bir ömür adamak akıl karı mıydı? Hangi ağlayan gözün yaşını silecekti hikâye cümleleri? Nedendi gecelerimin yalnız dövüşü? Kimin için, hangi zamanın insanına seslenmeye çalışıyordum? Ortak bir rüyaya uyanabileceğimiz hiç kimse olmadıktan sonra uyanıkken rüyaya dalmanın ne anlamı vardı?
Boğazımın o malum yerinde garip bir acı düğümlenmişken ne kadar yürüdüm bilmiyorum. Birden arkamdan tertemiz bir ıslık sesi gelmeye başladı. Değme yan flüt ustalarına taş çıkaracak bir maharetle Rodrigo fısıltısıydı ıslığın söylediği. Ben geri dönersem utanır, belki ıslık çalmayı bırakır diye hiç duymamış gibi yaptım. Fısıltı ne kadar sürdü onu da bilmiyorum. Bir ömür de sürse öyle dinlerdim. Ama birden kesildi ve o tanıdık ses seslendi bana:
Ne o, beğenmedin mi ıslığımı?
Çocuktu bu. Dönüp baktım. Onu ilk kez görüyordum aslında. Yanılmıştım. Sanıyordum ki Panço gibi kara kuru bir şeydi. Oysa sarıya çalan saçları, her an küsüvermeye hazır çatık kaşları ve ne kadar sıkılsa doyulamayacak yanaklarıyla bir kız çocuğuydu karşımdaki. Kız çocuğundan da hayta olur muydu ki?
Meğerse uyuyup kalmamış çocuk. Ben onu unutmaya karar verince dışarı çıkmış, başka hayatlara dâhil olmuş ve en sonunda ıslık çalmayı öğrenmiş.
Kız bile olsa yüz vermeye gelmezdi çocuğa. Başka bir şey söylemesine kalmadan kızdım:
Gel buraya! Gir çabuk içeri! Seni hayta seni!
Şimdi içimde öyle konuşup durdu işte.
- “Sonra n’olmuş?”
- Bütün fazlalıklarından arındığında bizi hikayeye meftun eden mefhum bu basit soruya gelip dayanıyor. Demek ki insanın başına gelen hikaye de meraktan. (AE)