Eski ve Uzun Bir Hikayenin Kısa Özeti

Acil bir işi olup da kasabada yoksa ve bir doğum gerçekleşecekse onun yokluğu hep üzüntüye ve kaygıya sebep oldu.
Acil bir işi olup da kasabada yoksa ve bir doğum gerçekleşecekse onun yokluğu hep üzüntüye ve kaygıya sebep oldu.

Şerife, gönlünde kocasının acısı, günlerini küçük bahçesi ile ev arasında geçiriyordu. Bir gün avluda oyalanırken komşusunun yardım isteyen sesiyle irkildi. Komşusu hamileydi ve galiba doğum başlamak üzereydi. İşte Şerife’ye bunca ün kazandıran ebeliği o gün başladı. Ondan sonrasıysa çorap söküğü gibi geldi.

Baht:

Şerife Kadın, ebelik yaptığı bütün bebeklere, yardımcısının “Ay ne güzel bir oğlan,” ya da “Ay ne güzel bir kız,” demesinin hemen ardından, bebeği annesine vermek için kar gibi tertemiz pamuklu bezlere sararken hep aynı şeyi söylerdi: “Bahtı güzel olsun.”

Kasabada onun doğumunda bulunduğu bindörtyüzyirmisekiz bebeğin hemen hepsinin bahtının güzel olduğu söylenir. Bunda, Şerife Kadın’ın ettiği bu güzel duanın etkisi olduğuna inanan kasabalı, çocuklarının doğumunu yaptırması için sıraya girdi. Acil bir işi olup da kasabada yoksa ve bir doğum gerçekleşecekse onun yokluğu hep üzüntüye ve kaygıya sebep oldu. Gerçi insanlar onun kasabadan ayrılmaması için ellerinden geleni yapıyorlardı. Yalnızca bizzat bulunması gereken resmi işler dışında her işini kasabalı görüyordu: Odunlarını dağdan getirip kırdıktan sonra kuruluğa istif ediyorlar, içme suyunu taşıyorlar, evinin badanasını yapıyorlar, çamaşır günü kazan yakan kadınlar ona uğrayıp, kirlilerini alıp yıkıyorlar, bakkaldan aldıklarını taşımasına izin vermiyor, evine kadar bırakıyorlardı.

Bu gördüğü hürmette, elbette kimseden yaptığı iş karşılığında para almamasının payı olsa da, asıl dua etmesinin payı büyüktü. Ayrıca şimdiye kadar yaptırdığı doğumlarda bir mucize olarak hiç ölü doğum olmamıştı, hiç sakat bebek de doğmamıştı. Şerife Kadın’a sorarsanız “Allah’ın takdiri.” der geçer ama kasabalı onda sırlı bir taraf olduğuna inanırdı. Kasabanın mezarlığında gömülü, ne zaman yaşayıp ne yaptığı çok bilinmese de, anlatılan hikayelerde iyi biri ve Allah dostu diye bahsedilen, Kaymak Dede nam ulu kişiye gösterdikleri gibi hürmet ederlerdi.

Şerife Kadın bütün bu yakıştırmalardan rahatsızdır aslında. İnsanlara azıcık faydalı olmak, şu fani dünyada biraz sevap kazanabilmek için, karşılığında para bile almadan yaptığı ebeliğin farklı yerlere çekilmesinden, adının mucizevi kimi olaylarla anılmasından, yapmadığı şeylerin failiymiş gibi anlatılmasından bıkıp usandı. Kendisini tanımayan bir kadının, kendi hakkında anlattıklarını hayretle dinler, ermiş olduğundan, geceleri evine nur indiğinden, aynı anda birçok yerde bulunabildiğinden, geçen yıl köylerinden hacca giden Gıcıkların Yusuf’un onu Kâbe’de gördüğüne kadar olayları duydukça “Tövbe estağfurullah, tövbe estağfurullah,” diyerek tepkisini gösterirdi.

Hele bunları duyduğu ilk zamanlar kan beynine sıçrar, bir daha doğuma gitmeyeceğine dair kendine söz verirdi. Ama çağırılınca da dayanamaz, insanlara faydalı olmanın gerekliliğine inanarak hemen koşardı. Bir süre sonra baktı ki önü alınacak gibi değil, karşı çıksa da faydası yok, o da ne yapsın, boş verdi. Çünkü söylentiler, yakıştırmalar, bendini yıkmış sel gibi önünde durulacak halde değildi. Ama yine de bunu bildikleri için ahali onun yanında pek bu meseleleri konuşmaz hatta ima bile etmezdi. Şerife Kadın bütün söylentilerden ve yakıştırmalardan rahatsızdı rahatsız olmasına ama ahaliyi haksız çıkaracak bir emare de ortaya çıkmamıştı şimdiye kadar.

Savaş:

Şerife Kadın, daha üç günlük evliyken kocasını apar topar savaşa çağırmışlardı. Avlu kapısında son kez ayrılırlarken, titreyen ellerine söz geçiremediği için; içinde yanıp duran ateşi bir türlü zapt edemediği için; gözlerinden akan yaşları bir türlü tutamadığı için; ayaklarının altındaki yer durmadan kaydığı için; kocasına, kendi elleriyle diktiği, içine sapsarı sırma saçlarını koyduğu çevreyi vermeyi unuttuğu için; son defa sarılırken içinden gele gele, coşkuyla, seni çok seviyorum diyemediği için kendisini hiç affetmedi.

O günden sonra bir ya da iki kez ancak haber alabildi kocasından. O da kesin olmayan, kasabaya dönen gazilerden aldığı yarım yamalak haberlerdi. Okuma yazma bilmeyen kocası hiç mektup yazmadı ona. Savaş hali, başkasına da yazdırmaya fırsat bulamamış olacak ki, hiç mektubu gelmedi. Belki de girdiği ilk muharebede şehit olmuştu. Kasabadan birçokları gibi şehit haberi de gelmedi. Birkaç yıl sonra savaş bitmiş, asker terhis olmuş ama kocası dönmemişti. Şerife, kocasını savaşa gönderirken, avlu kapısında yaşadığı ruh halini hemen her gün yaşadı. Çakır gözlerinden yaş hiç eksik olmadı. Hep dalgındı. Kocasına vermeyi unuttuğu çevreye bakıp bakıp ağladı. Zaten öksüz, yetimdi ya, bir de üstüne severek evlendiği kocasını yitirince iyice içine kapandı.

Aradan bir kaç yıl geçip de, kocasının dönmesinden iyice umut kesilince kendisini isteyenler oldu. Güzeller güzeli Şerife’nin yalnız başına kaldığını bilenler bir bir talip oldu. Hatırlı tanıdıklarını araya koyanlar oldu, Şerife’nin sevdiği ve kırmayacağını düşündükleri arkadaşlarıyla haber gönderenler oldu. Mehir olarak ev, tarla, hatta sürü teklif edenler oldu. Şerife hiç birini kabul etmedi. Çok sevdiği kocasının hatırasına hürmetsizlik olacağını düşünüp bütün teklifleri reddetti.

Bir zamanlar, kasabanın en güzel kızıyken şimdiki gibi kendisini isteyenler sıraya girmişti. Şerife’yi gören çarpılıyor, güzel yüzü akıllarından bir türlü çıkmak bilmiyordu. Bir süre sonra aklını yitirmiş gibi oluyorlar, hemen ailelerini dünürcülüğe gönderiyorlardı. Aldıkları ret haberiyle yıkılan gençler, ulaşamadığı ciğere mundar diyen kedi misali, bir yandan kızı kötülüyor, diğer yandan yanmaya devam ediyorlardı. En sonunda Şerife’nin, kendisi gibi öksüz ve yetim, kasabanın en yoksul genciyle evlenmeyi kabul ettiği duyuldu. Böyle bir kızı, yakışıklı da olsa fakir birinin almasına içerleyen kasabanın gençleri bol bol gıybet edip, hasetlerinden çatladılar. İşte yine genç kızlığındaki gibi aynı şey oluyor, o reddettikçe her gün kapısını aşındıranlar çoğalıyordu. Ama o hepsini reddetti.

Körlük:

Şerife’nin sevdasından başı dönenler, bakışları bulananlar, aklına kötü kötü şeyler gelenler olmadı değil. Kasabanın namlı kopukları, aralarında bazı planlar da yaptılar. Güzellikle alamadıklarını, zorla elde etmeyi kurdular kafalarında. Birisi kapıyı tıklatıp Şerife’yi kapıyı açmaya yönlendirirken, bir diğeri arka pencerelerin birinden sessizce eve süzülecekti. Sonra, kapıda kimse olmadığını gören Şerife, eve girer girmez bayıltılacaktı. Sonrası kolaydı. Bir çuvala koyup doğru dağa götürülecekti. Kimi mağaraya götürmekten söz ederken, birisi de eski bir kulübenin nerede olduğundan bahsediyor, oraya giderlerse kimsenin kendilerini bulamayacağını iddia ediyordu. Bu kadar basitti işte. Düşündüklerine göre kusursuz bir plandı. Bütün bunları uzun süre aralarında konuşup durdular. Böyle bir işin muhabbetinin tatlılığından mıdır nedir, uzun uzun konuştular, lakin bir türlü harekete geçmediler. Ama bir gün…

İyice gözlerinin döndüğü bir gün, çektikleri esrarın da etkisiyle acayip gaza geldiler. Kurup durdukları karanlık planlarını uygulamak için inlerinden çıktılar. Saat gecenin ikisiydi. Beş kişiydiler.

Kopukların reisi Keş Ali, en önden yürüyor, yanındakilere fısıltıyla kimin neler yapacağını izah ediyordu. “Ulan,” dedi bir ara, “hata yapanı şişlerim alimallah. Ona göre ayağınızı denk alın,” diye ekledi. En küçük bir hata yaptıkları takdirde kasabada artık barınamayacaklarını biliyorlardı. Esrarkeşlikleri, şarapçılıkları bir yere kadar ama böyle bir şeyden sonra ahali duman ederdi onları. Bu işi sessizce ve yakalanmadan yapmalıydılar. En küçük bir iz, en küçük bir hata sonları demekti.

Böylece konuşup yürürken, ilerde köşe başında Şerife’yi gördüler. Durakladılar. Şaşırdılar. Gecenin bu saatinde, bu kadının dışarıda ne işi olabilirdi? Keş Ali, ani bir kararla geriye döndü. O dönünce diğerleri de onu takip etti. En yakın sokağa saptılar. Sokağa girer girmez yeniden durmak zorunda kaldılar. Çünkü Şerife, ilerde sokağın başında onlara bakıyordu. Şaşkınlıktan küçük dillerini yutacaklardı az kalsın. Korkuyla yeniden geriye döndüler. Hızlı adımlarla yürüyorlardı. Daha üç beş adım ancak atmışlardı ki, Şerife yine önlerinde belirdi. Durdular. Gözlerini ovuşturdular. “Ulan,” dedi Keş Ali, “esrarı fazla kaçırmadıysak durum fena. Kaçın,” diye bağırdı korkuyla. İşte o zaman her biri bir tarafa dağıldı. Sokaklara dağılanlardan başka, alçak çitlerden bahçelere atlayanlar oldu. Ama ne yana gitseler, ne tarafa baksalar Şerife’yi karşılarında buldular.

Ertesi gün kasabalı her birini başka bir yerde baygın buldu. Neler olduğunu soranlara hiçbir şey anlatamadılar. Korkudan kaskatı kesilmişlerdi. Ahali bunların ne mal olduğunu bildiği için fazla da üstelemedi. O günden sonra kimseye iliştikleri pek görülmedi. Hatta aralarında bazıları namaza bile başladı.

Keramet:

Şerife, gönlünde kocasının acısı, günlerini küçük bahçesi ile ev arasında geçiriyordu. Bir gün avluda oyalanırken komşusunun yardım isteyen sesiyle irkildi. Komşusu hamileydi ve galiba doğum başlamak üzereydi. İşte Şerife’ye bunca ün kazandıran ebeliği o gün başladı. Ondan sonrasıysa çorap söküğü gibi geldi. İlk zamanlar bildiği bir şey yoktu aslında. El yordamına, aklı erdiği kadar yardım ediyordu. Ama doğum yaptırdığı kadınların bire bin katarak başkalarına anlattıkları, duyanların da bin daha ekleyip başkalarına anlattıklarıyla kısa sürede meşhur bir ebe oldu.

İlk doğum yaptırdığı komşusu anlatırken, “Böyle eli hafif kimse görmedim, hiç zorlanmadan doğurdum, sanki Hızır mübarek,” demişti dinleyenlere. Hele birinin, bebeğin ne kadar güzel olduğu söylendiğinde, “Bahtı güzel olsun,” diye dua etmesinden sonra çocuğun sakinleştiğini, yüzüne ayrı bir nur indiğini ballandırarak anlatması, Şerife’nin ününü kasabanın dışına taşırdı ve en uzak dağ köyleri dâhil duymayan kalmadı. Hatta bir süre sonra Şerife Kadın’ın ebelik yaptığı kızlar, yalnızca Şerife Kadın’ın ebelik yaptığı erkeklerle evlenmeye başladı. Daha sonra bu olmazsa olmaz bir şeymiş gibi birden yaygınlaştı.

Hatta bu ayrım okulda bile baş göstermişti. Şerife Kadın’ın ebeliğini yapmadığı çocuklar sanki veremlilerin karantinaya alındığı gibi sınıfın belli bir bölümünde oturmaya başladılar. Diğer çocuklar onlarla mecbur olmadıkça konuşmaz, oyun oynamaz hale geldi. Bütün bunlara ailelerin baskısı büyüktü tabii. Öğretmen bunun nedenini öğrenince, bir gün Şerife Kadın’a gelip durumu anlatmış, o da meselenin nerelere vardığına hayret ederek şaşkınlığını azıcık attıktan sonra “İnsanlar iyice delirdi öğretmen bey oğlum,” demişti.

Nasihat:

Şerife Kadın’ın efsanesi bu kadar büyüyünce, kendisinden saygıyla, -zaten buna kimsenin itirazı olmazdı- ama daha çok keramet ehli yüce bir kişi gibi bahsedilmeye başlanınca, kasabanın imamları duruma müdahale etme gereği duydular. Bir araya geldiler ve ortak bir hutbe hazırlayarak Cuma namazında okuma kararı aldılar. Önce Şerife Kadın’la konuştular. Durumu anlattılar. “Allah sizden razı olsun evladım,” dedi Şerife Kadın.“Bıktım, yıldım bu insanlardan. Laftan, sözden anlamıyorlar,” diyerek durumu onayladı.

Olayın bu kadar büyütülmesinin yanlış olduğu, zaten bahsedilen kişinin böyle bir iddiasının olmadığı, insanlara bu tür yakıştırmalar yapmanın hatalı olduğu konusunda uzun bir hutbe hazırladılar. İlk Cumada da okudular. Meselenin yatışacağını umuyorlardı ama daha da alevlendi. Kasabada Molla diye anılan bir ihtiyar, hutbeden sonra fikrini soranlara, evliyanın en büyük özelliğinin evliya olduğunu bilmemesi olduğunu söyledi. Daha sonra evliyanın ulularından Hazreti Rabia’nın hayatı hakkında duyduğu kulaktan dolma bilgileri uzun uzun anlattı ahaliye.

Molla’nın söyledikleri ahaliyi daha da heyecanlandırdı. Çünkü şimdiye kadar Şerife Kadın için evliya diyen çıkmamıştı. İşte şimdi bunu da öğrenmişlerdi. Çeşme başında, uzun kış gecelerinde, çamaşır günlerinde, kapı önlerinde bir araya gelen kadınların tek mevzusu buydu. Aylak ihtiyarlar kahvede soba başında uzun uzun bu meseleyi konuştular. Şerife Kadın çaresizdi. Ne dediyse, ne yaptıysa baş edemedi.

İlk yara:

Bir süre sonra kasabalı, nasıl bir zamanlar Şerife Kadın’ı yere göğe sığdıramıyor, her anıldığında övgü dolu sözler söyleyip, gıyabında hayır dua ediyorduysa, birden her şeyin tersini yapmaya başladı. Kasabalı, kendi elleriyle yıllarca özenle büyüttükleri bir efsaneyi bir kaç günde yerle bir etmeyi bilmişti. Kandırıldıklarını düşünüyorlardı. Daha doğrusu Şerife Kadın’ın kendilerini kandırdığına inanıyorlar, adı her anıldığında beddua etmekten geri kalmıyorlardı. Evini bile taşladılar. Neyse ki Şerife Kadın dünyadan göçüp gitmişti de bu olanları görmedi.

Şerife Kadın, en son ebelik yaptığı bebeğin kırkı çıktığı gün öldü. Hasta falan da değildi. Birden ölüverdi. Böyle elden ayaktan düşmeden, yatalak kalıp kimseye muhtaç olmadan ölmesinde bile bir keramet aradı kasabalı. Kaç yaşında olduğu büyük bir merak konusu oldu. Tam yaşını mahallenin muhtarından öğrendiler: Altmışbir. Bütün kasabalı büyük bir üzüntü yaşadı. Günlerce yas tutular. Düğün, sünnet yapacak olanlar cemiyetlerini saygıdan ileri bir tarihe erteledi.

Şerife Kadın’ın yedisini, kırkını, elliikisini yaptılar. Ahali arasında toplanıp görkemli bir mezar yaptırmaya karar verdiler. Ancak çokbilmiş biri çıkıp da, toprağın biraz çöktükten sonra mezar yapılmasının daha doğru olacağını, yoksa toprak çöktükçe mermerlerin çatlayacağını ya da ek yerlerinden ayrılacağını söylemesi üzerine bu düşüncelerini bir süre ertelediler. Kısa bir süre sonra da kandırıldıklarını düşünmeye başladıkları için o mezar hiç bir zaman yapılmadı.

Şerife Kadın’ın ölümünden önce en son ebelik yaptığı bebeği, bir süre sonra aşı için sağlık ocağına götürdüler. Aşı yapılırken görevli sağlık memuru bir şey fark etti. Hemen doktoru çağırdı. Doktor çocuğu evire çevire muayene etti. Sonra hemen vilayetteki hastaneye sevk etti. Dediğine göre bebek zihinsel özürlüymüş. Çocuğun annesi doktora çok kızdı. “Benim bebeğimi Şerife Kadın doğurttu. Böyle bir şey imkansız.” dedi.

Kasabalının büyüttüğü efsane ilk o gün yara aldı. Nasıl böyle bir şey olabilirdi? Haber kısa sürede yayıldı. Duyan hayretler içinde kaldı. İşte o zaman, olayı duyan herkes aslında eskiden beri bir şüphe içinde olduğunu dillendirmeye başladı. Aslında bunu hep söylemek istediklerini ama bir türlü nasıl anlatacaklarını bilemediklerinden bahsetmeye başladılar. Eskiden kasabadaki memur çocuklarına hastanede doğdukları için bir garip bakarlarken şimdi onlara gıpta ediyorlardı. Aldanmışlardı. Yok. Aldatılmışlardı. Herkesin aklına derin bir şüphe düştü. O günden sonra da büyüdükçe büyüdü.

Efsanenin Sonu:

Şerife Kadın’ın doğurttuğu bir çocuğun özürlü olmasından ve ahalide şüpheler başlamasından bir süre sonra daha büyük bir olay oldu. Şerife Kadın’ın ilk ebelik yaptığı çocuk –çocuk kırkına gelmişti artık- bir sabah evinde ölü bulundu. Bundan birkaç gün sonra yine doğumunda bulunduğu ikinci çocuk trafik kazasında öldü. Üçüncüsü gölde boğuldu. Bu sırayı kim takip etti, ilk fitili kim ateşledi bilinmez ama kasabada Şerife Kadın’ın ebelik yaptığı çocukların kırkını çıkaramadan öldüğüne dair bir söylenti yayıldı.

İşte o zaman, ahaliyi bir ateştir aldı. Kasaba çalkalanmaya başladı. İmamlar dillerinin döndüğünce böyle saçma şeylere inanmamaları konusunda telkinlerde bulunsalar da söz geçiremediler. Sırada kimin olduğu, ne zaman doğduğu, ölümünün nasıl olacağı tartışılmaya başlandı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. En sonunda dördüncü çocuğun Samancıların Halil olduğu söylentisi yayıldı. Bunu duyan Halil, meselenin doğruluğunu araştırmaya başladı. Gerçekten doğru olup olmadığını anasına sordu ilkin. Kadın bir şey diyemedi. Heyecanlandı. Korktu. Nasıl bir belaya çatmışlardı. Halil’in doğumuna yakın başka çocuklar da olmuştu. Düşündü. Bir türlü hatırlayamadı. Heyecanlanınca daha da karıştırdı. Bir sürü isim saydı. Yok. Hatırlayamadı.

Kasabalı günlerce uyuyamadı. Geceleri ruh gibi dolaştılar. Korkuyla yataklarında beklediler. Sıranın kendilerinde olup olmadığından hiçbir zaman emin olamadılar. Öylece kalakaldılar. Bazıları, nasıl olsa sıranın Halil’de olduğunu söyleyerek rahatlamaya çalışıyordu ama nafile. Halil, bir türlü gerçeği öğrenemediğinden ve ölüm korkusundan hasta oldu. Yataklara düştü. İşte o zaman Halil’in anası dayanamadı. Koşarak Şerife Kadın’ın evine gitti. Ağzından köpükler saçarak, bin bir beddua ederek yerden bir taş aldı. Öfkesinden kudurmuş gibiydi. Hırsla fırlattı taşı. Sonra bir daha, bir daha, bir daha… Hem bağırarak beddualar ediyor, hem de durmadan boş evi taşlıyordu. Bu başlangıç oldu. Neyse ki Şerife Kadın birkaç ay önce ölüp gitmişti de bu olanları görmedi.

Halil ölmedi. Bir süre sonra ayağa kalktı ama o günden sonra kimin başına kötü bir şey geldiyse, bunu Şerife Kadın’dan bildi. Başlarına gelen belaları def etmenin en kestirme yolu olarak evi taşlamayı gördüler. Sonra sonra bu iyice yaygınlaştı. Başlarına bir şey gelmese de, gelecek musibetlerin gelmemesi için taşlamaya başladılar. İlk önce sadece bayramlarda, derken Cuma günleri de taşlamaya başladılar. Bir zaman sonra durum öyle bir hâl aldı ki, ev atılan taşlardan görünmez hale geldi. Civar köylerden de grup grup insanlar geliyor, büyük bir iştahla evi taşlayıp gidiyorlardı. Daha sonra, çok çok sonra civardan geçen bir adam, taş atanlardan birini durdurup sordu: “Burayı neden taşlıyorsun?” Adam cevap verdi: “Vallaha bilmiyorum. Eskiler öyle yapardı. Biz de sevap diye atıyoruz işte.”

Hikaye:

Anlatılanlar büyüdükçe büyüdü. Bu hikayeyi dinleyip daha sonra başkasına anlatmaya kalkanlar biraz değiştirerek, daha doğrusu aklında kaldığı kadarıyla anlattı. Bazıları da bilerek yeni eklemler yaptılar. Öyle bir zaman geldi ki, anlatılanların ne kadarı doğru ne kadarı yanlış anlaşılamaz oldu. Bu hikayeyi duyan meraklı bir araştırmacı yollara düştü. Kasabayı sora sora buldu. Meydan kahvelerinden birine oturdu. Yanında getirdiği ses kayıt cihazını açtı. İhtiyarlarla sırayla sohbet etmeye başladı. Aklında kaldığı kadarıyla önce o anlattı hikayeyi. Meselenin aslını araştırdığını, böyle bir hikayenin unutulup gitmesine gönlünün razı olmadığını, yazmak istediğini söyledi. Bahsedilen kadının evini, mezarını görmek istediğini ekledi.

Dinleyenler hayret etti. “O senin dediğin başka bir kasaba olmasın evlat,” dedi biri. “Böyle bir hikayeyi ilk defa duydum,” dedi bir başkası. Bastonunu çenesinin altına dayamış bir başka ihtiyar; “Bizim burada taşladığımız bir yer var aslında ama senin anlattığınla bir ilgisi yok,” diye girdi söze. Araştırmacı heyecanlandı. Peşinde olduğu hikayeye dair bir şeyler duyacağını umdu. Merakla baktı adama; “Bir zamanlar uğursuz bir kadın gelmiş kasabaya. O geldikten sonra çocuklar ölü doğmaya, kadınlar düşük yapmaya başlamış. Yetmezmiş gibi bir de burada ölüp kalmış. Bizim hocalar defnetmedi kadını. Şaman mıymış neymiş, biri geldi gömdü. Biz onun mezarını taşlarız her Cuma. Senin anlattığınla bir ilgisi yok yani,” dedi.

Araştırdığı hikayeye dair hiç kimse, hiçbir şey anlatmadı. Böyle bir şeyden haberleri bile yoktu. “Buraya kadar gelmişsin eli boş gitme bari,” diye söze girdi biri. Kahvede konuştuğu ihtiyarlar ona bambaşka bir hikaye anlattı. Ama şimdi ona hiç girmeyelim. Çünkü çok uzun…