Hiçbir Yerin Ortasında’nın karanlık öykülerden oluştuğu söylenebilir. “Ev” den kaçanların, sigarayı küllüğe bastırıp ardına bakmadan gidenlerin, “ev” den kaçamayanların, kaçışı içe doğru gerçekleşenlerin, “ev”e dönemeyenlerin, hiçbir yerin ortasında sıkışıp kalanların hikayeleri... Yazar karakterine “... yalnızlığımı biraz olsun dindirip ona ihtiyaç duymamam onu korkutuyordu. Bu yüzden susturuyordu bizi. Bu yüzden sohbetimizi aşağılıyordu. Bu yüzden yaşamasını istediği o cenini öldürmeme rağmen beni bırakmıyordu” dedirtirken aslında gidemeyenleri, vazgeçemeyenleri anlatıyor. “Geri dönemiyorlardı. Gidecek bir yer bulamıyorlardı.” ile dönemeyenleri, “Bu açıklıkta kaçıp saklanabileceği bir oda, kapanıp ağlayabileceği bir yatak yok.” ile bulundukları yere ait olamayanları hikaye ediyor. “Anahtarı almadan evden çıktım.” ya da “Akşam yemeğe gelecek misin? Evden çıkmadan önce duyduğum son söz.” gibi ifadeler ise ait olunan yerden, bir başka deyişle “ev” den kaçış temasının işlendiği öykülerde karşımıza çıkıyor.
Bu örnekleri de inceleyince okur nezdinde karanlık bir kitap olması garipsenecek gibi durmuyor. Diğer taraftan karanlık ifadesinin yarattığı çağrışım nedeniyle buraya bir şerh düşmek gerekiyor sanırım. Kitap karanlık olmasına karanlık ama bir umudun varlığından da rahatlıkla söz edebiliyoruz. Mevzubahis olan -yazarın ifadesiyle- “iyimser olmayan bir umut” ve sanırım kitap için en uygun tanım bu. Bunun yanında karakterlerin geçmişleriyle, yalnızlıklarıyla, günahlarıyla bir hesaplaşma yaşadığını da görebiliyoruz. Dolayısıyla “Kaçış”a ek olarak “Yüzleşme” nin de kitabın önemli imgelerinden olduğunu söyleyebiliriz. Hiçbir Yerin Ortasında’da dikkat çekici noktalardan biri de dil işçiliği. Hatta yazarın dile gösterdiği özeni fark ettiğimde biraz tedirgin olduğumu söylemeliyim. Zira bu tip öykülerde her an dünyadan koparılıp bir edebiyat cennetine götürülebilirsiniz.
Oysa ben bir öykü okuru olarak hikaye neredeyse orada kalmayı tercih ederim ve yazarın yapması gereken de bizi kurduğu cümlelerle sarhoş etmek değil, hikaye anlatmaktır diye düşünürüm. Ezgi Polat’ın üslubu “ben edebiyat yapıyorum” diye bağıran türden olmadığından bu tehlikenin atlatıldığını söyleyebiliriz. Hatta kullanılan dil çoğu zaman okuru hikayenin içinde tutuyor, yavaşlayan ya da durgunlaşan öyküye güç kazandırıyor. Kitaba ismini veren Hiçbir Yerin Ortasında adlı öyküde “İşçilerin toprağa indirdiği her çapa darbesi bana, o cehennemdeki buldozer kepçelerinin ceset yığınlarına daldırılışını anımsatıyordu.” cümlesini okuduğumuzda hem zihnimizde tekrar inşa ettiğimiz hikayeye bir tuğla daha ekliyor, hem de okuduğumuz bu güçlü cümlenin etkisiyle kullanılan üslubun lezzetini fark edebiliyoruz. Çok çalışmanın ve tekrar tekrar yazmanın bir sonucu olduğunu tahmin ettiğim özenle örülmüş bu cümleler hayranlık uyandırıcı.
Fakat dil konusunda sıklıkla karşımıza çıkan birkaç tehlike daha var ve hepsi ilki kadar kusursuz biçimde atlatılamamış. Yazar harika bir üsluba sahip olabilir. Sayfalar dolusu cümleler kurmak ya da aforizmaları ardı ardına sıralamak da yazarın hakkı olarak görülebilir. Ama söz karaktere geçtiğinde yazar karakterin dünyasının dışına çıkma hakkına sahip değildir. Karaktere bir üslup atamalı ve onu yarattığı kurmaca evreninin gerçekliğine sadık kalarak konuşturmalıdır. Oysa yazarın belli noktalarda kendi sesi daha baskın çıkıyor ve kendi üslubu ile karakterin üslubunu ayırmayarak sahicilik duygusunun zedelenmesine neden oluyor. Söz gelimi “Başka Bir Boyutta” adlı öyküde “Baktığımız yerlerde aynı şeyleri görmüyor, gördüklerimizi aynı anda algılamıyoruz. Yalnızca bazı anlar var, dünyalarımızın kesiştiği, orada ikisine ait ortak şeyler var, bizi bir arada tutan şeyler.” dedirtiyor karakterine. Elbette yazarın sesinin baskın çıktığı bu tip cümlelerle her öyküde ve diyalogda karşılaşmıyoruz.
Yazar öykülerin bir kısmında bu tuzaktan kurtulabilmiş ve Hiçbir Yerin Ortasında çok fazla diyalog barındırmadığı için de sorunun çok göze battığını söyleyemeyiz. Ama yine de çağdaş öyküde sıklıkla karşılaştığımız üslup farklılığı sorununun küçümsenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun yanında meseleye bir de tutarlılık penceresinden bakalım. Karakter öyküde inşa edilen gerçekliğe uygun biçimde mi konuşuyor? Birçok noktada evet. Söz gelimi “Başka Bir Boyutta” adlı öyküdeki karakterin edebiyata olan ilgisini hesaba katarsak bu şekilde konuşmasının metnin tutarlılığını tartışmaya açmayacağını düşünebiliriz. “Kıyıya Vuran” adlı öyküdeki İsmail için ise aynı şeyi söylememiz mümkün değil; “Aramanın verdiği tadı alamazsan bir süre sonra buldukların anlamsızlaşır.” diyen -bu sözü çocuk yaştaki yeğenine söyleyen- karakter yaratıldığı evrene uygun biçimde konuşmuyor.
Çok daha başarılı biçimde kurgulanmış Doğan adlı karakter- İsmail’in yeğeni- soruyor: “Nasıl yani?” İsmail’den gerçekliğe uygun şekilde bir çocuğun anlayabileceği bir açıklama yapmasını bekliyoruz. O ise “Yani insan tutkunu olduğu şeylere beklentiyle yaklaşmaz.” diyor. Yeğeni yine kavrayamıyor amcasının söylediklerini. Bu kez de “Tutkun olmak ne demek?” diye soruyor. Öyküde çocuk yaşta olduğu belirtilen Doğan’ın söylenenleri anlamaması tutarlılık açısından bir sıkıntı içermiyor fakat İsmail’in yeğeniyle bu şekilde konuşması okurun hikayeye olan inancını zedeleyebilecek önemli bir sorun. Bu durumun dili iyi kullanabilen ve öykünün içine aforizmalar serpiştirmeyi seven yazarlar için bir tuzak olduğunu düşünüyorum ve Hiçbir Yerin Ortasında en azından verdiğim örnekte tuzağa düşmüş gibi görünüyor. Sözünü ettiğim eksikliğine rağmen kitabın en güçlü öyküsü bana kalırsa “Başka Bir Boyutta”.
Bir kaçamama hikayesi üzerinden başlayan ve içsel bir yolculukla devam eden öykü, uzunluğunu da dikkate alırsak sıkıcı hale gelmeye müsait gibi görünüyor ama Ezgi Polat hem kullandığı dilin okuru çepeçevre saran büyülü tesiri hem de sona yaklaştıkça büyüyen gerilim sayesinde okuru öykünün içinde tutmayı başarıyor. Önemli bir bölümü karakterin kendini sorgulama alanında geçen bir öyküde bir gerilim yaratmak ve öykünün dağılmasını engelleyerek okurun öyküde kalmasını sağlamak çok zor olmasından ötürü küçümsenmemesi gereken bir iş.