Hikâyenin kalbi: Atlara ve uzaklara

Kırço yaşamaya ve mecburi bir metanetle arabayı çekmeye devam etmektedir.
Kırço yaşamaya ve mecburi bir metanetle arabayı çekmeye devam etmektedir.

Anlatıcı, yoğun duygularının tesiriyle, bîçare Kırço'nun her sözünü tasdik eder gibi denizde sallandığını görür gibi olur. Kırço da, sonunda Anday'ın dizelerindeki at gibidir, gömülmemiştir o da, ve bu yüzden nal sesleri gezinir durur ruhunda.

  • "ey artık ölmüş olan at!" dediler, koşuşun büyütürdü dünyayı senin!

KELİMENİN KALBİ

At kelimesi; taşların gövdesinde yahut insanların dillerinde dolaşarak, çorak ya da verimli yurtları soluksuz geçerek, geniş ovalardan kara dağlara, ötesinde ne olduğu bilinmeyen Batı topraklarına, Yeşimtaşı Kapısı'ndan Kaşgar'a, Manas'ın hikâyesini anlatmaya başladığı Talas'tan binbir dağı birbirinden farklı bakan, binbir suyu birbirinden farklı akan Alma Ata'ya, kumlar ve rüzgârlar altında kalan Taraz'dan Cengiz Han'ın yerle bir ettiği Otrar'a, gür ormanlıklardan otun bitmediği bozkırlara doğru, Yenisey'in aktığı geceleri düşünde göre göre üzerinde dolaştığımız topraklara kadar gelmiştir. Çölde izleri kaybolan kar sularının aksine; adıyla, hikâyesiyle, gözleriyle, yaşamı ve ölümüyle, tüm gövdesiyle, kulakları ve ayaklarıyla, toynakları ve sağrısıyla, kuyruğuna düğüm atan savaşçısıyla, güzelliği ve hızıyla, verdiği ve aldığı zamanla, gücü ve asaletiyle, savaş ve barışıyla, erkeği ve kadınıyla, ayak sesi ve ruhuyla, cengaverliği ve zekasıyla, dizgini ve yularıyla hikâyelerimize eklemiştir kendini.

Manas, karanlıkta yol sürdüğü zaman atı Akkula, kulaklarıyla sahibinin yolunu aydınlatır. Savaş meydanında Aşkâr'ı yitiren Battal Gazi başka bir ata bindiğinde esir düşer. Dokuz göğü gözleyen, havadaki kuşu kovalayan, koşarken yerleri yırtan Kırat'ını kaybedince gölgeye dönüşür Köroğlu. Kardeşini bulmaya giden Segrek'in karanlık gözlerini uyku bürüyünce atı uyandırır onu ve böylece kara elbiseli altmış kâfire kılıç vurup bastırır onları. Destanlarda, eski hikâyelerde en az kahramanları kadar önemli olan atlar; zamanla, dünya büyüsünü yitirdikçe; kadim diller, eller, sesler, hikâyeler dünyadan çekildikçe; atların saatlerce, hiç durmadan koştuğu topraklar tükendikçe, azaldıkça, yok oldukça; atlar kendini başka başka aynalarda, başka başka suretlerde gördükçe, eski sıhhatini, kuvvetini yitirdikçe; ırmaklardan içtikleri suyu yalnızca düşlerinde görmeye başladıkça, darmadağın giysileriyle körler ve cüzzamlılar arasında, ermişler ve günahkârlar arasında kaldıkça; insanla birlikte parçalanan dillere şahit oldukça; nice savaşı, yıkımı, katliamı, soykırımı çıplak gözle gördükçe; nice salgından azala azala çıktıkça, yakılıp yıkılan topraklar üzerinde kaldıkça, insanlar kendini yeryüzünün ve yeryüzündeki her canlının efendisi olarak gördükçe; imtihanlardan yüzü açık alnı ak çıkamadıkça ve insanın verdiği tüm savaşlar yenilgi yenilgi büyüdükçe gerisin geri çekildiler. Atlar, eski hikâyeleri, destanları hatırladıkça, güzel bir düş görür gibi gülümsediler yalnızca.

HİKÂYENİN KALBİ

Anlatıcı, öykünün ilk cümlesinde, Kırço'nun adını tüylerinin renginden aldığını söyler. Kırço'ya bir insana seslenir gibi adıyla seslenir, böylece onu sıradan bir at olmaktan çıkarır; seslenebileceği, konuşabileceği bir varlığa dönüştürür. Zira Kırço da neredeyse insan gibi davranır; anlatıcının ifadesiyle "insafsız" sahibinin sözlerini derin bir yeis bakışıyla yalanlamaya uğraşır. Parlayan iri, siyah göz bebeklerinden sahibine doğru bir lânet uçtuğu da fenerin titrek ışığı yardımıyla görülebilir. Bakışımızı başlangıca çevirdiğimizde, anlatıcı Kırço'yu bir akşam ahbaplarından biriyle tanışır, dost olur gibi tanımıştır. Ancak Kırço yalnız değildir; daimi hayat arkadaşı, vücuduna raptedilen muhacir arabasıyla İstanbul'u boydan boya, sabahtan gece yarısına dek dolaşır.

Anlatıcı, arkadaşıyla kendilerini Sarıyer'e götürecek arabayı aradıklarında ansızın karşılarına Ali Ağa ile Kırço çıkar. "Hayvan yorguna benziyor, yazıktır." dediğinde Ali Ağa, "Hayvanın yorgun olduğunu düşünen müşteri de varmış!" diyerek alaya alır anlatıcıyı. Nihayetinde arabaya binerler. Meyhanelerden gelen Türkçe, Rumca şarkıların sadece yarım mısralarını işiterek dükkân ve evlerden akseden lambaların ışıkları içinden geçerken Kırço'nun yaralı sırtına yük olduklarını unuturlar. Bir süre sonra, arabayı çekmek için gereken kuvvetin kaynağının, bu bîçare hayvanın ihtiyar kemikleri olduğunu fark ederek kendine kızar anlatıcı. Öykünün belki de en dehşet anı, Kırço'nun bir dükkanın önünde soluk soluğa durmasıyla başlar.

Öykü boyunca sesinden, cümlelerinden, varlığından etrafına şer yayan Ali Ağa, Kırço hareket etmeyince yerinden fırlar, hayvanı geminden şiddetle çeker. Hayvan son gayretiyle yalının birinin önünde cansız bir sessizlikle yere uzandığında ve hiçbir uzvunda hayattan, hareketten eser olmadığını fark edince çıldırır. Kırço'yu o halde gören anlatıcı, arabacıya parasını verip oradan uzaklaşırken Ali Ağa, araba beygirini ayağa kaldırmak için karnına sert tekmeler atmakla meşguldür. Anlatıcı, birkaç gün sonra Kırço'ya rastlayınca şaşırır ve sevinir. Kırço yaşamaya ve mecburi bir metanetle arabayı çekmeye devam etmektedir. Yanına gidip yüzünü okşar. Hayvan, hareketsiz gözlerle ona bakar. Anlatıcının, "Ne demek isterdi, bilemem ki..." cümleleriyle hikâyenin kalbi ışıldamaya başlar; Raskolnikov'un ve Nietzsche'nin yüzüyle birlikte.

Esasında Kırço, anlatıcının kendisine gösterdiği merhamete inanmaz gibi durmaktadır. "İnsan değil misin, bana acı çektirmek için menfaatin olsa sen de Ali Ağa'nın bir eşi olursun." der gibi bakar. Aşırı etkilenmesine sebep olan şey, ister acı versin isterse neşe, gözlerinden yaş getirmektedir anlatıcının. Hem acıyı hem de neşeyi aynı anda, neredeyse taşkınlıkla hissetmeye muktedir olduğu bir ruh halindeyken, gördüğü manzaranın tesirinden olsa gerek, son kez karşılaşır Kırço'yla; kendi ifadesiyle "bütün sinirlerinde fevkalâde bir faaliyetin peyda olduğu" gün. Çirkinlik gibi, güzelliğin de ruhunda yara açmasına izin veren anlatıcı, denizde bir beygir leşinin yüzdüğünü fark eder. "O yüzen leş Kırço değil mi?" diye sorar kendi kendine.

Anlatıcı, gözlerinden sel gibi yaşlar boşanırken hissettiklerini ve düşündüklerini neredeyse kendinden geçmiş bir halde anlatmaya başlar. Derin bir empatiyle sarılmış, belli ki kalbinin köklerinde bir "şey"e sıkı sıkıya bağlı olanı görür sonunda ve derinlerde soluk alıp verenle yüzleşir oracıkta. Yetmez, kelimelerini, kalbini bağışlar bize. Gelenin geçenin deliliğine hükmetmesine aldırmadan, Kırço'nun leşine karşı verdiği nutuk hatırlanacak olursa, ki unutmak ne mümkün, hikâyenin kalbi bu hurufâtın arasında, saklandığı yerden ışıldamaya başlar.

Kırço'yu kamçısıyla diriltmeye çalışan Ali Ağa'nın nihayet onun ölümüne sebep olduğunu, dahası, yularını da ancak denizin dibine atacağı zaman çıkardığını, yine de şükür ki, delik deşik postundan istifade etmek için derisini soymadığını, hayvancağız bütün gayretiyle gece gündüz emek sarf etse de karşılığında hayatın onu bir türlü besleyemediğini, ancak öldükten sonra sular vasıtasıyla vücudunun şiştiğini, bir lokma yemine kaç kamçının isabet ettiğini bilmediğini, dalgalar Kırço'nun dudaklarını indirip kaldırdıkça anlatıcının nutkuna cevap veriyormuş gibi göründüğünü, kendisine verilen dişlerini yaradılış hikmetine uygun kullanamadığını. Anlatıcı, yoğun duygularının tesiriyle, bîçare Kırço'nun her sözünü tasdik eder gibi denizde sallandığını görür gibi olur. Kırço da, sonunda Anday'ın dizelerindeki at gibidir, gömülmemiştir o da, ve bu yüzden nal sesleri gezinir durur ruhunda.

ANLATICININ KALBİ

Zayıflığını örtmek için ziynet sayılabilecek koşumlarından azade olduğunda beygir iskeletine deri geçirilmiş izlenimi uyandıran, koşum yerlerine tesadüf eden aksamının tüyleri dökülmüş, kamçı izlerinin ışıksız da görülebildiği bu vücut tastamam da Kırço'ya aittir. Hayat arkadaşı addedilebilecek, neredeyse vücuduna raptedilmiş muhacir arabasını son kuvveti ve tahammül gayretiyle sabahtan gece yarısına dek sürükleyen Kırço; etsiz, çelimsiz, zayıf gövdesiyle güç bela adım atarken biçarenin her uzvundan bezginlik ve yorgunluk sızar. Emeği mukabilinde ne yediği dünyanın en büyük muamması, kaç yaşında olduğu hâlâ cevap verilememiş sorulardan biridir.

Bunca eziyetin, acının; hudutsuz kan, ter ve gözyaşının soluk aldığı bu vücuda Ali Ağa'nın kamçıları değdikçe duyulan acı ses, anlatıcının kulaklarından gitmez. Kırço'nun inlemesine mukabil aldığı tek cevap da sesi dağlara akseden zalim kırbaçlardır. Anlatıcı, şehirde dolaşırken bu bîçare araba beygiriyle selamlaşır ve kalbinde bir "şey"in gün geçtikçe büyümesine izin verir. Kırço'yu her gördüğünde yanına gider, yüzünü okşar. Kırço hareketsiz, neredeyse donuk bakışıyla gözlerini anlatıcıya diker, yüzüne bakar. Hayvancağızın ne demek istediğini bilemez anlatıcı. Kırço, bu muameleye şaşırdığını, belki de inanmadığını düşünürken bu garip adamın dağvari kalbinin derinlerine inildiğinde2 hudutsuz bir merhametin soluk alıp verdiğini görürürüz.

DEĞİŞİMİN KALBİ

Daima değişim içinde yuvarlanan kalp; duygu, düşünce ve inançların durmaksızın birbiriyle cenk ettiği meydandan farksızdır. İyi bir öykü söz konusu olduğunda da bu değişim ve savaş kaçınılmazdır. Ali Ağa'nın "Kırço'ya her akşam arpa verirsem çocuklar ne yer?" diyen sesi, kamçısının sesi kadar kuvvetlidir çünkü. Öyküyü okuyan kalpler, iki dağdağa arasında kime merhamet edeceğini bilemez gibidir. Ancak anlatıcı, öykünün ilerleyen satırlarında Ali Ağa'yı kötülüğün, şerrin ve karanlığın içine hapsetmeye çalışır. Tek tipleştiği için biz de Ali Ağa'yı sadece geçinmeye çabalayan, atın uyguladığı şiddet mukabilinde hareket edeceğine inanan, konuştuğu yahut bildiği tek dil, şiddet olduğu için ata kötü davranmaktan başka bir şey bilmeyen, kötüler kötüsü bir insan olarak görürüz. Ötekileştirir, Ali Ağa'nın iyiliğe inanan aydınlık kalplerimizin kapısının önünden bile geçmesini istemeyiz.

Neticede ağzından acı sözlerden başka bir şey çıkmayan, elindeki kamçısıyla durmadan sağa sola saldıran, Kırço'yu sürekli aç bırakan, ona eziyeti en üst noktaya çıkarmadan rahat etmeyen, hayvancağızın karnına sert tekmeler atan bir adamdır o. İnsanlığını yitirmiş diyerek kendimizce çıkarımlar yaparız. Zaten Kırço'ya merhamet etmek, Ali Ağa'yı anlamaya çalışmaktan daha kolaydır; tüm varlığı eziyetlerle, zorluklarla hemhaldir, güçsüz, zayıf gövdesi gölgesini taşıyamayacak kadar yorgundur. Ömrü nihayete ermeyi düşlerken gizli gizli isteriz bu zavallı hayvancağızın kurtuluşunu, en azından yularından kurtulmasını hatta belki de ölmesini. Öyle ya, ömrünü birilerini ve onların yükünü çekerek geçiren Kırço'ya Allah'ın kudretli elinden başka hangi el uzanıp merhamet edecektir?

Öyküyü okuyanların kalbi de çoğunlukla Kırço'ya merhamet etmeye hazır ve nazırdır. Tüm varlığı yaralarla dolu, güçsüz ve zayıf olana daha kolay merhamet edilir. Böylece, okur da bu hayvancağıza acıyarak kalbini rahatlatmış olacaktır. Kırço'ya merhamet edip, Ali Ağa'ya duyduğumuz nefreti büyütürken durup asıl odağın hangi hikâye olduğunu düşünmemiz daha elzemdir. Kalbimiz değişir çünkü insanları hurufâtlar vasıtasıyla okurken. Torino Atı filmi, meşhur hikâyeyi anlattıktan sonra kamerayı Nietzsche'den uzaklaştırıp ata yaklaştırır ve Nietzsche'nin karşısında bir konum alır. Eğer yükü at çekmiyorsa bu yükü başka biri çekmek zorundadır çünkü. Belki de Kırço'yu tam olarak anlayabilmek için Ali Ağa'nın da hikâyesini bilmemiz gerekir. Ancak, anlatıcı Ali Ağa'nın evini öyküsüne dahil etmez, ahırına şöyle de bir olsa bakmamıza izin vermez.

İlginç olan, Ali Ağa'nın ellerini ya da gözlerini bile tasvir etmez, bîçare atın boynunun sol tarafındaki yürek şeklinde siyah lekeyi bile maharetle tasvir ederken hem de. Ali Ağa'ya merhamet etmemize izin veren tek bir şey bile yoktur ortada. Anlatıcı belki de kasıtlı olarak kendini -ve böylece okuru- Ali Ağa'ya merhamet duymaktan uzak tutar. Torino Atı'nda baba ve kızının hikâyesiyle birlikte gördüğümüz gibi göremeyiz Kırço ve Ali Ağa'nın hikâyesini. İnsanın ve atın tabiat karşısındaki "ortak" çaresizlikleri, onları birbirine bağlayan düğümün kendisidir ve Nietzsche'nin ifadesiyle, görünmez ipler en güçlü bağlardır. Ne yazık ki Ali Ağa'yı Kırço'ya bağlayan bu düğüme yer verilmemesi, öyküyü sıhhatten düşürmüştür.

GERÇEĞİN KALBİ

Kelimenin, hikâyenin, anlatıcının ve değişimin kalbi ışığında "Kırço" öyküsüne bakıldığında; insan denen garip mahlûkun menfaati söz konusu olduğunda hayvanlara hudutsuz ve ölçüsüzce kötü davranması mı eleştirilir? Bu ne zalim insandır; ağzından acı sözden başka şey çıkmaz, elleri zulümden başka bir şeye gitmez mi Ali Ağa'nın? Bu bedbaht, garip, her an daha fazla acı verilmek suretiyle hareket ettirilen hayvancağız; yalnızca ağlamak, eziyet görmek, son nefesine kadar yük taşımak, inlemek; kamçı ve açlıkla korkutulup cezalandırılmak, tüm gövdesiyle bir yara olmak için mi gelmiştir dünyaya?3 Hikâyeyi ve kalbini bir kenara bırakıp şu satırları hatırlayalım. Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nde, Nietzsche'nin olayını değerlendirirken; iyiliğin, ancak karşıdaki güçsüzse bütün saflığıyla ortaya çıkabileceğini, insan soyunun gerçek ahlaki sınavının -iyice derinlere gömülmüş, gözlerden uzak sınavının- insanın merhametine bırakılmış olanlara davranışlarında gizli olduğunu söyler, yani hayvanlara.

Ve Kundera'ya göre insan, temel bir yenilgi yaşamıştır, hatta bu öyle temel bir yenilgidir ki, bütün öteki yenilgiler kaynağını buradan almıştır. 19. ve 20. yüzyılda, özellikle kolonizasyonun yükseldiği dönemde zebraları evcilleştirmek ve onları arabalara koşmak isteyen insanların büyük çabasını ve buna benzer şeylerle dolu, kötü anlatılmış yahut yaşanmış bir hikâyeden ibaret olan insanlık tarihini hatırlayacak olursak Kundera'nın bahsettiği "ahlaki sınavın yenilgisi" daha da belirginleşir. Yenilgi kelimesinin kalbimizde büyümesine izin vererek şöyle sorabiliriz: Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'da Raskolnikov'un rüyası4 aracılığıyla, Nietzsche'nin 1889'da başından geçen ve neredeyse meşhur addedilebilecek deneyimiyle, Bela Tarr'ın son filmi Torino Atı'nda hikâye ettiği ata ne olduğu sorusuyla ve Fikret Ürgüp'ün "Yolculuk"5 öyküsünde ölmeye karar veren eşeğin gözleriyle Kundera'nın insanın temel sınavı ve yenilgisi etrafında biçimlendirdiği düşüncelerini hatırlayarak "Kırço" öyküsünü yeniden düşündüğümüzde hikâyenin kalbi bize gerçekten ne söylerdi?

  • 1 Bir şehri korkutan ve utandıran şeylerle gelen meşhur terzilerin Turgut Uyar'a getirdiği dizelerden biri. Terzilerle birlikte, görkemli yahut darmadağın giysileriyle kadınlar, adamlar, çocuklar; körler ve cüzzamlılar; ermişler kargışlılar ve günahlılar; gebe kadınlar ve vaaz edenler; at cambazları, tecimenler ve kralcılar; gemiciler, tanrıtanımazlar, tefeciler ve yalvaçlar da gelmiştir.
  • 2 Dağ gibi, dağ büyüklüğünde anlamına gelen dağvari kelimesi, olağanüstü filmden birkaç cümleyi hatırlatır: "Dağın derinlerine kurulmuş olan bu kale şehrin güzelliği efsaneviydi. Zenginliğin kaynağı yer altındaydı, kayalardan sökülen değerli taşlar ve taşların içinde nehirler gibi parlayan altın damarlarında. Cücelerin becerileri eşsizdi, elmas, zümrüt, yakut ve safirden olağanüstü güzel eşyalar üretebiliyorlardı. Giderek dağın daha derinine, karanlığa kazdılar. Ve sonunda ona ulaştılar. Dağın Kalbi'ne. Arkentaşı'na."
  • 3 Şairin, "Anlatma bana atları/yüreğim kaldırmıyor düşündükçe vurulup/Vurulup yerlerde yattıklarını, anlatma/Anlatma bana, görmedim Troya Savaşı'nı." dediği.
  • 4 Raskolnikov, kendini yedi yaşında bir çocuk olarak gördüğü rüyasında babasıyla beraber sokaklarda dolaşır. Bir anda, kalabalığın, yükünü çekemeyen bir atın etrafında toplanmış olduğunu fark eder. Sürücü, atı kırbaçlamaya devam eder. Raskolnikov'un rüyasında kendini özdeşleştirdiği küçük çocuk, bu şiddete son vermeleri için kalabalığa yalvarır ancak işe yaramaz. Ata iyice yaklaşıp göz göze gelir, hatta kırbaç darbeleri onu da bulur. Darbelere daha fazla dayanamayan at yere yığılınca Raskolnikov, kanlar içindeki ata sarılıp yüzünü öper. Ve babasına, "Babacığım, neden öldürdüler o atı?" diye sorar.
  • 5 Fikret Ürgüp'ün "Yolculuk" öyküsü aşağı yukarı şu şekildedir: Öyküdeki eşek, ihtiyar değildir ama birini veya bir şeyini kaybetmiş olacak, bir gün ölmeye karar verir. Yiyip içmez, gittikçe küçülür. Neredeyse sıska bir köpeğe döner. Sahipleri onu kahverengi gazete kağıtlarıyla kaplar, kapıdan çıktığında da ona el sallarlar. Eşek geri dönse de sahipleri onu yeniden uğurlar, gitsin isterler. Ancak eşek bir türlü ayrılamaz. Gözlerinden yaşlar akar, hatta bu yaşlar karda koskoca delikler açar. Sahipleri yine de eşeği ürkütür, kovalar ve eşek nihayet gider, arkasına bakmadan hem de, asilce gider.