Hasar Sözlüğü'nü nasıl yaz(ma)dım?
Sıra öyküye bir isim vermeye gelmişti. Genelde öykü yazmadan önce geçici bir başlık koyarım, bu beni motive eder ve çoğunlukla ilk başlık öykünün ismi olur. Ama bu Hasar Sözlüğü için geçerli değildi. Öykü bittiği halde bir ismi yoktu.
Şöyle yazmadım mesela; “Şu ana kadar sözlük şeklinde yazılmış bir öyküye rast gelmedim, bunu ben yazmalıyım!” diye düşünmedim.
Peki, nasıl yazdım?
Aradan bir yıl geçtiği halde şunu çok net hatırlıyorum. Bilgisayar ekranındaki Word dosyasına “Betül dırdır ediyordu” diye yazmış, boş boş bakıyordum. Betül de kimdi ve neden dırdır ediyordu? Bu sorular kafamın içini o kadar doldurdu ki başka bir şey düşünemez oldum ve o ilk cümleyi yazarken ki bilinçsizlikle bir alt satıra geçip dırdır diye yazdım, iki nokta üst üste koydum. O an gözümün önüne Skoda Superb geldi. (Allah affetsin çok güzel arabaydı, hala da öyle) Bir insan dırdır edecekse bu araba için edebilirdi. Betül’ün neden dırdır ettiğini keşfettiğimde bunu hemen dile getirdim. E, daha sonra ne olacaktı? Yine bir bakışma seansı yaşadık bilgisayar ekranıyla. Skoda yazıp yine iki nokta üst üste koydum ve Skoda’nın ne anlama geldiğini o zamana kadar hiç merak etmediğimi fark ettim. Hızlı bir gugıllamadan sonra “Hasar” anlamına geldiğini öğrendiğimde şaşırdım, bir araba markasının anlamının hasar olması ironi içeriyordu.
Kelimenin açıklamasını yazacak, sonra ortaya çıkan çerez tabağından canım ne istiyorsa seçerek devam edecektim. Bir oyun gibi.
Öyküyü devam ettirmek için izleyeceğim form kafamda oluşmaya başlamıştı. Kelimenin açıklamasını yazacak, sonra ortaya çıkan çerez tabağından canım ne istiyorsa seçerek devam edecektim. Bir oyun gibi. Meselemi okuyucuya ulaştıracak bir form bulmuştum. İyi de benim meselem neydi? (Anlayacağınız gibi sorularla ilerliyordu öykü.) Elim gayri ihtiyari klavyeye gitti, alt satıra geçip hasar yazdım. Sıçrama noktası bu oldu. Hasarın ne olduğunu yazdığımda öykü katmanlı bir aile trajedisine doğru meyletmeye başladı kafamda. Bu noktada o yaşıma kadar yaşadıklarımı, duyduklarımı ve gözlemlediğim şeyleri çekip çıkardım durdukları yerlerden, kimi not defterimde kimi de hafızamda yer kaplıyordu.
Anne babalarının dizinin dibinde yetişen ve sorumluluk duygusundan bihaber gençlerin baba evinde yaşadıkları lüksü yuvadan ayrıldıklarında bulamayışları ve bunun neticesindeki bocalamalarını üniversite yıllarında sıklıkla gözlemlemiştim.
Kanserden yakınını kaybetmiş ve o süreci yaşamış biri olarak, arkadaşlarımdan anne ya da babalarının oturdukları yerde ruhunu teslim ettiklerini duyduğumda, kansere nazaran onlara konforlu bir ölüm bahşedildiğini anlamıştım.
Mal mülkün, bir zamanlar yediği içtiği ayrı gitmeyen kardeşlerin arasına bile nasıl nifak tohumu ekebileceği de malum.
İçinden ve dışından hep hayatımda yer edinmiş bir topluluk olan memurlara değinmeden edemezdim. Memuriyet birilerine ya yetiyor ya da yetmiyordu. Bir arayış mı dersiniz, bir hedefsizlik mi ya da bir lanet mi? Memur olmak öyle dışarıdan görüldüğü gibi kolay değildi yani.
Ve “işte bunların hepsi sinema” diyeceğimiz kısma geldiğimizde anlatmak istediğim lise yıllarıydı. O yıllarda tükettiğimiz en hızlı şeylerden biri gençliğimizse diğeri de filmlerdi, bunu da çerez tabağına kattım. Ayrıca kleptoman, kişilik bozukluğu olan çocukların kendi gibi olmayan diğerlerine neler çektirdiklerini iyi bildiğimden, bu mevzu da hasarla ilerleyen bu öykü içinde kendiliğinden bitiverdi. Bunun peşi sıra o yaşlarda her çocuk gibi gözümüzde hayranlık parıltılarıyla izlediğimiz Karate Kid’in hemen bir sonraki paragrafa yerleşmesi doğal bir sonuç oldu.
Finale doğru ilerlediğimde iki şeyi eklemeden edemedim. Birincisi o ilk babalık heyecanıyla oğlumu her koklayışımda hissettiğim evlat kokusu, ikincisi ise bir arkadaşımın bana anlattığı ve ne kadar şükretsem az olacağını anladığım olay. Olay öyküde de anlatıldığı gibiydi, arkadaşımın eşi hamilelik süresince kanının pıhtılaşmaması için her gün kan sulandırıcı iğne yaptırmak zorundaydı. Hasarla beslenen bir öykünün iştahla kabul edeceği bir durumdu.
Tüm bu konular durdukları yerde zamanla birikip, çıkmak için bir fırsat kollarken yazdığım bir kelimenin sonuna iki nokta üst üste koyarak bir musluğu açmıştım.
Sıra öyküye bir isim vermeye gelmişti. Genelde öykü yazmadan önce geçici bir başlık koyarım, bu beni motive eder ve çoğunlukla ilk başlık öykünün ismi olur. Ama bu Hasar Sözlüğü için geçerli değildi. Öykü bittiği halde bir ismi yoktu. Sözlük formatında yazılmış olması ve finale kadar her aşamasında malum kelimenin zikredilmesinden dolayı arayışımın beni “Hasar Sözlüğü” ismine götürmesi işten bile değildi. Ayrıca her ne kadar içerik ve form olarak tamamen farklı kulvarda olsa da Milorad Paviç’in “Hazar Sözlüğü” isimli az bilinen kıymetli eserine de bir selam durmuş olacaktım. Böylelikle öykü, içeriğine uygun bir başlığa da kavuşmuş oldu.
Özetle benim anlattıklarım ve önceki sayılarda bu bölümde hikâyesi anlatılan öykülerden de anlayacağınız gibi herkes bir öykü anlatmaya niyetleniyor, dönüp dolaşıp anlattığı ise kendi hikâyesi, tecrübesi, meselesi oluyordu.