Görünmez ufuklara doğru
Ulu Hakan o günün gecesi kutlu bir düş daha gördü. Uyanır uyanmaz maiyetine haber salarak sefer hazırlıklarına tez elden başlanılmasını emretti. Alageyik masmavi, dupduru, engin bir denizin en dip yerinden buğulu gözleriyle gökyüzünü seyran ederken Ulu Hakan'ın kulağında kadim bir türkünün umut yüklü nağmeleri çınlıyordu.
Alageyik puslu gözlerini tan yerine dikti. İstiğraka kapılmış bir derviş nazarıyla süzüyordu uzayıp giden bozkırı. Orada, çok uzaklarda, adını dilinin ucunda eritip de söyleyemediği bir diyar olmalıydı. O diyar ki düşler içinde bir düş, masal içre masaldı. Nereye çıkacağı meçhul bir yola revan olup asırlık özlemini gidereceği, seyri sülukunu sükûn içinde tamam edeceği kutlu günlerin hayaliyle yanıp tutuşuyordu. Yıllar evvel gönülsüzce uzlete çekilmişti Alageyik. Kimsenin göremediği aşılmaz halitadan bir zırhın içinde ömür tüketmek ıstırap vericiydi. Karayağız yiğitlerin aklına hayaline avlanıp da şanlı bir isim kazanmak gelmiyordu nicedir, hâlbuki Alageyiğin kaderi şikâr olmaktı en hünerli seyyâda. Kaç zaman fidan boylu bahadırların yoluna çıkıp cezbetmeye çalışmıştı onları, cenge davet eden sıçrayışlarıyla oradan oraya seğirtmişti ne var ki kimse fark etmiyordu Alageyiği. Sarp bir uçurumun kenarına varıp ölümü düşündüğü anlarda amansız bir arzu çerağı tutuşuyordu yüreğinde. Çekip gitmeliydi bir sabah, her şeyi ardında bırakıp çekip gitmeliydi. Yayından boşanıp üzerine yağan delici okların, kasırga tabiatlı mızrağın ta kendisi olmalıydı. Yaşam kırılıp dökülmekti, harekette binbir bereket saklıydı.
Kuru dal ve budak olarak kalsa idi o efsunlu sesleri hiç çıkarabilir miydi bilge ozanın kopuzu? Yıllar su olup aktı. Alageyik her seher kızıl ufka dalıp düşünü gördüğü asıl menzile bir türlü gidemedi. Yırtıcı kuşların göğe bıraktığı sayhaları silip attı esen yel, yağmur Alageyiğin ayak izlerini kazıyıp durdu çamursu topraktan. Ay binlerce kez görünüp tekrar kayboldu. Güneşin kavurucu alevi arzın kışrını yalayıp geçiyordu fakat tohum derinlerdeydi. Issız vadiye çattığı çergesinde asırlık bir hasreti terennüm ediyordu bilge ozan. Alageyik, derme çatma otağa yaklaşıp kafasını içeriye uzattığında kendi yazgısını işittiğinden habersizdi. Kaf Dağı'ndan aşıp bozkıra düşüveren ala gözlü maral için yakılan türküye kulak kesildi heyecanla. Güzeldi, yamandı, pek zarifti Alageyik. Puslu gözlerinde öte âlemlerden silinmez bir nişane taşıyordu. Yedi iklim dört bucağa nam salmıştı kısa sürede amma hiçbir hünerli seyyâda yâr olmamıştı. Sihirliydi galiba ya da bilge ozana öyle geliyordu. Devrin en azılı eşkıyası, Alageyiğin methini duyduğu vakit sadağını ağzına kadar doldurup mızrağını iyice sivriltmiş, keskin kılıcını kuşanarak derhal yola koyulmuştu.
Kırk bir cevval eşkıya kudretli reisin emriyle kuytu bir dölekte pusuya yattılar. Alageyik çalılıkların arasından çıkıp arzıendam ettiğinde meşhur şakinin dili tutuldu, gözü kara reis oracığa yığılıverdi. Yoldaşları uzun yaylarını yere düşürüp sağa sola kaçıştılar süratle, attıkları demir oklar Alageyiğe değdikleri anda tuzla buz olup etrafa saçılıyordu. Ulu Hakan o günün gecesi kutlu bir düş gördü. Alageyiğin ufukları yırtıp geçen heybetiyle çekincesiz tanış olmuştu. Saatler boyu dertleştiler. Dirlik düzen hepten bozulmuş, melceleri sel götürmüş, obaları kıtlık kıran vurmuş, kudretli ve karındaş beyler birbirine düşman kesilmiş, yüce dağ başlarında hayat çağıran türküler çağıldamaz olmuştu. Alageyik bir seher vakti yola revan olup velut diyarlardan ümitvar haberler getirebilirdi Ulu Hakan'a, zira o yerini yurdunu eşkıyalara bırakıp sefere çıkmaktan haliyle imtina ediyordu. Kudretli kağanın gördüğü düşten sonra kutsal addedildi Alageyik. Ona ok atılıp mızrak vurulması kati surette yasaklanmıştı. Bilge ozanın yaktığı türküye bakılırsa ilahi bir kılavuzluk vazifesi tevdi edilmiş oldu ala gözlü marala. Zamanın ve mekânın anahtarları artık ebeden onundu.
Dağları kıskandıran heybetine aynı anda birçok yerde tesadüf olunabilirdi. Yola revan olup aslına rücu ettiğinde, kıtlık kıranla boğuşan ahaliyi ardına takıp güneşin başka güneşleri bambaşka biçimlerde doğurup kuru toprağa binlerce can bahşettiği o velut diyara götürmüş olacaktı. Bilge ozanın türküsüne kulak kesildiği o kısacık anda esrik bir rüya görüyordu sanki Alageyik. Yıllar yılı hayalini kurduğu seyahat başlamak üzereydi. Ulu Hakan'ın nezaretinde kurbanlar kesildi, dualarla uğurlandı. Çabucak gidip selametle dönsün diye arkasından arı sular döküldü. Günler boyu yürüdü durdu. Bozkırı aşmaya çalışırken seyrine daldığı kızıl ufuk giderek küçülüyordu. Dağ bayır dolaşıp yorulunca nefti ırmağın kıyısında mola verip ılık sularında bir güzel yıkandı. Firuze ormanın derinliklerinde bir görünüp bir kaybolduğu günlerin ertesi, uçsuz bucaksız bir sahrada bulmuştu kendini. Kavrulan kumlara bıraktığı ayak izleri esen sam yeliyle birbirine karışıyordu. Uzun ve susuz geçen bir yolculuğun ardından kırık dökük bir kuyunun yanı başında kör gözlü urbana rastladı.
Bilge ozanın yanık nefesi insanlarla istediği lisanda konuşabilme yetisi bağışlamıştı Alageyiğe. Şevkle sual eyledi. Güneşin başka güneşleri bambaşka biçimlerde doğurup kuru toprağa binlerce can bahşettiği velut diyarı arıyordu. Acaba ne tarafa düşüyordu orası? Batıda, diyordu kör gözlü urban. Dört büyük sahranın, yedi aşılmaz vadinin, geçit vermez sıradağların hemen ardındadır. Peki ya Alageyik nasıl ayırt edecekti o diyarı gelip geçtiği başka yerlerden? "Orada dört mevsim aynı anda yaşanırmış; kar ile boranın bir adım gerisi yağmur, bir adım ötesi güneşmiş." Ya insanlar, diye sormuş bulundu Alageyik. "Onlar mı? Yarım ağızları yerine ciğerleri ile konuşurlar. Mihman aşığı bu ahali ile hasbihâl etmesi çok zevklidir. Yemez ama yedirirler, aç yatsalar dahi konuklarını ekmeksiz susuz yatırmazlar. Müşfik dostlar edinmeyi arzu eden onların dert ve sevinç cümbüşünde hercümerç olmayı göze almalıdır. Taşrada bir yerde, çemberin hemen dışında ömür sürerler. Yeni olan her şey epey eskiyince teşrif eder aralarına. Aşkta ve cenkte sebat edip hüner sahibi olmalarıyla meşhurdurlar. Sofralarına edeple çökerek ahde vefa gösterirsen ne âlâ, aksi halde öfkelerinden kızıl ateşten kaçtığın gibi kaçmalısın."
Kör adamın söylediklerine hiçbir anlam veremiyordu Alageyik. Neyin, esasında ne olduğunu her canlı gibi yaşayıp da öğrenecekti. Urbana lisanı hâlle teşekkür ederek boynu bükük uzaklaştı. Yol uzundu, geceler boyu yürüdü durdu. Uçsuz bucaksız çölü nihayet aşıp yüce surlarında meşaleler ışıyan korunaklı şehrin on ikinci kapısına vasıl olduğunda, aradığını bulduğu zehabına kapılmıştı. Kentin irili ufaklı taş evlerle çevrili geniş meydanında yeşil cübbeli, beyaz sarıklı bir genç elindeki halatı hışımla gök kubbeye fırlatıyor ama halat her defasında yere düşüp zalim bir urgan gibi kendi boynuna dolanıyordu. İsminin Hâfız-ı Şirâzi olduğunu öğrendiği uzun boylu delikanlıdan yaptığı işin hikmetini sordu Alageyik. Yeni yetme şair gözlerini umutsuzca gökyüzüne çevirdi. Şu yakalamayı bir türlü başaramadığı kara bulutlar şairlerin sultanı İmruü'l Kays'ın kabrinin üstünden geçip ta buraya kadar gelmiş olmalıydı.
Yağmura başını çekinmeden tutup gereğince ıslanırsa Kays'ın feyzinden istifade etmiş olacak, onun yazdığı mersiyelerden daha güzelini şairlerin sultanına en nihayet ithaf edebilecekti. Derken, serin bir yağmurla ıslanıverdi Alageyik. Yanındaki genç sarığını yere fırlatıp giderek hızlanan katrelerle neşeli bir raksa tutuştu. Elindeki diviti o sevinçle parmaklarına batırmıştı. Yağmura karışıp yere düşen kan damlaları meydana döşeli gri kesme taşların üzerine çabucak silinip gidiverecek gibi duran kadim bir şiir düşürdü. Alageyik, giderek incelip oklara evrilen içli mısraları asıl menzile dek izlemesi gerektiğini güçlü bir önseziyle kavrıyordu. Akla hayale sığmaz nice nimetin menbağı olan velut diyar, bağırlarından sarsıcı sesler taşırabilen ulu şairlerin de asıl menbağı idi. Kana karışan suyu takip ederek hızla yürümek Alageyiği pek yormuştu. Aylar sonra sarp bir yamacın ucuna kadar gelip sırtını rüzgâra yasladı. Uçsuz bucaksız, yemyeşil bir ovayı seyre dalmıştı. Karşıdaki sıradağlar neredeyse zarif toynaklarının hemen altındaydı.
Nefesi kesilir gibi oldu. Hedefe hayli yaklaştığı duygusuyla bir hoş olup derin bir uykuya daldı oracıkta. Uyurken düşlerden bir düşün içine sevinçle süzülmeyi hayal ediyordu. At kişnemeleri, yeri göğü inleten kılıç sesleri, çeri naraları, devasa taşların ve kayaların sağır edici takırtılarıyla uyandığı vakit evvela ödü koptu. Olan bitene anlam veremiyordu. Zorlukla toparladı kendini. Bir hışımla yanından geçip ona hiç değemeden engin mavilikte kaybolan tüylü mızrakların birine tutunarak ovaya inmeyi düşündü ama daha önce hiç görmediği cengi uzaktan seyre dalmak en güzeliydi. Karşıdaki sıradağlar demirden bir kapı gibi görünmüştü gözüne. Aradığı diyar o kapının hemen arkasında olmalıydı. Sakallı ve tıknaz binlerce yiğit, dağların ardından üzerlerine yağan taşları âlâyişli kılıçlarıyla bertaraf etmeye uğraşırken bir yandan da devasa körüklerle demir dağı eritmeye çalışıyorlardı. Eriyikler arasından süzülüp gözlerini kamaştıran güneş ışıkları iri parmaklara dönüşerek içeriye çekmişti Alageyiği.
Sesler hepten kesilip tabiat derin bir sükûta büründüğünde serin gölgeli bir söğüdün hemen dibindeydi. Daha evvel hiç görmediği bambaşka bir âlemi temaşa ediyordu. Yamaçların en uç yerinde, sarp kayalıkların arasında bitiveren otların rayihasına kapılıp yürüdü. Toprağı alaca bir kilim gibi sarmış olan rengârenk kır çiçeklerini ezmemek için azami gayret sarf ediyordu. Çimenlerin sesine, kuru yaprağın yasına, bülbüllerin hiç dinmeyen şarkısına kulak kesilip ürperdi. Dupduru ırmak sularının hışımla köpürttüğü çakıl taşlarına dalıp gitti. Fırçanın ter damlayan ucundan dökülmüş gibi duran incecik patikaları teker teker adımladı. Çemberin etrafında dönerek sema eden değirmen taşıyla konuşmak üzereydi ki buğdayın ekmek olmak için başını saygıyla eğişini görerek sustu. Az ötede yakasız gömlekli, hâkî kavuklu bir adam üzüm yemek için erik ağacına çıkmaya çalışıyor ama mal sahibi adamın dallarına tünediği ağacın ceviz ağacı olduğu hususunda ısrar ediyordu. Kafası iyice karışan Alageyik esen yelin sesine ittiba eyleyerek güneye yöneldi.
Görkemli sütunlarını sarmaşıkların bürüdüğü sarayın yanı başından süzülüp harabeye benzeyen yüksek basamaklarıyla bedenini çepeçevre kuşatan bir temaşa meydanının tam ortasında durdu. Sağından solundan beyaz örtülere bürünmüş maskeli âdemler sökün ediyordu. Öfkeli, ağlamaklı, sırıtan, pervasızca çürük dişlerini gösteren onlarca suretin arasında kalakalmıştı. Yüreğini neredeyse çatlatan bir ürpertiyle serazat koşmaya başladı. Hasat edilen verimli tarlaları aştı, envai çeşit yemişin dizildiği sergilerin yanından geçti. Attığı her adım yeni bir iklime açılıyordu. Bahar yağmuruyla ıslanıp beş adım sonra üzerine dökülen karla arındı, güneşin yedi renge boyadığı ebemkuşağına tutunarak sıradağları ardında bıraktı. Atıldığı serüven yepyeni heyecanlarla sürüp gidiyordu, halinden ziyadesiyle memnundu Alageyik fakat biraz yorulmuştu. Hava kararmak üzereyken barakadan bozma bir kulübenin açık penceresinden dışarı süzülen incecik çerağı fark etti. Kulübeye yönelen hışırtıları işitince ürküp çalılıkların arasına gizlendi. İşaret fişeğini gören duldaya sessiz sedasız ilerliyordu.
Meclis tamam olunca perdeler çekildi ancak nedense tahta kapı ardına dek açık bırakılmıştı. Alageyik kulübede neler döndüğünü merak etti. Ürkek bir eda ile tavukların, kazların ve ördeklerin başıboş dolaştığı avluya sokuldu. Kapının eşiğinden içeriye şöyle bir baktı, yanan çerağın etrafına dizilen kadınlı erkekli bir dolu insan aksakallı pirlerini dikkatle dinliyorlardı. Ne konuşulduğunu yakinen işitmek muradındaydı Alageyik, işin tuhafı içeriye destursuz giriverdiği halde hiç kimse istifini bozmamıştı. Aksakallı ihtiyar gülümsedi, çemberde Alageyiğe de yer açılmasını merhamet taşıran gözleriyle işaret etti. İnsanların önünde çay fincanları olduğu halde onun önüne seramik bir çanak koyulmuştu. İstihkakına göz gezdirdi, çanakta ulu dağ başlarından özenle toplanan en sevdiği yemişler duruyordu. İhtiyarın yüzündeki tebessüm çok tanıdıktı. Kör gözlü urbandan ayrılıp bir dağ kovuğuna çekildiği o gece gördüğü düşü anımsıyordu Alageyik. Tekinsiz bir ormanda yolunu kaybetmişti. Telaş içinde bir sağa bir sola seğirttiği halde çıkışı bulamıyordu.
Çok geçmeden zelzeleyi andıran bir kükreyişle yerinden sıçradı. Mor yeleli, alev bakışlı arslan peşine düştü. Akıllara zarar bir korkuyla koşuyordu. Zarif bacakları kopacak raddeye eriştiği halde can havliyle devasa kayaların, bodur çalılıkların üstünden aşıyor, çamura dikene hiç aldırış etmeden kaçıyordu. Derken, kırçıl sakallı, yeşil kavuklu ihtiyar yolunu kesti. Adamın vakur duruşu karşısında donakalan Alageyik birazdan arslanın dişleri arasında makûs kaderine boyun eğecekti. İhtiyar, ağzından ve burnundan alevler saçan kudurmuş arslana öyle bir nazarla bakmıştı ki hayvan bir anlık gafletle geri çekilmek zorunda kaldı. Deli gibi kükrediği halde yanı başındaki marala yaklaşamıyordu. Eprimiş cepkeninden altın yaldızlı bir hançer çıkardı adam. Kendi kaburgasından bir parça kesip yere çömeldi. Serin söğüdün dibinde kaygısızca bağdaş kurdu. Önüne fırlatılan et parçasını bir çırpıda midesine indiren arslan yatışmış gibiydi. Tebessüm eden ihtiyara titrek adımlarla yaklaşıp onun kucağına bir taht misali kuruldu.
Gözlerine inanamıyordu Alageyik. Aksakallı adamın heybesinden çıkardığı otları şefkatle uzatmasına bir anlam veremese de esen yelle sürüklenen kuru yaprak misali ihtiyarın kucağında almıştı soluğu. Adamın sağ kolu Alageyiğin, sol kolu arslanın üzerindeydi. Üçü birden serin söğüdün firuze dalları altında tatlı bir uykuya daldılar. Uyandığında kulübe boştu. Yanan çerağın dumanı açık pencereden gökyüzüne savruluyordu. Çevik adımlarla avluya çıktı Alageyik. Kimsecikler yoktu. Tuhaf bir terk edilmişlik duygusuna kapıldı. Umutsuzca kuzeye yöneldi. Yürüdükçe yürüdü. Her kademde bambaşka güzelliklere tesadüf ediyor, içini kemiren yalnızlık duygusu yerini çocuksu bir sürura bırakıyordu. Şehirler aştı, kasabaları dolaştı. İmarethanelerin, hanların ve hamamların yanı başından geçti. Onu gören karşısında derhal selam duruyor, tuhaf şekilde elini göğsüne götürüp temenna ediyordu. Bir tek çocuklar yol vermiyordu Alageyiğe. Dalıp gittikleri oyunların içinden bir atlıkarınca görmüş gibi bakıyorlardı ona. Çelik çomak oynayan çocukların tahtalarından sakınıp ay dedeye dek sıçradı.
Rengârenk misketlerin peşine düşüp sanki binbir gezegeni temaşa eyledi. Birkaç çocuğu sırtına alarak kale surlarına dek dolaştırdı. Neşeli oyunlardan yorulmuş, hayli acıkmıştı. Çarşı pazar dolaşıp yiyecek bulabilirim umuduyla toprak yola vurdu acıyan toynaklarını. Hava çoktan kararmış, gözünün feri gitmişti fakat yedi kubbeli bedestende meşaleler hâlâ yanıyordu. Sevinçle mahşerî kalabalığa karıştı. Kap kacak tıngırtısı, çekiç sesi, tellal bağırtısı yüzünden başı dönüyordu. Tezgâhları, sergileri, binbir çeşit nimetin arzıendam ettiği ufacık dükkânları dolaştı. Kalpleri dahi serçe tüyü ile tartabilen hassas ve hak geçirmez terazileri gördü. Alan razı satan memnundu halinden ama bakırcı dükkânının bir köşesinde raftaki şamdana dalıp giden mahzun bir çırak neredeyse ağlayacaktı. Alageyikle göz göze geldiler ama delikanlı galiba duçar olduğu aşk derdi yüzünden, hayret edecek takati özünde bulamıyordu. Divitle bir şeyler karaladığı sayfayı dürdü büktü ve bir ibrişimle sağlamladıktan sonra beyaz güvercinin ayaklarına özenle bağladı.
Çözülmesi gereken bir düğüm daha atılmıştı Alageyiğin önüne, açlık duygusu uçup gitmişti aklından. Çırağın pes sesiyle havalanıp kubbeye süzülen güvercini büyük bir merakla takip etmeye başladı. Az gittiler, uz gittiler, kovalamaca günler, belki de aylar sürmüştü. Vara vara susuzluktan kavrulan bir vadiye vasıl oldular. Güvercin karşıdaki dağa doğru dur durak demeden uçmaya devam ediyordu. Çok geçmeden ensiz bir kovuğun içine doğru süzüldü. Ardındaki de geçmek istedi oyuktan fakat güvercin bir yarasa gibi gözden kaybolurken Alageyik oracıkta sıkışıp kaldı. Hayli uğraşmasına rağmen bağrına, incecik bacaklarına batan sivri taşlardan bir türlü kurtulamıyordu. Günler boyu inledi durdu, kurttan kuştan aman dilendi ama ne gelen vardı ne giden. Bir gece vakti koyun otlatmaya çıkan Ferhat isimli bir genç, koca dağın dile geldiği vehmine kapılarak köye koştu. Ahaliyi tatlı uykusundan edip zor bela başına topladı. Evvela onun delirdiğine hükmeden köylüler, dağa yaklaştıkça kulaklarına inanamadılar. Koca dağ bağrı delinmiş analar misali inliyordu. Sesin geldiği asıl noktaya ilerlediklerinde yanan odunun güçlü alevini kovuğa tuttular.
Bir geyikti gördükleri, zavallıcık hareket edemediğinden ağlayıp inliyor, ürkekçe yabancılara bakıyordu. Gözleri buğulu Ferhat eline bir dal alıp onu sıkıştığı kovuktan kurtarmaya yeltendi. Bir denedi, iki denedi ve üçüncü hamlesinde ala gözlü maral yayından boşanan ok misali ötedeki kayanın üzerine sıçramayı başardı fakat dağın inlemesi geçmemişti. Kovuğun içinde giderek yaklaşan gürül gürül bir ses yankılanıyordu. Ötelerden kopup gelen feyizli bir çağlayan Alageyiğin imdadına koşanları saniyesinde sırılsıklam etmiş, bazılarını bu dinmez selin önüne katmıştı. O günden sonra Alageyiği gören olmadı. Hakkında türlü efsaneler söylendi, ağıtlar, mersiyeler okundu. Hatırasını yaşatmak için yedi iklim dört bucağa taş kümbetler bile dikildi ama o sıralarda mucizevî maral, koca dağın bağrından koparak bereket taşıran ırmağın izini sürmekteydi. Kuzeye doğru kıvrılıp giden, mahîlere mesken olan, buğdaya, arpaya, türlü yemişe can veren nehri nihayete erene dek takip etmekti değişmez kaderi. Aylar sonra Alageyik bir kayalığın başındaydı.
Nutku tutulmuş gibi duruyordu. Mutluluğunu ifade edebilecek ses ve işaretlerden bütünüyle yoksundu. Eşsiz manzara karşısında öylesine kendinden geçmişti ki var mıydı, yoksa hiç var olmamış mıydı kestiremedi. Irmağın yemyeşil bir tepeden akarak bütün gücüyle deryaya karıştığı son noktaya bakıyordu. Ulu Hakan o günün gecesi kutlu bir düş daha gördü. Uyanır uyanmaz maiyetine haber salarak sefer hazırlıklarına tez elden başlanılmasını emretti. Alageyik masmavi, dupduru, engin bir denizin en dip yerinden buğulu gözleriyle gökyüzünü seyran ederken Ulu Hakan'ın kulağında kadim bir türkünün umut yüklü nağmeleri çınlıyordu.