Gerçekliğin ayrıntılı haritasında İkiz’in öyküleri
İlk kitabı Tarumar’la dikkatleri çeken Sümeyra İkiz de gerçekliğin bu yönüne, ayrıntıların haritasında gerçekliğin ne olduğuna dair bir başka yol gösterir. Misçi, küfeci, sahaf, debbağ, gibi öykü karakterlerinin mesleklerinden bile baktığımızda yolun nasıl bir renge boyanmaya çalıştığını kestirebiliriz.
Bir tespih tanesi yoktur ki, içinden kıvılcım akmasın!
Gerçekliğin en temel şartlarından biri gerçekliğin sınırları ya da bu sınırları oluşturan durumların, olguların aşinalığıdır. Akla uygunluk, tecrübe ve hayal edilebilirlik bu gerçekliğin sınırlarından bazılarıdır. Kişi, algı, anı ve çıkarsama yoluyla da bunları akılla örtüştürür. Aşinalıkla elde edilen veriler, belleğe ulaştığında birebir uyuşmasa da benzerlik, zıtlık tavırlarıyla bir karşılık bulduğunu kavrar. Karmaşık gibi görünen bu gerçeklik algıları, kimi zaman daha yalın bir bölgede yine gerçeklik sınırları içinde uçları ayrıntılarla örülü bir yapıda da karşımıza çıkar. Ancak daha dikkatli bakıldığında ayrıntılar, bir parçası olmasına karşın bazen gerçeğin sınırları dışında yer alabilir. Örneğin kahramanın el kemiklerinin kalem gibi ince oluşu, bir ayrıntı olmakla birlikte gerçekliğin bir parçasıdır da. Bir kahramanın kurda benzetilmesi de.
Ancak kimi ayrıntılarla kahramanın iç dünyasının tasviri, gerçekliğin sınırına doğru ilerler ve okuyucu adı Kurt olan birini kimi cümlelerde gerçek bir kurt olarak algılayabilir. Bazen de rüyalarla açıklanabilir olan kimi gerçeklikler, bütünün bir parçası olarak tasavvur edilebilir gerçeklik olarak anlaşılabilir. Bu açıdan bakıldığında gerçek, bir bütün ya da parça olarak farklı gerçeklik kurgularını barındırabilir. İki karşıt durum gibi görünen gerçekliğin bu halinde aslında bir tamamlayıcı unsuru yani gerçekliğe bakışı tartışabiliriz. Gerçeklik kadar gerçekliği tanımlama, adlandırma ve nihayet anlamlandırma süreci de bu bakışın içinde yer alır bizim gerçekliğe nereden baktığımız sorusunu da beraberinde getirir. Dolayısıyla bir bütün olarak, bakış ve gerçekliğin kendisi birer taraftır ama aynı zamanda birbirlerinin tamamlayıcısıdırlar.
İlk kitabı Tarumar’la dikkatleri çeken Sümeyra İkiz de gerçekliğin bu yönüne, ayrıntıların haritasında gerçekliğin ne olduğuna dair bir başka yol gösterir. Misçi, küfeci, sahaf, debbağ, gibi öykü karakterlerinin mesleklerinden bile baktığımızda yolun nasıl bir renge boyanmaya çalıştığını kestirebiliriz. Geçmişin giderek uzaklaşan gölgesini canlı ve hayata sımsıkı tutunan bir ruha dönüştürme mahareti, bu yazının bir gerekçesi olsa da daha ayrıntılı bakıldığında anlatılan kahramanların gerçeğin biraz uzağında duran dünyalarıyla aslında kaybettiğimiz değerler olduğunu hatırlattığı için de ayrı bir değer taşıyor. Çoğu eleştiri/değini metinlerinde ne/neyi anlatıyor sorusu öne çıksa da bu yazının ikinci ve öne çıkan gerekçesi de gerçeğin nasıl anlatıldığında gizlidir. Tarumar’da okuru şaşırtan şey, işte gerçekle ayrıntıcı bakışın buluşmasıdır.
- Öykülerin öngörülerle yolunun kesişmediği gibi gerçekliğe farklı bir çehreyle bakıldığı muhakkak. Şiirsel gidiş gelişlerle Sümeyra İkiz, örneğin “Catene Fina” adlı öyküsünde bağlantısızlığa bir bahane buluyormuş gibi algılansa da derinliğine bakınca her biri kahramanın bilincindeki kopuk düğmeleri bulup yerine dikmeye çalıştığı kolayca fark edilebilir.
Dolayısıyla bir terzinin gösterdiği incelikle teyellenen kumaş, çizgileri birbirine denk gelecek şekilde eklenerek asıl dikişe doğru hazırlandığı sezilir. Renkleri özellikle de kitap boyunca hep karşımıza çıkacak olan mavi renk de şiirselliği nesneler arasındaki gidiş gelişlerle birbirine teyeller:
Şimdilerde mavi gözlerindeki çizgiler, siyah örümceğin ağları, kahverengi kedinin tüyleri, başını hep ellerinin arasında tutuyor. Gözlerinin kenarından genişleyen siyahlık, bir maske olup yüzüne yerleşmiş. Karanlık, zararsız yaratıklar gibi odaya dolmuş, lacivert halkalar oluşturduktan sonra gözbebeklerine yayılmış. Çatlayacakmış gibi genişleyen damarların üstüne oturup unutturmuş kendini.
Michelangelo’nun Musa heykelini yonttuktan sonra “Konuşsana!” dediği varsayılır. Bu söylemde elbette ki Hz. Musa’ya atfedilen Tanrı’yla konuşan (Kelîm) sıfatı da etkilidir. “Hastalıklı Nefes”te cam ustası, kendine bir kadının arkadaşlığını armağan etmek ister. Üflediği fonganın ucunda şekillenen kum, giderek camdan bir kadına dönüşürken bu sürecin her aşaması, sembolik bir ayrıntılar korosuna oradan da yazarın kahraman aracılığıyla vermek istediği bakışa doğru evrilir. Çünkü camdan bir kadın, kırılganlığıyla düşünüldüğünde öykünün sonunu getiren iç acıtıcı gerçekliği de hatırlatır ve der ki:
Günler önce potadan camı çektiği sırada oyalanmış, fonganın ucundan minicik bir parçanın koptuğunu fark etmemişti. Öz bozulmuştu bir kere. Çubukta evirip çevirdiği camdan kara dumanlar çıkması, soğumaya bırakılınca çatlaması bu yüzdendi.
Kadın ve erkek ilişkisinin değersizleştirmede ön plana çıkan ilgisizlik, bu öykünün de mesajları arasında yer alır. Sümeyra İkiz’in eşyanın özüne dair sembolik yaklaşımı, ayrıntılardaki yönünü de sebebini açıklar mahiyettedir. Özellikle kahramanların ruhla bedenin birlikteliği gibi uğraşları esnasında yalnızlıklarını paylaşmak istediği camdan kadın, kararıp kırılmasıyla derin bir hayal kırıklığını da beraberinde getirir.
Hayal kırıklığı, “Asi Baston” öyküsünde bu kez bastonda ortaya çıkar. Baston, diğer eşyalar gibi, aynı zamanda geçmişle bir ilintisi ile de anlamlandırılır. Kahramanların yaşlı birer zanaatkâr oluşu, geçmişte hep bir “mavi gözlü” pencereye yani çocukluğa aralanır. Zulüm gören insanlara ve sonrasında artık kendine bir dayanak olacak bu baston geçmişle bugünün arasında bir köprüdür. Kimi zaman Ermenilerin Erzurum’daki katliamları ve her çekiç vuruşta nefretin, ahlanmanın çıkardığı kıvılcımlarla etrafa saçılırken kimi zaman da durgun bir nehrin kıyısında geçmişin, çocukluğun düşlerine dönüşürler. Ancak kötü olan şey bastonun tıpkı camdan kadın gibi bir hayal kırıklığı yaratıp kırılıp dağılmasıdır. Dolayısıyla bu kitaptaki öykü kahramanlarının ortak niteliği yaşadıkları an ve geçmiş arasındaki derin uçurum ve yaşanan hayal kırıklıklarıdır. Gerçekliğin derin acısı, geçmiş ve şimdiki zamanda bir bağlantı noktası oluşturur. Kahramanların mutsuzluğu, bu sürekliliğin biricik gösterenidir. Bu yüzden kitabın hemen hemen bütün öykülerinde içe doğru kapanan, bungun iç dünya modelleriyle karşılaşır okuyucu.
“Ceylan Derisi” adlı öyküde de görebileceğimiz gibi Sümeyra İkiz’in şiirsel bağdaştırmalarla okuyabileceğimiz bir ilişkilendirmenin can alıcı yönü, öykünün içinde eriyen asıl anlamın okuyucuya bırakılmasıdır. Ayakkabıcının ceylanla olan ilişkisi de bir fotoğraf karesi gibi sık sık tekrarlanan bir kadın ve çocuk görüntüsünde çocuğun ceylanla özdeşleştirilmesidir.
Rayların üstüne çömelmiş bir kadın. Yüzü genç, elleri yaşlı. İncecik parmaklarında, köstekli bir saatin paslanmış zinciri.. Boynunu ve kulaklarını, ürkekçe uzatmış yavru bir ceylan duruyor önünde.
Daha ötede bu öykülerde ilgi çekici olan bir nokta da durumların hep bir kadınla birlikte düşünülürken seçilen nesneler, durumlara ait birer göstergeye dönüşür. Kadının belirsizliğe çocuğun da zoraki kabullere hapsedilmesi, bu görüntünün açıklanması için bir kapı aralayabilir. Ancak geçmişe ait bu görüntüler genellikle fludur. Gerçek ise gözün ayrıntılara yönelişinde ortaya çıkar. Dolayısıyla denilebilir ki İkiz’in öykülerini ayrıntılarda “görme” ile tanımlamak mümkündür.
Öykünün boyutları genişledikçe yoğunluğun azalacağı düşünülür. Göreceli olarak bir yanılsamaya dönüşen bu düşünce, Sümeyra İkiz’in ikinci kitabı olan Bir Kurt Bir Kadın Bir Horoz’daki öyküleri için geçerliliğini yitirir. Açıklamaya, anlatmaya hatta bir iç dökmeye yatkınlıkla açıklayabileceğimiz bu değişme, gözle görülür şekilde ise de İkiz’in önceki kitaptaki gizeme düşkünlüğünü koruduğu söylenebilir. Bir başka açıdan bakılırsa anlatma ile gösterme arasındaki fark iki kitabın da temel farklılığını ortaya koyar.
- İlk kitapta gösterme esasına bağlı yoğunluk, sinematografik bir rüya sekansına benzerken ikinci kitaptaki üç uzun öyküde anlatıcıların yoğun bir anlatma güdüsüne sahne olmuş denilebilir. Tasvir ağırlıklı anlatmanın en ilgi çekici yanı, hiç kuşkusuz anlatılan nesne ya da insanın ayrıcalığıdır.
Bu öyküler arasında “Kurt’un Ölümü” de öykü atölyelerinde örnek olarak gösterilebilecek bir metindir. Öyküde anlatıcı kahramanla asıl kahramanın ilişkisi, sıradan bir anlatmanın ötesine geçerek dönüşümsel bir anlatı örneği verir. Kurt adındaki kişi, anlatıcının gözünde hem bir insan ama aynı zamanda bir kurttur. Öyküdeki başarı yalnızca rüya ve gerçeği birbirinden ayırt edilemeyecek ölçüde iç içe kullanmak değil aynı zamanda kurtların tabiattaki dünyasıyla da örtüşen nitelikleri bir insana aktarmadaki ustalıkla göze çarpar.
Kurtların kendi içlerindeki değerlere itaatkârlığıyla diğer varlıklara karşı vahşilikleri arasındaki çelişki, Kurt’un da temel bir niteliğidir. Kurt, ölüme karşı bir savaş verirken bir yandan anlatıcı kahramanın gözünde soylu bir ölümü olsun istenir. Onun yanında ona hizmet ederken tıpkı Kurt gibi aynı düşünce/değer ailesinden olduğunu hissettirir. Kurt’un denizin kayalıklarından kendini dalgalara bırakması bir hastane odasında vücudundan boşlatılan suyun yarattığı tahribattan ölmekten daha soylu bir davranış olacaktır.
Şimdiye kadar bir kurt görmüşlüğüm yoktu. Sonbahardı. Bırakırsam hayatta nasıl kalır, ne yer, ne içer, hayvanlar tarafından parçalanır mı diye endişelendim. Bir süre ilgilendim ama bu defalarca, defalarca ısırılmak demekti. Sonunda şunu öğrendim. Kurtlar öleceklerini hissettikleri vakit yalnız kalmayı seçerlermiş. Bir kurtla yaşayabilecek kadar cesursan anlayabilirsin bunu.
“Riyakâr ve Horoz” içine kapanık değil aksine güler yüzlü bir öyküdür. Öyküde bir horozun bakış açısı kullanılarak, mahkemelerde tuhaf bir dava yüzünden gidip gelen bir adamın yaşadıkları anlatılır. Kitapta horozun anlattığı öykü, yazarın daha önceki öykülerinden farklı olarak toplumsal ironiye kapısını aralar. Toplumsal yaşayışın getirdiği çarpıklıklar, öykünün temel dokusunu oluşturur. Ama bir horozun gözünden anlatılması farklı bir yoldur:
İçerisi kalabalıktı. Kalabalığı hiç sevmem! Bilemedim nerde durmam gerektiğini. Böyle durumlarda sessiz kalıp bir köşede beklerim. Aslında silik değilimdir, renkli tüylerim de var ve kimi zaman göstermek zorunda kalmışımdır. Karanlık bile olsa yılanın gölgesini fark eder, bazen üstüne yürür bazen uzaktan seyrederim.
“Gökyüzünü Yere İndirdim” kitabın son öyküsü. Dağınık bir bilincin rastgele görülerine ait izlenimleri barındıran öyküde, bu kez karga ve arıların dünyasına sokulmak isteyen bir kahramanla İstanbul’un kıyısındaki bir adanın tasvirini okuruz. Belirgin bir olayın yokluğu, İkiz’in bu kitaptaki bir başka farklı çehresi diye okuyabiliriz. Sona doğru gelindiğinde Sümeyra İkiz, öyküye çok önceden başlamış hissini verirken, tasvirlerin gölgesinde farklı ilgileri, farklı iç dünyaları en çok da zamanı ve kimi zaman da ruhtaki değişmeleri aktarırken oldukça başarılıdır. Bütün bu çehreleriyle ayrıntılardaki gerçekliğin sınırları, gerçeğin dışına çıkarak farklı bir algıya doğru sürükler okuru. Şaşırtan ve düşündüren bir algıyla yola çıkışın sonucu da doğrusu yeni kitabına doğru öykülerini dergilerin her çıkışında merakla beklemek olsa gerek.