Geçmişi düşlemek yazma arzumu canlı tutuyor

Elif Genç
Elif Genç

Yazmak görebilmekle alakalı olduğu kadar heyecanlanmakla da alakalı benim için. Geleneksel anlatılardaki dil ve üslup, zihnimde muhtelif çağrışımlar oluşturacak, muhayyilemi tetikleyecek, hissetmemi, görmemi ve hatırlamamı sağlayacak kadar dinamik bir anlam taşıyor. Bu anlamın da etkisiyle geçmişi düşlemek, canlandırmaya çalışmak yazma arzumu canlı tutuyor.

Merhabalar. Öncelikle, soracağım sorular öykülerin açıklanmasına, örtük anlatımın aydınlatılmasına yönelik olmayacak. Bir yazara öykülerini açıklatmayı çok doğru bulmuyorum. Bunun yerine, metinler üzerinden yazarın genel edebi anlayışına yönelik sorular sormayı tercih ederim. Bu yüzden şöyle başlayabiliriz: Öykülerde karşılaştığımız anlatıcıların üslupları bana biraz masal diline yakın geldi. Geleneksel anlatıların bu öykülerin oluşmasında önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Ne dersiniz?

Merhaba. Efsaneler, epik şiirler, peygamber kıssaları, ulakların taşıdığı hikâyeler, içinde ulak yaşayan hikâyeler, anneme çocukken ninesinin anlattığı annemin de bize naklettiği masallar, halk hikâyeleri, mesneviler beni hep heyecanlandırır. Yazmak görebilmekle alakalı olduğu kadar heyecanlanmakla da alakalı benim için. Geleneksel anlatılardaki dil ve üslup, zihnimde muhtelif çağrışımlar oluşturacak, muhayyilemi tetikleyecek, hissetmemi, görmemi ve hatırlamamı sağlayacak kadar dinamik bir anlam taşıyor. Bu anlamın da etkisiyle geçmişi düşlemek, canlandırmaya çalışmak yazma arzumu canlı tutuyor. Ne kadar modern, postmodern metinler okusam da dönüp dolaşıp geldiğim yer geleneksel anlatılar oluyor. Yüzyıllık Yalnızlık'ı okurken daha teknik meseleler üzerine düşünüyorum, Mantıku't Tayr'ı okurken ise bir ruhun, cevherin peşinden yürüyorum.

Yine geleneksellik üzerinden bir soru olacak. Pek çok öyküde karakterler gri değil. Günümüz edebiyatında karşılaştığımız "bir karakter ne kadar gri olursa o kadar iyi yazılmıştır" düşüncesi bu metinlerde karşımıza çıkmıyor. Aksine, bir karakter kötüyse, kötülüğü anlatıcı tarafından açıkça betimleniyor. Üçüncü tekil anlatıcı, karakterler için haramzade, düzenbaz gibi sıfatlar kullanabiliyor. Bu siyah-beyaz ayrımı, bu netlik, elbette bilinçli bir tercihtir. Bu tercihin sebebini merak ettim.

Karakter gri olmalı gibi kalıplara takılırsa yazar, özgürlüğünü nasıl yazarken de sürdürebilecek? Kaygılarla mı, başkalarının beklentileriyle mi var edecek hikâyesini? Dağlara, taşlara seslenecek coşku varken içinde, kendi sesinden mi korkacak, karakter gri olmaz diye? Yazar kim ne der kaygısı taşımamalı, benim böyle kaygılarım yok. Zulmedene zalim diyeceğim, bazı şeyler çok net çünkü. Kötülük, sevgisizlik çok net. Bunlara da kitapta değindim. Kendi kurduğum anlamla, koruduğum öz'le, yaşatmak, yarına taşımak istediğim gündemle şekillendiriyorum karakterlerimi. Bıçak gibi keskin gerekirse. Atıfta bulunduğunuz öyküde öne çıkan dört karakter var. İçlerinde gri olan da var, kötülüğü aşikâr olan da. Düzenbaz Bekir net kötü karakter, yapıp ettikleriyle, planları, tuzakları ile bunu görüyoruz, "üçüncü tekil anlatıcı" herkesin tanıdığı Bekir'in tıynetinden bahsederken de bunu evet, bu sefer duyuyoruz. Sartre'ın da dediği gibi "Yazar konuşan bir kişi'dir: O gösterir, kanıtlar, buyurur, reddeder, çağırır, yalvarır, söver, inandırır, aşılar." Benim de yapmaya çalıştığım bu. Anlatım enerjisini muhafaza ederken kimi zaman işaret ediyor ya da gösteriyor, kimi zaman hissettiriyor ya da apaçık söylemeyi tercih ediyorum. Hayat gibi!

Yine modernizmle birlikte tepe noktasına çıkan birey hikâyeleri bu kitapta mevcut değil. Kalabalıklar içindeki yalnızlık, metropolde savrulan tipler, flanörler yok bu kitapta. Pek çok öyküde taşraya gidiyoruz. Tüm öykülerde bir aile görüyoruz. Nine, dede gibi yaşlı aile büyükleri de karşımıza çıkıyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

"Leş Yiyen Hayvanlar" ve "Zaman", İstanbul Suriçi'nde geçiyor. "Kayalar Şehri", Macondo gibi, Simerenya gibi, Yoknapatawpha gibi, karakterlerimin kelimeleriyle, hikâyeleriyle, hayalleriyle inşa ettikleri dünyanın yaşanılacak en güzel yeri. "Ruhun Yarını" yolu adaya uzanan bir öykü. Taşra... Üç çok zorlarsam dört öyküde konuya eşlik ediyor. Metropolde savrulan tipler, flaneur ya da aylak adamlar şimdilik ilgimi çekmiyor. İlginçtir, yazmaya başladığım ilk zamanlar metropolde savrulan bir karakteri işlemeye çalışmıştım, ikinci roman dosyam olacaktı. Öğrenciydim. Sonra karakter sıkıcı geldi, bunu neden anlatıyorum ki dedim, sürdürmeye değer bulmadım ve bıraktım. Derdini fark etmiş, kabullenmiş, onu tanımış yani kendini tanımakta olan karakterleri yazıyorum. Derdinden kaçanlar hakkında yazmak beni cezbetmiyor. Metropol insanı biraz böyle. Unutkan, değişken, kaypak. Boşluğu çok çabuk doldurabiliyor. Bense boşluğu nasıl dolduracağını bilmeyenleri yazıyorum. Bugün bu bakış açısında, bu ruh halindeyim, yarın belki savruk tipler bir şekilde dikkatimi çeker ve o minvalde yazıyor olurum. Zaman gösterecek. Bir yolda yürüyorum, pek çok durakta durup soluklanacağım. Farklı üsluplar, farklı teknikler deneyeceğim. Belki geçtiğim durağa dönmek isteyeceğim belki karanlığa rağmen yürümek, keşfetmek. İnşallah hep anlatmaya değer hikâyelerin peşinden giderim. Muhatabını bulsun duamız var ya, dilerim Yeryüzü Genişlerdi de muhatabını bulur.

Nine, dede gerçek hayatta karşımıza çıkmıyorsa onları hayatlarımızdan tamamen çıkardıysak realist bir metinde de karşımıza çıkmasın ama gerçek hayatta nine ve dede var. Çocuğa bakması için memleketten çağırılıyor büyükanneler, bu en sevimlisi. Giden ya da ölen annenin, babanın boşluğunu doldurmaya çalışıyor bu modern çağda nineler, dedeler. Öğrencimi babaannesi büyütüyor oradan biliyorum, başka bir öğrencim kendisini büyütmekte olan anneannesi kanseri yensin diye dua ediyor. Ben aileye inandığımı hep dile getiriyorum. Çocuğu inşa edecek ya da yıkıp harap edecek, çocuğun kendini gerçekleştirmesine saygı gösterecek ya da ket vuracak en önemli etken aile. Ailenin iyiliğine de kötülüğüne de inanan bir yazarın realist öykülerinde dedenin, ninenin yer alması tuhaf gelmiyor bana. Üstelik birey olabilmek için, flaneur olmak için bile önce aile eşiğini atlamak gerekiyor, onlarla olan ya da olamayan yaşantıdan sonra başlıyor her şey.

"Ruhun Yarını" öyküsünün başında Ingeborg Bachmann'dan bir alıntı var. "Ruhun en güzel yarınıdır, o hiçbir zaman gelmeyecek olan." Bu alıntı, söz konusu öykü hariç diğer öykülerde de görülebilen bir durumu açıklıyor bana kalırsa. Genel olarak, hiçbir zaman gelmeyecek olana yönelmiş bir bekleme hali görüyorum metinlerde. Bu ne derece doğrudur?

Kitaptaki tek epigraf. Çoğu öykü karakterim için bir anlamı var, bu yüzden vazgeçmedim, kitaba ekledim. Söz konusu öykü dâhil çoğu öyküde görülebilen bir boşluktan sesleniş aslında. Çok sesli, derin ve ağır bir boşluk. Ancak babasının ismiyle yaşayan Kuzgun için o gelmeyenin boşluğu bir şifayı yutuyor. Gelmesi ve boşluğu doldurması bir ihtiyaç. Gelmediği için ruhunda büyüyen, artan, şiddetlenen, kontrol edilemeyen bir araz var Kuzgun'da. Ingeborg Bachmann'ın bu sözünü Kuzgun'a daha çok yakıştırdım.

Öyleyse son bir soru. Dil akrabalığı meselesine önem veriyorum. Yazarların, kendilerinden önce yaşamış yazarlarla kurdukları ilişkileri görmek beni etkiliyor. Bu kitabın ortaya çıkmasında sizi bir okur olarak değil de bir yazar olarak etkilemiş üç ya da beş, içinizden ne kadar gelirse, kitap ya da yazar ismi rica ediyorum.

Nazım Hikmet'in "Bir Ayrılış Hikâyesi" adlı şiirini okuduğumda, bu şiirin hikâyesini yazacağım, demiştim. Onun haricinde Yeryüzü Genişlerdi'nin oluşmasında apaçık etkisi var diyemesem de beni etkilemiş isimlerden birkaçını söyleyebilirim. Her ne yazarsam yazayım, düşünmeye başladığımda, bendeki tesirini fark ettiğim isim İsmet Özel. Sonra Cahit Zarifoğlu, bütün şiirleri ve "Yaşamak". Ingeborg Bachmann, Malina. Leyla İpekçi, Başkası Olduğun Yer. Ferîdüddin Attâr, Mantıku't Tayr. Thomas Bernhard'ın külliyatı... Babamın, annemin ve kardeşlerimin hikâyeleri.