İç dünyamızın sınırlarını genişletebilmemizmümkün müdür?
Calvino kendi kurmaca dünyasında en çok tekrar eden imgenin kent olduğunu söylüyor; Borges'e sorsalardı (belki de sormuşlardır) labirent cevabını verirdi. Biz Atay için bunun "oyun", Tanpınar içinse pekâlâ "zaman" olabileceğini düşünüyoruz. Ya sizin? Sizce neden?
Kerem Işık:
Okumak da yazmak da benim için her daim aşılması gereken bir "sınır" imgesiyle ilintili olmuştur. Yanıtı yazının daha ilk satırında lafı hiç dolandırmadan verebilmemin nedeni sanırım bu soru üzerinde düşünmeye başladığımda yanıtını aslında yıllar önce kitap sayfalarının arasında bambaşka dünyaların var olduğunu keşfetmeye başladığımda verdiğimi fark etmem. O yıllarda bunu belki yalnızca belli belirsiz bir his olarak adlandırabilirdim elbette ancak ne zaman elime bir kitap alıp okumaya başlasam içinde bulunduğum gerçek dünyanın gözle görülmeyen sınırlarının ötesine geçerek kendimi bambaşka mekânlardaki bambaşka insanların arasında buluyordum. Yaş aldıkça bu tuhaf fakat tuhaf olduğu kadar da heyecan verici hissi daha anlaşılır bir şekilde dile getirebilmeye başladığımı fark ettim. Kitapların aşmamı sağladığı görünmez sınırlar aslında kendi zihnimle tanımadığım yazarların zihinleri arasındaydı. Satırları arasında kendimi zevkle, şevkle ve hiç sıkılmadan kaybettiğim kitapları okuduğum süre boyunca bambaşka insanların zihinlerinin içinde dolaşıyor, dünyaya onların gözleriyle bakıyor ve etrafta olup biten her şeyi onlar gibi algılıyordum. Bundan daha mucizevi çok az şey olsa gerek.
Farklı milletler, dinler, ideolojiler yahut ırklar arasındaki sınırlarla mücadele eden bir dünyada yetişkinliğe adım attığımda satır aralarında aşılması bunca kolay olan sınırların gerçek hayatta soluk alıp vermeyi dahi güçleştiren acılara sebebiyet verdiğini fark etmemle birlikte edebiyata, kitaplara ve yazıya daha büyük bir şevkle sarılarak kâğıt üzerinde bu defa kendi kendime yepyeni dünyalar inşa etmeye başladım. Art arda dizdiğim sözcüklerle inşa ettiğim bu yeni dünya, gerçek hayatta beni rahatsız eden şeylerle daha rahat mücadele edebilmemi sağlıyordu. "Ancak hiçbir yere ait olmadığınızı fark ettiğinizde gerçek anlamda özgürsünüzdür." der Maya Angelou. Okuyup yazdıkça aidiyetin ve sınırların ne denli tehlikeli kavramlar olduğunu daha iyi kavrayarak yarattığım karakterler üzerinden toplumun daha çocukluk ve ergenlik dönemlerimizden başlayarak etrafımıza inşa etmeye başladığı sınırları alaşağı etmeye çabaladım. Toplum Böceği ve Iskalı Karnaval işte bu saiklerle yazıldı.
İlerleyen yıllarda psikolojik coğrafyalarımızı teşkil eden hafıza kavramıyla ilgilenmeye başladığımda sınır imgesiyle yeniden karşılaştım. Bu kez yaşadıklarımız ve yaşadıklarımıza dair anılarımız arasında gerçekliği eğip bükerek bulanıklaştıran bir imge olarak tüm heybetiyle önümde yükseliyordu. Dünyanın Güçlü Tarafı'nda arkeolojik kazılar, fotoğraf ve bellek kavramlarından faydalanarak zihnimizin yabanıl coğrafyasındaki görünmez sınırlara odaklanmaya, hatırladıklarımızın ne kadarının gerçekliğe uzanan bu sınırları aşabildiğini incelemeye çalıştım. Halihazırda yazmaya devam ettiğim romanı mercek altına aldığımdaysa aidiyet ve yersiz yurtsuzluk üzerinden bu kez sınır kavramının bambaşka veçhelerine eğildiğimi şaşkınlıkla fark ettiğimi söyleyebilirim. İç dünyamızın sınırlarını genişletebilmemiz mümkün müdür? Kendimizi güvende hissettiğimiz yeri dış dünyadan ayıran sınırlar nerede başlar ve nerede biter? Peki ya iki sevgilinin, çocuklarla annelerinin, toplumla bireylerin arasındaki sınırlar?
"Sınır" imgesinin kapsayıcılığının beni hep şaşırttığını söyleyebilirim ve sanıyorum okuyup yazdıkça bu şaşkınlık hali devam edecek. Ne de olsa sürekli genişletmeye çabaladığım edebi dünyamın sınırlarının ötesinde beni nelerin beklediğini hiçbir zaman kestiremeyeceğim.
İyi ki...