Hakiki Hüzün Hakkı

Yalnızdı. Mutsuzdu. Sıkılıyordu. Her şey olması gerektiği gibi.
Yalnızdı. Mutsuzdu. Sıkılıyordu. Her şey olması gerektiği gibi.

Kral, gözündeki çapakları silerek uyandı uykusundan erken vakitte. Çapaklar, alışılmadık çapaklar. Gözlerindeki yıldız tozu, yüzünü yıkadığında silindi. Kılıcını kuşandı ve tahta çıktı. Taht odası, manzaralı yerdeydi. Baktı memleketinin görülebilecek en güzel manzarasına. Bir kraldı ve gönül rahatlığıyla nalları düşündü.

1

Yalnızdı.

2

Mutsuzdu.

3

Sıkılıyordu.

1.2

İkindi vakti uyandı. Akşamdan kalmalığı üstündeki buruşmuş gömlek ve pantolonda kendini gösteriyordu. El yordamıyla komidindeki sigara paketini buldu. Soft paketteki son dalı önce görmedi, tam üzülecekken buldu. Yakmak için çakmak taşına hamle yaptığında çakmağın gazının bittiğini fark etti. Yataktan kalktığında, çoktan küllüğe dönüşmüş boş şişeye çarptı ve devirdi. YETMİŞLİK şişeyi nasıl ağzına kadar kül doldurmuş ama. Bir küfür savurdu. Ayaklarını sürüye sürüye mutfağa yollandı, giderken yerdeki defter, kitap, a4 gibi bilimum ağaç, ayağına yapıştı. Yaz daha tam gelmemişti, gelseydi karpuz çekirdekleri de yapışırdı. Sigarasını ocaktan yaktı. Buzdolabına boş boş baktı. Boş boş bakıp gitmemek için, açtığında bitirmediği aç bitir salam paketinden iki salamı aldı ve tek seferde ağzına attı. Tabii ki ayağıyla kapadı buzdolabını. Bilgisayarını da mutfakta bırakmış en son. Fareyi şöyle bir sağa sola salladı. Game of thrones’un yeni bölümü düşmüş. Vay, Arya’ya bak. Bakmadı Arya’ya. Bakmak istedi fakat bir şey buna izin vermedi sanki. İstemiyor gibi yavaşça pencereye doğru yöneldi. Pencereden dışarı baktı Arya’ya bakmak yerine, puslu gökyüzüne. Bu, dedi, benim yalnızlığım değil.

2.2

Tahta geçtiğinden beri düşündüğü, düşündükçe içinden çıkamadığı, kimseye çaktırmak istemediği bir derdi vardı kralın. Lan, diyordu. Lan demiyordu tabii, koskoca kral. Biz lan diyordu diyelim yine de, içinden diyordu çünkü. İçinden düşünürken kelimelerle değil de imgelerle düşündüğünden, bu imgeleri ancak kelimelerle anlayabildiğinden, içinden lan diyordu değil de içinden lan düşünüyordu demek daha doğru. Düşünüyor ve sonra diyordu ki, benim mutlu olmam gerek. Kral neticede, yediği önünde yemediği arkasında. Eğer Ben adında bir amcası olsaydı, “Büyük güç, büyük sorumluluk getirir.” derdi ona. Ama amcasının adı Ben değildi ve amcası bilge biri olacak yaşa gelmeden öldürülmüştü babası tarafından. Onun derdi sorumluluklar değildi zaten. Ülkenin durumu oldukça iyiydi. Tek eksikleri, üstüne taramalı takılmış bir füzeydi hatta. O da olsa, fethedemeyecekleri ülke yoktu. Yaverleri, şovalyeleri, adamları vardı. Çıplak da değildi, en güzel ipeklerden dokunuyordu tüm giysileri. Eee peki, neden mutsuzdu? Mutsuz olmak çok garipti onun için, anlam veremiyordu mutsuzluğuna. Kral olmak çok güzeldi fakat içinden bir ses, çok çok içinden ama, kral olmanın onu mutsuz ettiğini söylüyordu sanki.

Rüyalar görüyordu. Rüyalarını hatırlayacak kadar çok rüya görüyordu. Çınlayan topuk sesleri vardı her rüyasının arka fonunda. Çınlıyordu topuk sesleri, nal sesleri denir bunlara. Atlar koşuyordu. Atlar düşüyordu. Koşan atlar, düşen atlara aldırmadan koşmaya devam ediyordu. Uçan kuşlar, uçamayan kuşlara nispet yaparcasına uçuyordu. Uçan kuşa sinirle uyanıyordu yeni günlere. Hünkarım demiyorlardı ona, kral sonuçta. Yüzbirde elden biten arkadaşının başarısını dillendirmek için KRALLLLL diyen yirmi birinci yüzyıl insanları gibi de konuşmuyorlardı tabii. Sakince ve korkuyla sesleniyorlardı ona. Mutsuzdu ve mutsuzluğunu halktan çıkarıyordu. Kendi ülkesinin halkı ve diğer ülkelerin halkları. Kralım, diyorlardı ona, ne emredersiniz? “Tiz kelleleri vurula bu kuşların!” diyordu o da. Çıkardığı sesler tiz olan tüm kuşları vurmaları yönünde talimat gidiyordu avcılara da. Kralın bir derdi vardı. Nallarla ilgilenmiyordu. Neden nal sesleri duyuyordu rüyalarında? Avcılara emir vermek istemiyordu o, Avcılar’da yaşamak istiyordu. Mesai bittiğinde kaçmak istiyordu biraz da. Saat beşte, savaşa mola almak istiyordu. Kılıcını kuşanmaya bile üşeniyor, uzaktan izliyordu savaşları. Sürekli savaştalar zaten. Sıkılıyordu savaş esnasında. İnsan savaşta nasıl sıkılır?

3.2

Okul bitti bir şekilde. Yani, son günler çalıştı sınavlara belki ama yine de bitirdi. Diplomada yazmıyor sınavlara hangi günler çalıştığı. Zaten diploma pek de işe yarayacak gibi değildi. İşe yarayan diplomalardan değildi daha doğrusu. Birkaç diplomanın dışında tüm diplomalar aynıdır nasıl olsa. Felsefeciyi kim ne yapacak bu devirde? İstemeye istemeye bitirdi okulu. İstemeye istemeye kesti saçlarını askere giderken de. Neden diye sordu kendine hep, zaten felsefe böyle sorular sormaktan ibaret. Nasıl diye sorsa bilim insanı olurdu. Sonra, yanlışlıkla bilim insanı oldu. İşin bilim kısmıyla pek ilgilenmedi ama. Osman Abi’ye gitti askerden sonra, Bakkal Osman Abi. Babasıyla ahbaptı Osman Abi.

“Abi be,” dedi. Çok içli söyledi, çok ihtiyacı varmış gibi. Halbuki istemiyordu bir yandan da. İnsan çelişkilerle doluydu, bunu biliyordu. İnsanın çelişkilerle doluluğunu anlatacak gücü bulamıyordu kendinde. Sonuçta hiçbirimiz Dostoyevski değiliz.

“Bana bir iş ayarlayabilir misin? Tanıdık falan vardır senin.”

Eh, okul bitmiş, askerlik yapılmış, işini de eline alırsa evlilik için tüm şartlar hazır olacak.

Osman Abi konuştu birileriyle. Tanıdık falan varmış gerçekten.

Ertesi hafta NASA’da işe başladı. Amerika’ya ilk vardığında içi içine sığmıyordu. “Amerikan Rüyası dedikleri şey buymuş demek..” diye düşündü. İki hafta sonra uçtu. Çok uzağa uçtu. Derin uzaya uçtu. Orada uzun süre kalacağını düşünmemişti. Uzayın dibinde tek başınaydı. Osman Abi de ne taşaklı adammış be. “Neden beni kalabalık bir ekibe vermediler de yalnız yolladılar,” diye de düşündü. Cevap bulamadı. Bir ara “Lan yoksa beni infaz mı ettiler?” dedi ama sonra vazgeçti. Neden infaz etsinler onu? Hem neden bu kadar masraf yapsınlar ki. Memleketten gelirken, bu gavur dağında, yani kraterde, hasretini çekeceğini düşündüğü her şeyi getirdi yanında. Çalmayı bilmemesine rağmen saz getirdi mesela. İnsanlar içeri girince öğreniyor saz çalmayı, o da dışarı çıkınca öğrensin yani ne olacak. Bir süre sonra öğrendi gerçekten. İçli içli söyledi türküsünü, ait olmadığı bir yerde olduğunu bile bile.

“Gully Foyle is my name

And Terra is my nation.

Deep space is my dwelling place,

The stars my destination.”

1.3

Yazarıyla görüşmesi gerekiyordu. Bu işte bir terslik vardı. Ait olduğu yalnızlıkta değildi. Bu yalnızlık, başka yalnızlık. Galaksi Yazarlar Birliği’ne gitti. Çok büyük bir binaydı. İçten daha da büyüktü. Üstünde hala kısa şort ve yırtık pırtık tişört vardı. Tişörtte mayonez lekesi, şortta abibas logosu vardı. Bürokrasiden hoşlanmıyordu. Devlet daireleri, soğuk koridorlar, birbirinin aynısı katlar... Sürekli odalardan odalara yönlendirildi. “Efendim kendisi şu an burada değil”ler, “Şu an toplantıda”lar... EEEEEH dedi sonra. Bağırdı. Delirdi. Çıldırdı. Fıttırdı. Birinin yakasına yapıştı. Eğer karşıdaki cevap vermezse, yumruk da suratına yakışacaktı. “Burada Onurhan denen bir hıyar varmış,” diye çıkıştı ve odanın yerini öğrendi nihayet.

Odaya tekmeyle girmek istedi fakat olmadı, tekmeyle açılmıyordu bu kapılar. Düzgünce açtı ve ardından hışımla girdi içeri. Onurhan denen hıyar o esnada önündeki kağıda “Düzgünce açtı ve hışımla girdi içeri.” yazıyordu. Kendisi Organize İşler’deki Müslüm olmadığı için, kendisine hıyar dendiğini kameradan görmedi. Görse de bir şey yapamazdı zaten. Ne yapacak, öldürecek mi karakteri?

“Düzelt her şeyi.”

“Neyi yav?”

“Her şeyi işte. Ait olduğum yerde değilim ben. Bu sıkıntı benim sıkıntım değil.”

“Hiçbirimiz ait olduğumuz yerde değiliz ki. Zaten sıkıntı, ait olmadığın bir yerde ya da durumda olmaktan kaynaklanır.”

“Hayır, anlamıyorsun. Karakterleri karıştırmışsın. Beni yanlış hikayeye yazmışsın. Ben bu hikayenin adamı değilim. Bu sıkıntı o yüzden benim sıkıntım değil.”

“Valla hacım ona yapacak bir şeyimiz yok ya. Daha iyi hem, daha orijinal bir sıkıntı olur böylesi. Düşünsene, aslında mecburen krallığın başına geçmiş bir nalbant olman gerekiyor fakat dandik bir yeraltı hikayesinde yaşıyorsun. Keşke Güray Süngü böyle bir şey yazsa.”

Bu laflar, onu daha da sinirlendirdi. Herife bak ya! Resmen acılarını kullanıyordu. Acı kendi acısı olmamasına rağmen hem de. Elini, Onurhan denen hıyarın önündeki kalınca deftere attı. Eli gömüldü sayfaların arasına. Saniyenin üçte biri kadar sonra, Onurhan’ın hayatı boyunca görebileceği en keskin şeyden bile keskin bir kılıçla çıktı el oradan. Parlak çeliği Onurhan’ın boynuna doğru tutarken sordu.

“Kum Kitabı mı lan bu?”

“Yok, onun yazarı 89. kat B blokta.”

“Sen benimle dalga mı geçiyorsun?”

“Yo, neden geçeyim?”

“Belki dalga geçilince üzülür, kırılırım. Sen de kırgınlıklarımdan hikayeler devşirir, artist cümleler kurar, bir iki tane şaka sıkıştırırsın.”

“Olaya bu şekilde bakmamak lazım ama bence. Buradaki herkes aşağı yukarı böyle şeyler yapıyor.”

“Hayır, sen beni alıkoyuyorsun bu hikayede. Benim yerim burası değil. Beni ait olduğum hikayeye bırak ve kendi acımı çekmeme izin ver. Bu yaptığın etik değil.”

“Ama Vonnegut diyor ki...”

“Vonnegut’un konumuzla alakası yok! Hikaye içerisinde karaktere yapabileceğin her şey, o hikaye içerisinde kazanır meşruiyetini. Bülent Ayyıldız o hikaye içerisinde ismail pelit’i öldürebilir, tamamen hakkıdır. Tıpkı ismail pelitin kendi hikayelerinde işlediği diğer meşru cinayetler gibi. Ama Bülent Ayyıldız gidip ismail pelit’i başka bir boyutta öldürse, olay o hikaye sınırlarından çıkmış olur ve bu yanlış, korkunç, kötü falan olur.”

“İkna oldum. Tamam. Şöyle bir sorunumuz var ama, ben senin yerini diğerleriyle nasıl değiştireceğimi bilmiyorum.”

Kılıcı boynuna biraz daha yaklaştırdı. Onurhan’ın nefesi, kılıcın ucunda buhar yapıyordu. Kılıcı yavaşça oynattı. Çok hafif. Minik hareketler, hızlı bir sakal tıraşı gerçekleştirdi. Gerçekten keskinmiş.

“Tamam, aklıma bir fikir geliyor ama ayıp olur gibi. Utanıyorum biraz.”

“Bende utanma arlanma yok neyse ki, yazarımı öldürebilirim.”

“Yav tamam. Kılıcı çeker misin lütfen? Yanımda dur ama, yalnız gitmeyeyim.”

“Tamam.”

Beraber gittiler. Kapının önünde durdular. Çok büyük bir oda olduğu koridorda başka oda olmayışından anlaşılıyordu.

“Sen girip konuşsan olmaz mı ya?” dedi Onurhan.

“Yok ya! Senin sorunun kardeşim, yazmasaydın yanlış.”

“İyi be. Yanımda dur ama.”

Tıklattı kapıyı Onurhan, korka korka. Sonra açtı kapıyı, yine korka korka. Altın varaklar, haşmetli halılar, israf edilmiş milyonlar bekliyordu oda tasarımında fakat hayır, çok sade bir odaydı. Shakespeare, masanın başında bir şeyler yazıyordu. Kalemin tüyünü yemişti.

“Sir, I’m sorry. I’m Onurhan Ersoy, from Turkey. I need your h...”

“Evladım, kendini İngilizce konuşmaya zorlamana gerek yok. Hele aksan...”

“Nasıl, siz beni anlayabiliyor musunuz?”

“Bu binada gelmiş geçmiş tüm yazarlar ve çevirmenler yaşıyor. En iyileri dahil.”

“Aaa, bu kısmını bilmiyordum işin.”

“Ee? Neden geldiniz? Bu arkadaş kim?”

“Ben aslında, size bir karakterinizi sormaya gelmiştim. Bu arkadaş, benim bir karakterim. Daha adını koymadım, isterseniz hemen koyabilirim tabii.”

“Koy bakalım.”

“Ebubekir Atlas olsun ismi.”

O esnada Ebubekir Atlas, atıldı hemen konuşmaya.

“Hop! Bu çok çağdaş bir isim, beni ait olduğum zamana gönderme sözün var.”

Onurhan, Ebubekir Atlas’ın kolunu cimcikleyerek uyardı sonra. Dudaklarını oynattı sadece. Dur iki saniye der gibi bir hali vardı.

“Efendim şöyle ki, ben ufak bir kaydırma yapmışım. Bu arkadaşı yanlış hikayeye yazmışım. Bu yanlış hikayede olunca, olması gereken hikayeye de başka birini yazmışım, demek ki o da yanlış yerde. Onun olması gereken yerde de başka biri var demektir bu. Yani, bu arkadaşın sorununu çözemezsem, sonsuza kadar, yazacağım her yeni hikayede karakter yanlış yerde olacak.”

“Hmm. Ben ne yapabilirim bu konuda?”

“Robin Goodfellow olarak da bilinen Puck karakteriniz bu noktada bize yardımcı olabilir diye düşünmüştüm ben.”

“Hmm. Olabilir. Ama O benim karakterim değil tam olarak, mitolojik bir figür o.”

“Olsun, bana mitolojideki değil, sizdeki Robin gerek.”

“Tamam, kendisiyle bir görüşeyim, eğer olursa, yarına kadar hallolur bu iş.”

“Çok teşekkür ederim efendim. Büyük hayranınızım.”

“Ne demek, selametle.”

Tam kapıdan çıkarlarken, Ebubekir Atlas dönüp son bir soru sordu Shakespeare’e. Cennet Mahallesi dizisindeki Yunus’un, komisere soru sorarkenki haline benziyordu o an.

“Efendim, ben bir şeyi merak ettim. İçeri girdiğimizde bir şey yazıyordunuz. Ne yazıyordunuz?”

“Macbeth.”

“Nasıl? Onu yazmadınız mı zaten?”

“Senin için olanı yazdım evet. Ve başka birçok insan için olanı da yazdım. Şu an, bakıyorum, evet, Gökçek Vederson isimli biri için olanı yazıyorum şu an.”

“Nasıl yani?”

“Her yazar, her eserini, her okur için yeniden yazar. Senin okuduğun Macbeth’le, şu anda senin olman gereken hikayede olan kişinin okuduğu Macbeth bir değil. Tıpkı bu hikayenin Büşra için ve Furkan için farklı hikayeler olması gibi. Aynı yazar yazıyor, aynı kelimelerle yazıyor fakat hikaye herkes için farklı.”

“Hikaye herkes için farklıysa, gerçek hikaye hangisi?”

“Allah bilir.”

2.3

Kral, gözündeki çapakları silerek uyandı uykusundan erken vakitte. Çapaklar, alışılmadık çapaklar. Gözlerindeki yıldız tozu, yüzünü yıkadığında silindi. Kılıcını kuşandı ve tahta çıktı. Taht odası, manzaralı yerdeydi. Baktı memleketinin görülebilecek en güzel manzarasına. Bir kraldı ve gönül rahatlığıyla nalları düşündü. Yalnızdı. Mutsuzdu. Sıkılıyordu. Her şey olması gerektiği gibi.