Ben de açlıktan başım dönmeye başladığından kendimi kütüphanenin karşısındaki Eftalikus’a attım. Buradan kütüphane kapısını kolayca kesebilir, Fuat gelirse ensesinde bitebilirdim. Poğaçamı zorla yiyip çayımı gıdım gıdım içerken Sait Faik geldi, karşımdaki sandalyeye teklifsizce oturdu. Takım elbisesinin üstüne krem rengi bir pardösü giymişti. Hemen toparlandım, misafirime bir çay söyledim. O da bu arada cebinden bir tabaka çıkardı, açıp bana uzattı. Kullanmadığımı söyleyince yüzüne çocuksu bir şaşkınlık yayıldı; ardından kendisi bir tane yaktı; dumanı, gökyüzüne bakarak zevkle ciğerlerine çekti. Ona sorular sormak, içimi dökmek istiyordum ama nasıl başlayacağımı bilemiyordum. O da bunun farkındaydı sanki. Cesaretimi toplamam için mühlet vermişçesine yavaş yavaş çayını yudumluyor, etrafı seyrediyordu.
-Gerçek yazar kimdir?
Soruyu sormamış, ortaya atıp kaçmıştım. Sigarasının külünü silkerken “Büyük adamlara sorulacak, büyük laflarla cevaplanacak bir soru bu,” dedi. “Ne desem ki, ben hikâyenin nasıl yazıldığını da pek bilmem.” Gülümseyerek başımı eğdim. Ona bakınca sadeliği, zevk için yazmayı unuttuğumu fark ediyordum. Bu adam, yazdıklarını ölümünden on yıl sonra okuyan birileri çıkarsa kendini bahtiyar sayacak bu adam, dünyayı terkinin üzerinden yarım asırdan fazla geçmesine rağmen büyük bir tutkuyla okunmaya devam ediyordu. Bunu tüm sadeliğiyle, yazmaksızın duramadığı ve incir çekirdeğini doldurmayacak konuları ele aldığını düşündüğü öyküleriyle başarmıştı. Bense her öykümde röveşataya yatmaya çalışıyordum. Hem bir süredir fark ettiğim üzere artık umutla değil hınçla yazıyordum. Bunu eski hâline döndüremeyeceğimi de adım gibi biliyordum çünkü artık içimde yazmaya dair pembe umutlardan ziyade kendimi ispatlamaya dair kapkara bir hınç vardı. Borges’e anlattıklarımı tekrarladım ve “Öykümün birinci geldiğinin açıklandığı gün, koşa koşa kütüphaneye gittim,” diye devam ettim. “Fuat’a bir araba laf soktum, şımarık çocuklar gibi alay ettim onunla. Tüm sataşmalarımı, eğlendiğini ifade eden bir gülümsemeyle izledi. Çok eğlendiğinden de eminim. Meğerse...” Sıkıntıyla alnımı karıştırdım, sağa sola baktım ve cümlemi kustum:
-Meğerse kazanan öyküyü o yazmış.
-Anlamadım?
-Yani yarışma için yazdığım öyküyü okumuş, konuyu ve karakterleri eğip bükerek aynı başlıkla yepyeni bir öykü kaleme almış ve benim adıma o yarışmaya göndermiş. Bunu ancak orada, ödülü aldıktan sonra öykümü salondakilere okurken anladım.
O an neler hissettiğimi hatırladım. “Bu benim öyküm değil,” diyemeyip sesim titreye titreye öyküyü okumamı... Okuduğum öykünün benimkinden her yönüyle kat be kat iyi olduğunu fark etmemi... Sait Faik, çenesini sıvazlayarak bir müddet düşündü, ikinci sigarasını yakarken sordu:
-Peki, neden böyle bir yarışa girdiniz?
Bunu ona nasıl anlatacaktım? Hafiften kızardığımı hissettim. O zaman zevkle Fuat’ın üstüne saldığım kibrim, şimdi kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırmış, kaçacak yer arıyordu. Odayı keşfettikten iki hafta sonra, iyi olduğunu düşündüğüm öykülerimden birinin yer aldığı bir dergi seçip güzel bulduğum cümlelerin altını kurşun kalemle çizmiş ve dergiyi arasında kalemle - kalem elbette öykümün bulunduğu sayfadaydı - çaktırmadan Fuat’ın masasına bırakmıştım. Birkaç gün sonra da ikincisini. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Sanırım yazdıklarımın okunduğunu görmek istedim. Yazdıklarım nedeniyle birinin bana saygı duymasını istedim. İlk dergiyi bıraktığımda tavırlarında bir farklılık göremedim ama ikincisini bıraktıktan sonra, bana bir şey söylemek istiyormuş da cesaret edemiyormuş gibi geldi. Büyük ihtimalle öyküleri okudu, beğendi ve bana yazarı hakkında sorular soracak diye düşündüm. Bu saçma düşünceyle üçüncü dergiyi masasına bırakırken suçüstü yakalandım. Fuat gözlerini ekrandan ayırmadan “Lütfen dergilere zarar vermeyin,” dedi.
“Onlar bana zimmetli.” Ne diyeceğimi bilemeden bakakaldım. Yaptığımın gülünç, çocukça, zavallı bir kendimi ispat çabası olduğu gerçeği geldi zihnime çakıldı. Canım acıdı. Hiçbir şey söylemeden odadan çıkıp gitmek ve bir daha buraya dönmemek istedim ama içimdeki yazar bozuntusu rahat durmadı. “Benim adım Şener Çevik. Dokuz ayrı dergide yaşımdan fazla öyküm yayımlandı!” diye bağırdım. “Genç bir öykücüyüm ben. Dergilere nasıl davranacağımı mabadını kaldırıp yeni gelen dergileri raflara dizmeyi bile beceremeyen, hatta buradaki güzelim dergileri tozlu raflarda çürümeye terk eden bir ekran budalasından öğrenecek değilim.” Başını ekrandan yüzüme çevirdi ve “Dergiler raflara zamanında yerleştiriliyor,” diye karşılık verdi. “Ayrıca ne raflar tozlu ne de dergiler çürüyor.” Bir süre öylece bakıştık. Ayakta duruyordum sap gibi. Onun da ayağa kalkmasını istiyordum çünkü ancak o zaman gırtlağına layıkıyla sarılabilir, amansız bir kavga başlatabilirdim. Hem birkaç yumruk yersem belki canımın acısını da unuturdum. Ben bir şekilde canını yakmak için yanıp tutuşurken, o ifadesizce sordu:
-Öykücü müsünüz?
-Masanıza koyduğum dergilere göz atmadınız mı?
Daha soruyu sorarken cevabı bildiğimi hissettim. Elbette göz ucuyla dahi bakmamıştı. Masanın üstündeki dergiye utangaç bir nazar atarak “Bu ara pek bir şey okumuyorum,” dedi.
-Cin Ali’den sonra da okumalar yaptınız yani? Ben zirvede bıraktınız sanmıştım.
Kızmasını bekledim ama aksine gülümsedi. “Okudum elbette,” dedi. “Ne bulduysam okudum. Sonra anladım ki gerçek yazarların yazdıklarının haricindekileri okumak zaman kaybından başka bir şey değil. Özellikle de kimsenin okumadığı dergilerde öyküleri yayımlanınca sevinen, öykü dedikleri anıdan bozma şeylerde hayal kırıklıklarını anlatmaktan, başarısızlıklarını ortaya serip kendini okura acındırmaktan başka bir şey yapmayan amatörleri okumak...” Sözleri, yıllardır kendime sormaya çekindiğim, ulaşamayacağıma emin olduğum yerlere kaldırdığım soruları bir kalemde önüme sermişti. “Yazdıklarım değerli miydi?”, “Öykülerimi okuyan var mıydı?” en önemlisi de “Ben gerçek bir yazar mıydım?” Elimi yüzümden geçirdim, yere baktım. Bu sözler, hiç de edebiyattan anlamadığına kalıbımı basacağım bir adamdan çıkıyora benzemiyordu. Ama belki de edebiyatın kıyısından geçenlerin çoğunun yaptığı gibi beylik lafları ezbere sıralamaktan başka bir bildiği yoktu. Başımı asice kaldırıp yüzüne baktım ve onu kenara sıkıştıracağımı düşünerek sordum:
-Gerçek yazar kimdir?
Durdu, alnını karıştırdı. Söyleyeceklerini özenle seçmeye çalışıyor gibiydi. Kalemlikten bir kalem aldı, parmaklarının arasında evirdi çevirdi. Sonra yüzü aradığını bulmuşçasına aydınlanarak konuştu:
-Zweig’ın Satranç’ını okudunuz mu?
Bunu neden sorduğunu anlayamadım. Gerçek yazar olmakla Zweig’ın Satranç’ının ne alakası vardı? Bu adam aklınca benim edebiyat bilgimi mi sorguya çekiyordu? “Zweig’ın Satranç’ının yanında, iki kitabını daha okudum,” diye yanıtladım sorusunu. “Siz kaç kitabını okudunuz?” Konuşmanın başından beri durgun denizleri hatırlatan yüzü karıştı, elindeki kalemi masaya fırlatarak “Gerçek yazar kimdir bilemem ama sizin olmadığınız kesin,” diye çıkıştı. “Bilmem kaç dergide bilmem kaç öykünüz yayımlanmış olursa olsun, şimdi yazsam sizden daha güzel yazarım.” Neredeyse sevinçten kahkaha atacaktım. Sert kayaya çarptığının farkında değildi. Bu kendini bilmezliğini pahalıya ödetecektim. O coşkunlukla iki elimi masaya vurarak suratına doğru eğildim ve “Hodri meydan!” diye kükredim. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Fuat, yazacağımız öyküleri, değerlendirilmeleri için belediyelerden birinin açtığı bir öykü yarışmasına göndermeyi önerdi. Ben de ne zamandır şansımı öykü yarışmalarından birinde denemek istiyordum. İçim öyle kör bir hınçla dolmuştu ki o an ne yazsam muhteşem olacağı inancına kapılmıştım.
Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım