Görünmez Öyküler

Sorunun cevabı imiş gibi, şöminenin içinde bir kömür parçası ürkütücü bir biçimde patladı.
Sorunun cevabı imiş gibi, şöminenin içinde bir kömür parçası ürkütücü bir biçimde patladı.

Şöminenin yanındaki meraklı ihtiyar, gözlerini kısmış olduğu halde, küçücük yüzüyle, çene sakalı üçgen genci izliyordu. Onu önemsediğini anlıyorduk duruşundan ve bakışlarından.

“Bir keresinde bir öykü okumuştum,” dedi, alt dudağının altında üçgen sakalı vardı gencin. “Uzun tasvirlerle başlıyor, uzun tasvirlerle bitiyordu. Ortasında mı? Ortasında ise upuzun ama upuzun tasvirler vardı. Tasvirler şerha şerha yarmıştı öykünün şatafatlı bedenini. İpince kan kanalları sızıyordu bedenin alt tarafına doğru. Bütün bir öykünün sayfalar dolusu tasvirlerle dolu olduğunu görmüş ve şaşırmıştım. Bütün bir öykünün sadece yalvarış cümlelerinden ibaret olduğunu görüp şaşırdığım da oldu. Bütün bir öykünün uzun bir cümleden ibaret olduğunu, bütün bir öykünün bir kelimeden veya bir noktadan ibaret olduğunu gördüm. Doğrusu binlerce öykü okudum ama beni en çok etkileyen beş yüz öykü varsa belki ilk iki yüze girer bu öykü, bu tasvirlerle dolu öykü, gövdesinden şerha şerha kan kanalları sızan öykü. Sonradan anladım ki ben bir kartalın kanayan kanadındaymışım. Öykü bu kanlı kanatta geçiyormuş. Ayaklarımın altında kartalın sıcacık kalbi gümbür gümbür atıyor. Bir yanık merheminin rengini, hafif kınalı bir beyazı andıran tüyleri, içimde bir ağlama hissi uyandırıyor. Kartal can çekişiyor. Ben tüylerinin arasında kayboluyorum,” dedi ve ekledi: “Ah ki ah… Öyküler, beddualar gibi ömrümden gelip geçtiler.”

Şöminenin yanındaki meraklı ihtiyar, gözlerini kısmış olduğu halde, küçücük yüzüyle, çene sakalı üçgen genci izliyordu. Onu önemsediğini anlıyorduk duruşundan ve bakışlarından.

“Bir keresinde başka bir öykü okumuştum,” dedi çene sakallı genç. “Öykü sadece bir iç geçirmeden ibaretti. Bütün bir öykü bir iç geçirmeden ibaretti, diyorum. Anlıyor musunuz? Sayfalarca sürüyor, bitmiyor hep sürüyor, biz hep okuyorduk, ama öykü hiç bitmiyordu. Bir mekanı ya da bir zamanı yoktu. Bir kişisi, bir eylemi de yoktu. Sesi vardı sadece. Bir ağacın oyuğuna kulağınızı dayadığınızda duyduğunuz o korkutucu, o sürekli ses, o tehditkar ses… Nasıl da acıtıyordu içimizi. Oysa öykü bir iç geçirmeden ibaretti. İnsanın bir anlık acısını yazmıştı yazar. Yazarlar hep değişir. Bu dediğim başka bir öykü, başka bir yazar, yanlış anlaşılmasın, o vakitler, binlerce öykücü, on binlerce öykü vardı, bu dediğim uzun, çok uzun zaman önceydi. Bin asır kadar önce. Ben ne öyküler okurdum. Ben gençliğimi… -ansızın acıyla gülümsedi- ben gençliğimi öykü okuyarak harcadım. Sadece gençliğimi değil ihtiyar, ben ömrümü öykü okuyarak harcadım, ömürlerimi öykü okuyarak harcadım, ben böyle miydim, ben okumadan edemezdim, ben binlerce öykü okudum ihtiyar, ama o iç geçirme öyküsü başkaydı, beni çok etkileyen yüz öykü varsa, ilk elliye girerdi bu öykü. O zamanlar ne kadar çok öykü yazılırdı, ne kadar çok, anlıyor musunuz? Ne çok öykü, ne çok öykücü, bir iz bile bırakmadan yanımdan yöremden geçip gittiler. Çok azı kaldı hatırımda. Çok azı… Anlıyor musunuz?”

Sorunun cevabı imiş gibi, şöminenin içinde bir kömür parçası ürkütücü bir biçimde patladı. Çocukluğunda da Tınal sobada yanan kömürler böyle patlardı arada. İnsanın yüreği hoplardı. Okuduğu hiçbir öyküde kömürün ığıl ığıl yanarken, aniden patladığı ve yüreğimizi hoplattığı bir sahne anımsamıyordu. O âna kadar hiç konuşmamış gibi uzun süre sustu. Derken, ateşe bakarak konuşmaya başladı:

“Sadece kış olan öyküler okudum, sadece yaz olan öyküler okudum, sadece sabah olan, sadece çiçek olan, sadece kadın olan öyküler okudum, sadece kuş olan öyküler okudum, sadece başlayan, sadece biten, hiç başlamayan ve hiç bitmeyen öyküler okudum. Sadece balkonda geçen veya hiç balkonda geçmeyen öyküler okudum. Sadece güzel bir kadının yüzünde geçen öyküler vardı. Sadece bir kadın kalbinde geçen, sadece bir delikanlının isyanlarında geçen, sadece bir kartal kanadında geçen, sadece bir şahin bakışında geçen öyküler vardı. Sadece pasajlarda yaşanmış, sadece parklarda, sadece caddelerde, sadece pencere denizliklerinde geçen öyküler vardı. Karanlık bir odada yeni yakılmış bir sobanın açık ağzından tavana vuran geometrik şekilleri izlerken uyuduğum öyküler de oldu, beş taş oynayan kınalı elli kız çocuklarının üzerlerine bol gelmiş elbiselerine içimin sızladığı yoksul öyküler de…”

Nargilesinden uzun bir nefes alıp, başını göğüs boşluğuna bıraktı. Büyük bir nedamet anında gibiydi. “İhtiyar, bir gün bir öykü okumuştum. Eğer hayatımın güzide elli öyküsü varsa, ilk ona alırım bu öyküyü. Ortasında yeşil bir çınar, ansızın göğe doğru yükseliyordu öykünün. Yanında çatısı mavi kiremitlerle örtülü küçük bir kulübe vardı. Kiremitler neden toprak renginde değildi bilmiyorum. Ama hayatımda, yani o zamanki hayatımda böylesi güzel bir mavi görmemiştim. Böylesine açık ve böylesine koyu bir mavi. Öykünün ortalarına gelindiğinde sizi sapsarı bir ekin tarlası karşılıyordu. Buna bir anlam veremiyordum. Esasen hiçbir şeye bir anlam veremiyordum. Toydum. Toyluğum gitti belki ama öykü hâlâ içimde duruyor. Öykü bir safran sarısına dönüşüyor, bazen bir kardelen oluyor, çiğ oluyor, şebnem oluyor, sert sert yüzüme vuran kara dönüşüyordu. Öykü bildiğim bir öyküye benzemiyordu. Öykücü, bilmediğim bir öykücüydü. Şaşkın şaşkın dolaşıyordum öyküde. Bitsin istemiyordum. Belki birkaç gün bu öyküde kaldım. Öykü sona erdiğinde karşımda yaşlı bir adam gördüm. ‘Bir öykü için insan bunca senesini harcar mı?’ dedi. Alay ediyor sandım. Uzun senelerimi öyküde geçirmiştim. İşin kötüsü dünyada olmak istemiyordum. Öykülere alışmıştım. Kıyamet de o zaman koptu zaten.”

İhtiyar, o âna kadar bir merak heykeliymiş gibi beklemiş ve dinlemişti. Önündeki nargile marpucuna uzandı. “Kıyamet mi?” diye sordu. Şaşkındı. Sesini ilk defa o zaman duyduk. “Kıyamet koptu,” diye mırıldandı. Bir elini şömine ateşine yaklaştırdı. Üşüyor olmalıydı. Düşünceliydi. Nargilesinin fokurtularından bir an sıyrılıp, “Dünyanızı merak ediyorum,” dedi. “Dünyanızdan bahsetmediniz bana.”

“Size dünyamızdan bahsetmeyeceğim,” dedi genç. “Bunu biliyorsunuz, bunu yapamam. Bu bana acı veriyor. Ben burada olmak istiyorum. Burada yaşamak istiyorum. Binlerce öykü okudum, okuduğun en iyi öyküyü seç deseler bana, işte bu öyküyü seçerdim, bu yüzden buradayım zaten, hiçbir yere de gitmeyeceğim. Öylesine çok öykü okudum ki dünyadayken, öylesine derinden kesenler oldu ki etimi, öyle derinden dokunanlar oldu ki… Öyle uzun süre yakınında durdular ki tenimin, mumlarının ince aleviyle… Ama hiçbiri bu kadarını başaramadı ihtiyar. Gitmeye hiç niyetim yok. Bir sabah elime yeni çıkmış öykü kitaplarından birini aldım ve öykünün upuzun bir bahçe çitinin ama kireç beyazına boyanmış bir çitin önünde başladığını gördüm. Bu küçük kulübe ile bahçe kapısının arasındaki patikanın yeşil taşlarla süslenmiş olması gönlümü aldı doğrusu. Üstelik ne kadar uzun süre yürüdüm. Ne kadar uzun süre baktım bahçedeki uzun ağaçlara. Ben öykümü buldum, diye mırıldandım. Daha önce hiçbir öyküde ığıl ığıl yanan kömürün ansızın patlayarak yüreğimi hoplattığına şahit olmamıştım. Olan oldu, ben öykümü buldum ve asla buradan gitmeyeceğim!” diye diklendi genç. Konuştukça çene sakalı da onu taklit ediyormuş gibi tuhaf bir biçimde titriyordu.

“Yanılıyorsun,” dedi ihtiyar, ondan böyle bir tepki beklemiyorduk, deri pantolonunu kırış kırış edecek bir ayak hareketiyle yerinden kıpırdadı, “Yanılıyorsun genç arkadaş, hiçbir öykü son öykü olmayacak sana, sen bitirmesen o öykü seni bitirecek, ama her seferinde son öyküde olduğunu düşüneceksin, her seferinde tamam buldum, diyeceksin, her seferinde kopmak zor, başlamak kolay olacak, hayır genç arkadaş, ben bu çiftlikte nice okuyucular ağırladım, hepsi bir misafir gibi neşeli geldiler, bir misafir gibi yorgun ve uykulu ayrıldılar buradan, bu kar duracak, bu gece bitecek, bu ateş sönecek ve sen başka bir öyküye doğru yol alacaksın. Sabahı bahar, öğlesi yaz, ikindisi güz ve gecesi karlı bir kış olan bu öykü de bitecek. Hiçbir öykü son öykü olmayacak genç arkadaş!”

Genç, nargilesinden aldığı dumanı, yüzünü ansızın tavana döndürüp dudaklarını upuzun yaparak odanın atmosferine bıraktı. Duman, dümdüz ve ipince, tavana doğru tırmanırken, “Gitmeyeceğim ihtiyar…” diye mırıldandı, sesinde ürpertici bir meydan okuma ve çocukluğunu liman şehirlerinden birinde sapanla sığırcık avlayarak geçirmiş bir bıçkın delikanlının hoyratlığından izler vardı, “Gitmeyeceğim, alabiliyorlarsa alsınlar beni buradan, ben öykümü buldum ihtiyar!”