Hokus Pokus
Yeniyetme yıllarının en müthiş oyunu olmuştu bu göz çeperlerini yumup hayal kurma işi Hayali’nin. Sözgelimi, şehir ortası bir parkta canı mısır mı istedi? Hemen gözlerini yumup bir mısır tarlasına uğraması yeterliydi. Gözünü açasıya taze bir süt mısır avucunda oluyordu. Veya canı pamuk şeker mi çekti? Gözünü kapattığında kendini, birinci sınıf bir pamuk şekeri imalathanesinin orta yerinde buluveriyor, üstelik gözlerini açasıya, eline pamuk şekerini çoktaan almış oluyordu.
Köpekbalıklarının olmadığı nehirde, timsahların dişi daha keskin olurdu elbette.
Kare-siyah taş avlunun ortada oval yer aldığı yetimhane, yukardan bakıldığında mini bir stadyumu andırıyordu. Asrı aşkın mazisiyle burası şehrin en yaşlı yetimhanesiydi. Yetim demek bu taş avlulu binada, içinde hınç denizi yürüyen, konuşan kütleler demekti. Keskin pusuyla bir mahzeni andıran bu muhit, neden sebep bilinmez ağır bir sirke kokusu yayıyordu. Karşılıklı bütün odaların birbirine baktığı bu yerde yaşamak, belirli bedeller istiyordu elbette. Dört müdür, yedi idareci ve sayısız müstahdem eskitmiş Beton demek, bu taş avluda kanun demekti. Beton ve çetesinin kuş uçurtmadığı bu avluda yetim olmak demek, ensede yumrukla yaşamak demekti. Güneş kavruğu teni, dikine, düz uzayan saçları ve muhatabına bıçkın bakışlarıyla bu genç, bütün sorunları kendi usulleriyle çözmekteydi, bu taş avluda. Kaç zamandır. Doğrusu bu vaziyetten şikâyetçi bir yönetim de hiç oralara uğramamıştı şimdilerde.
Yetimhanede sorun dediğin, nerdeyse hiç bitmek bilmeyen bir şeydi oysa. Birinin bir şeyinin çalınması demek, Betongillerin küçük bir tahkikatından sonra şayet o şey bulunamamışsa sıra dayağı demekti. Yatağını iyi toplamamışsın dayak, sen bana ne bakıyorsun öyle tokat, yemekhanede sıramı aldın tekme, temizliğini neden yapmadın şamar... Kavgalar, gürültüler, sinir harbi çat kapı karşılaşılan durumlardı zira. Zira bu taş avluda oksijenden çok nefret teneffüs ediliyordu. Güneşin kendisi için hiç de doğudan doğmadığı son iki günde yatağına gömülü Hayali, dişini sıkmaktan uyuyamaz olmuştu. Ta ki tanıdık bir ses kapısını çalana kadar: “Hey zor durumlarda kaldığında tek yapman gereken göz çeperlerini kapatıp hayal kurmak olmalı,” dedi, dostu Seve. “Gerisi yok, gerisine aldırma!” diye de üsteledi. Bu öğüdü küçük bir çocuğun annesine sarılışı gibi talim etti Hayali.
“Öyle uzun ağda şeyler şeytan işi dostum, hatırla!” dedi bir de. “Haklısın galiba!” dedi cevaben Hayali. Yeniyetme yıllarının en müthiş oyunu olmuştu bu göz çeperlerini yumup hayal kurma işi Hayali’nin. Sözgelimi, şehir ortası bir parkta canı mısır mı istedi? Hemen gözlerini yumup bir mısır tarlasına uğraması yeterliydi. Gözünü açasıya taze bir süt mısır avucunda oluyordu. Veya canı pamuk şeker mi çekti? Gözünü kapattığında kendini, birinci sınıf bir pamuk şekeri imalathanesinin orta yerinde buluveriyor, üstelik gözlerini açasıya, eline pamuk şekerini çoktaan almış oluyordu. Hatta diyelim ki malum sıra dayaklarında canının yanmamasını mı diliyordu? Gözlerini kapatıp açtığında ayalarının hiç de eskisi gibi acımadığını dahi hissedebiliyordu. Tek sorun bu hayallerin gerçekleşme süresi ve gözlerini açtığında dostu Seve’nin ağlak yüzü ve kan ter içinde kalışıydı. Yirmi ile otuz dakika bir hayalin gerçekleşmesi için hiç de kısa bir süre değildi elbette.
Yetimhanenin baş belası Beton ve çetesi, herkese kan kusturuyordu her zaman olduğu gibi. Hasbi zorba Betongiller herkesi haraca bağlamıştı. “Bu Beton ve takımına bir önlem almalıyız,” dedi Hayali. Zira yetimhanede Beton demek; şantaj, kavga, çatışma, tehdit, sataşma demekti. Hayhay der gibi başını sallayarak, “Gözlerini kapaman yeterli biliyorsun.” dedi Seve. Öyle uzun boylu düşünmeye gerek duymadı Hayali. Gözlerini açtığında yetimhanede bir kargaşa hâkimdi. Yemekhaneden avluya koşturanlar, avludan yatakhanenin yolunu tutanlar, girenler, çıkanlar, nefes nefese kalanlar, geceyi yırtan düdük sesleri, görevli nidaları... Hayali irikıyım birini kolundan çekiştirip “Neler oldu burada?” diyebildi. İrikıyım, yüzü gözü sarılı birinin Beton ve çetesini hacamat ettiğini anlata anlata bitiremedi.
Tam Seve’yi gördün mü diyecekken toz oldu İrikıyım. Bu vaka herkesi perişan etmişti taş avluda kaç gündür. Müdür, taş avluya herkesi toplayıp esti esti yağdı. Müdürün cümlelerini hep Hayali’ye bakarak bitirmesi onu iyiden iyiye kıllandırmaya başlamıştı bu arada. Müdürün neden sebep Hayali’ye taktığını anlamak hayli güçtü oysa. Üstelik Seve de yoktu ortalarda. Hiç böyle yapmazdı diye aklından geçirdi Hayali. Yarı yolda bırakmak Seve’ye göre bir şey değildi elbet ama nerelerde, hangi cehennemdeydi? Betongiller hastaneye sevk edilmişti. Döndüklerinde neler olabileceğini tahmin etmek hiç zor değildi. Taş avluda kantarın topuzu kaçmıştı artık. Müdür bitip tükenmez nutkunun sonlarına doğru Hayali’yi işaretle:
-Sen!
Kendisine seslenildiğini adı gibi bilse de Hayali arkasına, sağına, soluna bakınıp:
-Bana mı dediniz efendim?
-Oğlum ölü müren balığı gibi ne bakıyorsun? Elbette sana diyorum. Birazdan odama gel!
-Nasıl isterseniz efendim.
Çok şükür nutuk bitmişti. Bu müdür ne diyecek ki şimdi ya, diye ensesini kaşıyıp durdu Hayali. Aklına Seve geldi birden. Zaten aklından çıktığı mı vardı sanki? “Ulan Seve nerelerdesin?” diye fısıldadı kendi kendine yine. Geriye baktığında çatılarına sığınabileceği bir ailesi dahi kalmamış bu çocuk nerde, kiminle olabilir ki diye düşüne düşüne kendini yiyip bitirdi. Zira Seve elim bir kazada ailesini de hafızasını da yitirmişti. Sonra başını göğe çevirip “Bitmeyecek mi Allah’ım bu çocuğun çilesi!” deyiverdi. O böyle kendi kendine söylenip dururken, az önce dağılan kalabalığın dilinde Beton ve çetesi vardı doğal olarak. Dönerlerse halimiz nice olur, diye yakınıp duruyordu millet. Hatta Karaisalı, kırkında, gevrek gevrek lafların adamı, Bekçi Niyazi bile dillenmiş bir kunduz gibi, ortalığı velveleye veriyordu o sıra:
-Beton haftaya damlıyor beyleerr hah hah haaa! Kısa çöpü kim çektiyse kefenini hazırlasın derim.
Bu heriften hiç hazzetmiyordu Hayali. “Nee, haftaya mı, haftaya haa!” Lafları havada uçuşuyordu. Avluda herkesin burnuna kötü kokular gelmeye başlamıştı bile. Müdürün odasına yarım, bilemedin kırk dakika sonra çağırdılar. Gitti Hayali.Müdür o koca göbeğini koltuğuyla masasının arasına sıkıştırıp ileri geri yaylanarak epey bir zaman öğüt verdikten sonra Betonların olayı olduğu esnada nerede, kiminle, ne yaptığını sorup durdu. İçi doldurulmuş bir korkuluğa benzetmişti müdürü o an Hayali. Bunu düşündükçe gülmeye başladı haliyle. Adam bozularak:
-Oğlum neye gülüyorsun sen?
-Aklıma bir şey geldi de efendim.
-Töbe estağfirullaaahh! Aklını başına al. Almııyym ayağımın altına!
(Bunu söylerken bile o kadar komik, o kadar komikti ki annesinden yeni ayrılmış penguen gibiydi müdür. Kıh kıh gülmemek için kendini zor tutuyordu Hayali.)
Başını eğip mahcup olmuş numarası yaptı sonunda. Başını biraz fazla eğik tutmuş olacak ki yaptığı numarayı yiyen müdür babacan bir tavırla, yelkenlerini indirmiş olarak devam etti konuşmasına. Üstelik herkese benzer sorular sorduğunu, bunun rutin bir tahkikat olduğunu, endişeye mahal bir durum olmadığını, olay çözülünceye kadar bu durumun devam edeceğini anlattı da anlattı. Hayali, müdürün hafif kavisli, oval, ceviz masasının önünde gözlerini duvardaki istiklal marşı ve gençliğe hitabeye dikmiş, odasında o esnada uyumak üzere bulunduğunu hatta o saatlerde odada ismini şuan çıkaramadığı birilerinin dahi olduğunu, eğer arzu edilirse kısa bir soruşturmadan sonra şahitlerini bulabileceğini anlattı durdu. Müdür donuk gözlerle sade Hayali’ye bakıyordu öylesine. Hiç inanmış gibi gözükmüyordu üstelik. O ara sağ el bileğinin zonkladığını fark etti aniden. Gerçi kaç gündür karıncalanıp duruyordu ama ilk ciddi sızlamayı yeni fark etmişti. Müdür son bir defa yüzüne mutat bakışlarını atıp kapıyı gösterdi Hayali’ye. Çıktı. Derin bir nefes alıp koridorun sonundaki merdivenlerden inip, taş avluyu geçip odaya kendini ancak atabildi. İkindi sonrası akşama doğru bir ağırlık çöktü üzerine, uyku bastırdı. Gözlerini açtığında Seve ona bakıyordu. Ulan namussuz nerelerdesin demek geçti içinden ama demedi, aksine yekinip sarıldı.
Gözlerinde manidar bir tebessümle Seve:
-Yemekhanenin yanındaki kilerde bir bölme keşfettim. Kapısı içerden kapanıyor. Oradaydım şimdiye kadar. Sanırım kimse bilmiyor o bölmeyi.
-Oğlum sen yoktun karıştı piyasa burda, ne bölmesi ne kilerinden bahsediyorsun!
-Haberim var. Duyuyordum olan biteni.
-Duyuyordun da ne demeye ortalarda gözükmedin eşşoğlusu! Töbe töbe! Şimdi ağzımı bozduracaksın ama!
-Oğlum at şu gereksiz elektriği üzerinden. Sakin ol. Burdayım işte.
-Müdür beni çağırdı, bi ton soru sordu.
-Neymiş sıkıntısı?
-Yok, Betonların olayı olduğunda nerdeymişim, yok kiminleymişim, yok ne yapıyormuşum, falan filan. Bir araba zırva. Benden sonra üç çocuğu daha silkelemiş odasında hazret! Nöbetçi çocuğu söktürüp ondan öğrendim.
-İyi de seninle ne alakası varmış ki bu olayın?
-Bir anlasam?
-Aldırmaaa geçti gitti işte. Boşver bunları şimdi. Hem o kadar daraldığında ne yapman gerektiğini biliyorsun dostum.
-Ulan tabii ki biliyorum ama her olur olmaza göz çeperlerimi kapatamam ya.
-Neyse boşver boşver. Bak sana ne diyeceğim. Uzun süre kalınca o bölmede, aklıma sapsarı, alabildiğine uzayan mısır tarlalarında koşturduğum çocuk günlerim geldi lan. Ahşap evimiz...Yanlış bir şey yaptığımda evimizin çatı katına kapatıldığım çocuk günlerim...Üzerimizde mavi gök, önümüzde sarı, altın gibi mısır tarlası, elimizde koçanlar, köyün çocuklarıyla saklambaç oynadığımız günler. Evimizin çatı katındaki oyuncaklarım sonra...Tahta bir atım vardı. Bir de kılıcım. Annemi kaybettiğimiz yıl babam almıştı. Kaleler fethederdim atım ve kılıcımla. Hepsini hatırladım. Hatırlayamıyordum ya uzun zaman.
-Hadi lan! Bak sen Allah’ın işine. Ne uğraşırdın o günleri hatırlamak için.
Hayali, Seve’nin duru bir deniz gibi gözlerindeki mahzun heyecanı izledi biraz. Ortamı yumuşatmak için “Oğlum bu esaret hayatı sana hiç yaramamış lan,” diyebildi. O ara, alacaklı gibi yemek saati diye bağırıp duruyordu nöbetçiler. Seve’ye dönüp “Hadi romantik prens hadi aç karnımızı doyuralım,” dedi. “Sen tıkınmadan duramazsın,” demeyi unutmadı tabii. Zira Seve pisboğazın önde gideniydi. Bilen bilirdi bunu. Güldü biraz Seve.“Hadi bakalım,” dedi. Yolda yürürlerken birden durarak, biraz da tebessümle Hayali “Haftaya Beton’lar dönüyormuş lan,” dedi. Keyfi iyice yerine gelen Seve “Bize ne dostum gelirse gelsinler,” diyerek kahkahayı bastı. Hayali de ona katılınca, şen şakrak yolunu tuttular yemekhanenin. O gün yemekten sonra yemekhanenin ana kapısının dışarıya bakan boşluğunda, hemen tellendirdi Seve. Gelen gidene aldırmadan hem de. Giren çıkanın da onu pek salladığı yoktu nedense. Ne kadar “Oğlum bari şurda içme şu zıkkımı, biri haber uçurur müdüre,” dediyse Hayali, dinletemedi. Seve bu, laftan sözden anlar da yola gelir mi? Bu oldukça hareketli günün akşamına kendilerini yatağa atıp uyumak ve uyumak istiyorlardı sade. Öyle de yaptılar.
***
Hayat işte, kısa. Beton ve avanesi teşrif etti sonunda kürkçü dükkânına. Karaisalı ta yetimhanenin giriş kapısında alay-ı vala ile karşıladı onları. Yetmedi bir de uzun hava çekti üzerine cila mahiyetinden. İnsanın ar damarının çatlamasının nasıl bir şey olduğunu ilk orada fehmetti Hayali. Odasının pervazına dayanmış, dışarda çiseleyen yağmuru izliyordu o sıra oysa. Bir ara camı hohlayıp eliyle silince, o an göz göze geldiler Azrail’le, pardon Beton’la. Beton “Hadi işine moruk!” diye sol, sağlam koluyla ittirdi bekçiyi. Bekçi bozulsa da bozuntuya vermeden çekildi önlerinden. Zira sağ kolu sargılıydı hâlâ Beton’un. Yüzünde de yer yer morluklarla şişler Hayali’nin olduğu yerden dahi seçilebiliyordu. Beton’un sıkı dostu Yengeç’in gözaltındaki bandajla, kollarındaki sargılar ilk bakışta dikkatten kaçacak cinsten değildi. Hatta gözaltındaki bandajdan taşan çizgilerden falçatayı sağlamına yediğini anlamak hiç de zor değildi. Yüz gözündeki morlukları sayma ihtiyacı dahi duymuyorum tabii. Her ikisinin hemen solundaki Zülfü’nün ise çehresindeki sıyrık ve morluklarla, ha bir de topallaması dışında ciddi bir şeyi gözükmüyor gibiydi, diğer ikisine nazarla tabi. Ama her üçünü de uzaktan gören herkesin “Temizine sopa yemiş bunlar,” demesi işten bile değildi elbette.
Beton o haline ve dışarda çiseleyen yağmura rağmen hem de sabahın erken saatine aldırmadan, herkesi taş avluya çağırtıp toplattı. Bu da yetmezmiş gibi toplattığı kalabalığın önüne geçip kısığa yakın tok bir sesle marabasına emirler yağdıran ağalar gibi, kendisine getirtilen sandalyesine kurulu, kurum satarak ayrıca; uzun, tumturaklı küfürlerini uzun uzun herkesin suratına savurdu. Yetmedi işaret parmağını sallayarak herkese, bu işin failinin bu gün ortaya çıkacağını, aksi gibi bir durumun söz konusu bile olmadığını söyledi. Duraladığı bir lahzada şahin bakışlarını gezdirdikten sonra herkesin üzerinde, bu gece uyumak isteyenin çenesini çalıştırması gerektiğini vurguladı. Açtı ağzını, yumdu gözünü. Taş avluda yağmurla Beton’dan başka ses yoktu. Kimsenin ağzını bıçak açmadı, açamadı. Müdür, yetimhaneye henüz damlamış olacak ki o dahi odasının pervazından izliyordu olanı biteni sessiz. Sonunda Beton’un hadi uzayın, der gibi yaptığı el hareketiyle dağıldı marabalar. Ensede yumrukla yaşamanın ne menem bir şey olduğu en iyi yetimhanede anlaşılıyordu.
O günden sonra zaten diken üzerindeki yetimhanenin son huzur kırıntıları da iyiden iyiye kayıplara karıştı. Bu taş avluda nerdeyse herkes, Beton’a bu olay aydınlansın diye muhbirlik yapar olmuştu. Hatta Beton herkesin odasına muhbirlerini yerleştiriyordu tek tek. Herkes birbirine muhbir gözüyle bakar olmuştu. O gün akşama doğru Beton Hayali’nin odasına İsa isminde, kendinin getir götür işlerini gören çocuğun birini yerleştirmek isteyince, Hayali çocuğu kolundan tuttuğu gibi karga tulumba dışarı attı. Bu vaziyet yüzünden Hayali ile Beton karşı karşıya geldiler haliyle. Hatta öyle ki Hayali ile Beton’un hırlaşıp atışmaları bütün odalardan ve hatta müdürün odasından bile duyulur olmuştu. Müdür olaya müdahale edip Beton’u alıp götürdü hemen oradan. O akşamdan sonra Hayali yetimhanede hemen herkesin saygı gösterdiği biri olup çıkmıştı. Bu vaziyeti kavrayan Beton, domates gibi kızardı sinirden. Yetmedi sonraki gün, öğle yemeğinden hemen önce, taş avludaki kalabalığa sayıp sıvayarak yemekhaneden içeri daldı. O kalabalığın arasında Seve ile Hayali de vardı üstelik.
Seve’yi o curcunada kaybetti bir anlığına Hayali. Dönüp odasına doğru yollanırken omzundan birinin kendisini çekiştirdiğini fark etti. Baktı, Beton’un ayakçı takımından İsa. Üzerinde daha önce fark edemediği derin bir elektrik olduğunu fark etti o an Hayali. Hatta ittirerek çocuğu “Derdin ne senin?” diyebildi. Çocuk şaşırmış, fal taşı gibi gözlerle Beton’un kendisini yemekhaneye çağırdığını, söyleyebildi. Hadi işine, der gibi el işaretiyle yemekhanenin yolunu tuttu. Hayali’nin içeriye dalmasıyla kilerin hemen önündeki boşlukta Betonlarla göz göze gelmesi bir oldu. Böyle zamanlarda bitmek bilmeyen o yolu, kendinden emin adımlarla adımladı Hayali. Baktı Betonların yanında müdürün daha önce sorguya çağırdığı üç çocuk, kurbanlık üç koyun desek daha doğru olur. Hayali’nin manzarayı çakması hiç zor olmadı tabii. Zira çocukların rengi benzi atmıştı. Beton, Hayali gelesiye kadar bu üç zavallıyı dut gibi silkelemişti anlaşılan. Zavallılar pençesindeki aslandan merhamet dilenen ceylan yavruları gibiydiler. Beton’la burun buruna gelen Hayali:
-Bırakın gitsin şu çocukları!
Mahşerin üç atlısı misali Beton, Yengeç, Zülfü üçü de birbirine bakarak kahkahaya boğuldular aniden. Biraz durulur gibi olunca dişlerini sıkarak Beton:
-Körün istediği bir göz, Allah’ın verdiği iki göz...Bana bak çaylak, senin nefesini alır, iade etmem! Anladııın, akıllı ol.
Betonun gözleri elektrik saçıyordu. Hayali o an sanki bir sanat galerisini geziyormuşçasına derin bir huzur duydu içinde. O ara attığı kısa birkaç adımla iyice burun buruna gelmişti Beton’la. İçindeki bu sekinetle hiç laf dalaşına girmeden, bodoslama Beton’a kafayı gömer gömmez kilerin kapısını açıp içeri daldı. Seve’nin anlatıp durduğu bölmeyi aradı gözler, hemen. Pirinç, mercimek, bulgur, nohut, kuru fasulye rafları arasında fazla aranmadan fark etti o bölmeyi. Şeker çuvallarının olduğu rafın yanındaki demir kapılı bölmeyi sanki daha önce de kullanmış gibi açtı hemen. O ara burnunda kanlarla Beton’la kolunda sargıyla Yengeç seğirttiler içeri. Arkalarından da topallayarak Zülfü tabi...Hayali’nin demir bölmenin kapısından rüzgâr gibi geçip kendini içeriye son anda atması bir oldu. Kapıyı da hemen kapadı haliyle. Kapının diğer tarafındakilerin “Seveee!! Çık ulan ordan!” nidalarına aldırmadan, göz çeperlerini kapattı Hayali. Kendini masmavi bir göğün altında, sapsarı, göz alabildiğine uzayan mısır tarlalarının içinde, gözleri alev alev köyün çocuklarıyla koştururken buldu. Bir elinde tahta at, diğerinde kılıcı. Arkasında ahşap evleri vardı.