Gitmek için Çok Düşünmedim
Giderken bir eli boşlukta sallanıyordu, diğer elinde bavul. Onu izlerken bir elim boşlukta duruyordu, diğer elim pantolonumun üzerinden cebimdeki torpili sıkı sıkı tutuyordu. İkimizin boş eli birleşmedi ya ona yazıklandım. Bir dağ gibiydi giderken. Topraktan köklerini sökmüş yürüyordu.
Önceki günler nasılsa o gün de öyle başlamıştı. Her sabah Rüstem’in ağlama sesine uyanırdım. Yengem yanına gidene kadar beşikte ağlayıp dururdu. O susunca yorganı kafama çekip tekrar uyumaya çalışırdım. Kısa süre sonra mutfaktan tabak, bardak sesleri gelirdi de kahvaltıyı hazırlamaya başladıklarını anlardım. Sıcak yataktan çıkıp yün çoraplarımı giyer, pijamamın üzerine çekerdim. Sonra vakit kaybetmeden tuvalete koşardım. Herkes birden ayaklanınca tuvalette sıra olurdu. Sıraya yakalanmayı sevmezdim. Tuvalet evin dışındaydı. Soğuktu. Kollarımda karlı bir elin dolaştığını hissederdim. O üşümeyle eve koşar, hemen üstümü giyinip kahvaltı sofrasına ilk oturan olmaya çalışırdım. İlk oturan sobanın yanını kapardı. Ama bu sıcaklık uzun süreli olmazdı. Bilirdim, buranın misafiriydim. Kahvaltı sofrasında yeğenlerime yer açılsın diye çayımı hızlıca içer, tandır ekmeğine tereyağı sürüp köy peyniriyle dürüm yapardım.
O sabah bir istisna olarak, ekmeğin son lokmasına taze baldan biraz süreyim diye uzanmıştım da yengemle göz göze geldik. Bu bal hususi baldı, çelimsiz oğlu güçlensin diye bir petek satın almıştı. Bense o çelimsize nazaran iri yarı bir çocuktum. Son lokmamı hızlıca yutup her zaman yaptığım gibi ayak altından çekilmek için sokağa çıktım. Ali ile Yücel’in penceresine taş atıp seslendim. Evvela annelerinden, günün birinde kıracaksın şu camları, diye azar işittim de sonra çocuklarını sokağa saldılar. Sokağın tenha bir köşesinde biraz lafladıktan sonra misket yuvarlamaya başladık. Öğleye az bir zaman kalmıştı ki Yücel beni dürtüp, abin değil mi şu gelen, dedi. Kafamı sağ omzumdan geriye çevirdiğimde gelenin sahiden de o olduğunu görüp koşarak yanına gittim. Kocaman gövdesine sarıldım, meğer gocuğuymuş kocaman olan, zayıfladığını fark ettim. Bir elindeki bavulu bırakmadan diğer eliyle bir an beni sardı, sonra saçımı okşayıp sırtımı sıvazladı. Hoş geldin abi, dedim. Eyvallah, dedi. Cebinden kağıt on lira çıkarıp uzattı. O eve ilerlerken çocuklarla torpil almak için bakkala koşuyorduk.
Ne olduysa oldu, birkaç saat sonra üstünü bile değiştirmeden rengi solmuş spor ayakkabılarıyla evi terk etti. Çıkışını fark etmedim. Yücel evden elma aşırmıştı, onları yiyorduk. Mukadder yengemin oğlu Rüştü’nün sesini alınca dönüp baktım. Sadece ben mi, bütün çocuklar dönüp baktık. Tarlayı ne yapalım, diye bağırıyordu Rüştü. Satın, diye bağırdı abim. Bağırdı ama bir an bile durmadı. Dönüp bakmadı. Parayı ne yapalım, diye sordu bu sefer daha da bağırarak. Yakın, diye geldi cevap. Sırıttı bir an Rüştü, sonra göz göze geldik. Bir iki adım öne yürüyüp, çocuğu ne yapalım, dedi bu sefer. Cevap gelmedi. Soruyu ismimi de ekleyerek yeniledi. Enes’i ne yapalım! İşte o zaman durdu. Dönüp, gel lan seni bu ciğeri beş para etmezlerle bırakmam, diyecek zannettim ama demedi. Bir an için durmuş zaten, unuttuğu hatırlatılmış kadar. On iki ay bensiz yaşayan, oniki yıl da bensiz yaşar, diye düşünecek kadar. Sonra yoluna devam etti. Gitti. Bir şey kırıldı içimde. Kırıldı fakat yere düşmedi, içime saplanıp kaldı. Bir kıl yumağı yutmuşum gibi, genzimde. Tükürüp atmam gerekliymiş gibi. Öksürdükçe yırta yırta derine indi. Kanama başlattı. Kan kaybetmeye, üşümeye o gün başladım.
Giderken bir eli boşlukta sallanıyordu, diğer elinde bavul. Onu izlerken bir elim boşlukta duruyordu, diğer elim pantolonumun üzerinden cebimdeki torpili sıkı sıkı tutuyordu. İkimizin boş eli birleşmedi ya ona yazıklandım. Bir dağ gibiydi giderken. Topraktan köklerini sökmüş yürüyordu. Öyle büyük, öyle heybetliydi ki gidişi o an hayranı oldum onun. Yerinde bir dağa yaraşır şekilde devasa yokluk bırakacağı, o yokluğun yalnızca benim umrumda olacağı belliydi. O an nefret ettim ondan. Ölünün yokluğu kabulleniliyor da yaşayanın sırt dönmesi... Yüzüme vurulduğu her gün köpük köpük kabardı içim. Okulda, ne oldu lan dönemedi mi abin askerden, deyip kendi akıllarınca benle eğlendiklerinde, bir dağı alt etmek ister gibi en güçlüsünün üstüne çullanıp yumruklamaya başlardım. Ağzımdan taşardı köpükler. Benden çekinip korktukları için değil, ağzımdan çıkan köpüklerden korktukları için uzaklaşırlardı benden. Öğretmenlerimizden Sibel vardı, köpüklerimi görünce tiksinmezdi, ona sarılıp ağladığım günden sonra bir daha okula gitmedim. Sabahın ilk otobüsüne binip son duraktaki köye gitmeye başladım.
Hava soğuktu. Üşüyordum. Bu köye yabancıydım. Çalacak kapım yoktu. Köy meydanındaki kahveye giren birilerini gördüm. İçeriye girebileceğim bir yer gördüm. Üstümde okul forması kahveye girdim. Tenhaydı. Sobaya yanaştım. Bir çay ver, dedi kahvedekilerden biri. Ben de, bir çay ver, dedim, sonra sonuna abi ekledim. Bir çay ver, abi! Bir çay verdi. Nasıl üşümüşsem ısınayım diye tek dikişte içeyim dedim. Kaynarmış mübarek! Dilim, damağım haşlandı ki ne haşlanma. Tek çayla saatlerce oturdum kahvede. Saklanabilecek bir yer bulmuştum. Ertesi gün yine otobüsle son duraktaki köye geldim. Kahveye. Ertesi gün yine. Ertesi gün yine. Zeki abi sobayı yakmamışsın hâlâ! Tut kibriti tutuştur Enes. Sana bir iş verelim burada, geldiğine değsin, diyor şakayla. Birkaç gün sonra, Zeki abi, diyorum, bana bir iş ver burada. Okul ne olacak, diyor. İki ay olacak gitmeyeli, gitmem artık, diyorum.
Bunu dememi beklermiş gibi, geç bardakları yıka, diyor. Kolları sıvıyorum. İlk zamanlar yevmiye ile çalışırken kararlı olduğuma inanmış olacak ki ufak bir zamla haftalık almaya başladım. İşte o zaman, sabah dükkanı ben açarım abi, dedim. Anahtarı avcuma fırlattı. Sabah ezanından sonra kapıyı aç, ortalığı sil süpür iyice. Çayı demlemeyi geciktirme, dedi. Eve gitmedim o gece. İçerdeki sedirde uyudum. Sabah ezanıyla uyandım, kapıyı açtım, sildim süpürdüm, çayı demledim. Usta geldiğinde bardaklar dolmaya başlamıştı bile. Gece olup da kapıyı kilitlediğimde içerdeki sedirin üzerine bir battaniye bırakılmıştı bile. Bu köyün çocuğuydum artık. Kabul edilmiştim.
Gidişim abim kadar heybetli olmuş muydu bilmem ama ben de ardıma bakmadan gitmiştim. Çünkü bazı yerlerde misafirliğimiz hiç bitmez, ne kadar kalırsak kalalım ait olamayız. Öyle bir zaman gelir ki artık bu misafirliğin bitmesini biz ister hale geliriz. Misafir kalmak, saatlerce ayakkabının içinde kalan ayaklarımın su toplaması demekti. O ayakkabıyı çıkarıp fırlatmak, yalın ayak dolaşmak istiyordum. Yerleşmek istiyordum. Bir ev, bir yuva... Çok şey mi istiyordum! O gece sedire uzanıp battaniyeyi üzerime çektiğimde abimi düşündüm, gittiği yer neresiydi? Kabul edilmiş miydi, memnun muydu hayatından? İçi ferahlamış, göğsü genişlemiş miydi? Ulan, dünya sana dardı da bana değil mi!
Üç hafta kahvede kaldıktan sonra bir gün usta, evlerinin üst katında bir oda olduğunu söyledi. Misafir odası, banyosu tuvaleti var, dedi, istersen orada kal. İsterim, dedim. Çünkü insan kaç yuvadan kovulursa kovulsun kendine yine bir yuva istiyor. İstemekle kalmıyor, arıyor. Aramakla kalmıyor, buldum zannediyor. Buldum zannettim.
Zeki abinin çocuğu yoktu. Benim kimim kimsem yoktu. Zeki abinin Hayriye adında cevval bir karısı vardı. Beni istemediğini daha ilk anda belli etmişti ama ben kendimi sevdiririm zannettim. Alışır, evlat gözüyle bakar zannettim. Sen benim annem gibisin Hayriye abla, bilsen Zeki abi bana ne babalık yaptı, demek istiyordum ama yoktu, aramızda bunu söyleyecek yakınlık yoktu.
Dükkanı kapatıp döndüğüm bazı geceler evlerinin ışığı yanıyorsa manava koşardım. Şansıma manav kapanmamışsa bir kilo meyve alır kapılarını çalardım. Kim o? Benim Hayriye abla Enes. Kapı hafif aralanırdı. Ne oldu Enes? Kendime meyve almıştım da size de alayım dedim. Poşeti uzatırdım. Usta gelir, paranı niye bize harcıyorsun, biriktir, derdi. Ben o meyveler sayesinde akşam yemeğine davet ediliyorum Zeki abi sen görmüyorsun ama ben görüyorum. Kendimi bir sevdirsem Hayriye ablaya, ne garipliğim kalacak ne dert tasa. Dünya genişleyecek. Şu küçük odayı yurt bileceğim, kendimi eğreti saymayacağım.
Bir pazar sabahı odanın kapısı çalındı, açtım Hayriye abla. Uyandıysan kahvaltıya gel, dedi. Uyandım abla, gelirim, dedim. Temiz bir kazağım vardı, kahvede hiç giymediğim. Sigara kokmazdı. Onu geçirdim üstüme. Çok bekletmeden indim. Bardağım, çatalım, oturayım diye bir minder de bana ayrılmış. Allah var, içim ferahladı, göğsüm genişledi. İnsan kaç yuvadan kovulursa kovulsun kendine yine bir yuva...
Kış bitmek üzereydi. Sabahtı. Gazeteler gelmişti. İlk müşteri gelene kadar biraz çengel bulmaca çözmekti niyetim. Telefon çalmıştı. Ustanın memleketten. Cenaze varmış. Usta gelince söyledim. Uçağı kaçırmamak için hemen yola çıktı. O gün ikindiden sonra kar yağmaya başladı. Kahvedeki ihtiyar çıkarken, senenin son karıdır, dedi, fena bastıracak, yollar kapanmadan gideyim. Kapıya yanaşıp seyrettim. Öyle fena bastıracak gibi görünmüyordu. Beş on dakika yağar diner sandım. On dakikada coştu mübarek. Yarım saat sonra kar tutmuştu bile. Bir saat sonra herkes evine kapanmıştı. Amma korkaklar, dedim. Dışarıya çıkıp bir poşet kömür doldurup sobaya attım. İki sandalyeyi karşılıklı çekip ayaklarımı uzatıp biraz uyukladım. Uyandığımda ensemde bir ağrı, dışarısı bembeyazdı. Tipi başlamıştı.
Usta akşam arayacağını söylemişti. Arar da ulaşamazsa meraklanmasın diye arayana kadar beklemeye karar verdim. O da aramayı unuttu herhalde telefon hiç çalmadı. Yine de arar diye bekledim, öyle ki o gece kahvede kaldım. Telefon hiç çalmadı. Sabah kapı karla kapalıydı. Yine de sildim süpürdüm dükkanı. Çayı zamanında demledim. Arka odada kürek aradım kapının önünü açmak için, yoktu. Yolların açılmasını beklemekten başka yapacak bir şey yoktu. Öğleye doğru usta aradı. Endişelenmesin diye dükkanda kaldığımı söylemedim. Hayriye ablayı merak ettim, benden haber alamayınca meraklanmıştır kadın. Ev telefonları yoktu ki haber vereyim. Çöpçü Sermet birkaç saate kalmaz açtırırdı kahvenin yolunu. Çayını, tostunu burada yiyip içiyor gariban. Uğrar mutlaka, dedim. O gelince yolu açtırdığı için hayır dua edip Hayriye ablaya koşarım. Sen merak etme abla, dükkandayım, iyiyim, varsa ihtiyacın söyle, dükkan bana emanet merak etme, derim diyorum ama saatler geçiyor ne Sermet geliyor ne başkası. İçeri geçiyor, ısınmak için piknik tüpünü yakıp sedire uzanıyorum.
İki gün sonra karlar erimeye başlayınca kar makinesi geliyor yolları açmaya. Dükkanın önünün açılmasıyla eve koşuyorum. Hayriye ablanın kapısını çalıyorum. Açıyor. Ne oldu Enes? Bir şey yok abla merak etme diyecektim, dükkandayım ben iyiyim. Yüzüme biraz anlamamış gibi bakıyor. Piknik tüpü vardı dükkanda onunla ısındım ben merak etme, diye izah ediyorum. Sen orada mıydın, diyor şaşırarak, dükkanda mı kaldın? Evet abla, kar kapıyı kapatınca... Gelmedim ya yukarıya... Dükkanda kaldım. Ben seni yukarıdasın sanmıştım, diyor. Onu söyleyince içime saplanan kırığı hatırlıyorum. Yine santim santim çizerek derine inmeye başlıyor. Kanama tazelenmiş, üşüyorum. Tamam abla, diyorum, su kaynamıştır ben dükkana döneyim öyleyse. Tamam, diyor. Bir iki adım ilerlemiştim ki döndüm, Hayriye abla ya sen sahiden de benim yukarı gelmediğimi anlamadın mı yani, dedim. Ya hani kapıyı yağlamayınca çok ses çıkarıyordu da sabah namazına ben uyandırıyordum sizi? Müezzinin sesi gelmiyordu da benim kapının sesi geliyordu her sabah ezan vakti. Hani ne zaman yukarıda suyu açsam aşağıdan duyuluyordu? Hani basamakların ahşabı köhnemişti de her inip çıkışımda yıkıldı yıkılacak sanıyordun?
Üç gün oldu abla nasıl anlamazsın yukarıda olmadığımı! Bakışlarını çeviriyor ama mahcup değil mağrur. Neden mahcup olsun ki! Hırlı mıyım hırsız mı belli değil, ne diye sevsin! Ait olmadığımız yerde kendimizi kabul ettiremeyiz. Kendimizi kabul ettiremedikçe ait olamayız. Hep başladığın yerdesin yani. Misafirlik hissi gelip içime çörekleniyor yine. Ayaklarımın terlediğini, su topladığını hissediyorum. Bu ayakkabılar vuruyor, sıkıyor, ben yürüyorum, derim soyuluyor, artık durmak istiyorum. Ayakkabılarımı çıkarayım istiyorum ama bir yuvam yok. Üstelik çok şey istediğimi artık biliyorum. İyileşmek için yerleşmek lazım anlıyorum. Yerleşmek isterken gitmem gerektiğini, burada bana yer olmadığını da anlıyorum, eşşek değilim ya! Bir elim boşlukta, diğer elimle kahvenin anahtarını ona uzatıyorum. Eyvallah abla! Yukarıdaki giysilerini ne yapayım, diyor bağırarak. İster sat ister yak, diyorum ama dönüp bakmamayı öğrenmişim artık. Gidiyorum. Nereye? Artık bütün yollar benim, her yerde bir yuva arayabilirim ama ne kadar yol gidersem gideyim dünya yuvası olmayan herkese daracık.