Elveda. Merhaba.
Çok geniş bir dünyayı anlatarak başlayan eser, sayfalar ilerledikçe küçük bir dünyanın etrafında dönüyor. Eserde çok fazla yan karakter var. Bu kitabın başında olayları netleştirmeyi zorlaştırıyor, ama sayfalar ilerledikçe esas kahramanlar ve olay belirginleşiyor, okuyucu okumakta sıkıntı çekmiyor.
Mustafa Kutlu Sevincini Bulmak’ın (Dergâh Yay., 2018, 296 s.) daha ilk sayfasında kitabın isim babasına rahmetle başlıyor. Başlığı yaklaşık on yıl evvel yazdığı bir köşe yazısında da kullandığına değinmiyor. Oradaki sevincinin kaynağı Yenikapı Mevlevihânesi’nin yenilenmiş halini görmesinden kaynaklanıyor. Kitapta anlattığı sevinçle yazıdakinin ortak noktası; büyülü gerçekçiliğe has bir yolculuğun, sevinç olarak vücut bulması. Çok geniş bir dünyayı anlatarak başlayan eser, sayfalar ilerledikçe küçük bir dünyanın etrafında dönüyor. Eserde çok fazla yan karakter var. Bu kitabın başında olayları netleştirmeyi zorlaştırıyor, ama sayfalar ilerledikçe esas kahramanlar ve olay belirginleşiyor, okuyucu okumakta sıkıntı çekmiyor. Kutlu kitabın trajik yanlarını tatlı bir mizah dili ile buluşturarak okuyucuya ayrı bir ahenk sunuyor. Okuyucunun hissettiği naif duygular istismara uğramıyor.
Tüm karakterlerden ziyade Suna ve Ali’yi merkeze alarak ilerliyoruz. Suna hayata akademisyen olarak tutunmaya çalışan, bir yandan da manevi hayatını sorgulayan orta yaşta bir hanım kız. Akademi dışında hayatı kitaplarla çevrili. Her ne kadar şiir onun için başta gelse de Ahmet Hamdi Tanpınar ve özellikle Beş Şehir eserinin yeri başka. Ali için Suna’nın bir süreliğine yol arkadaşı diyebiliriz.
Ali’nin sayılabilecek o kadar çok özelliği var ki, ama işinde gücünde bir psikolog olmasına rağmen eğlenceye düşkün olduğunu bilmek burada yeterli. Karakterlerin yolları bir Ahmet Hamdi Tanpınar sempozyumunda kesişiyor. Ali Suna’yı Fransız aktris Isabella Adjani’e benzetiyor, vuruluyor ve yolculukları başlıyor. Ellerinde rehber olarak Beş Şehir var. Beş şehri gezmekten ziyade aslında iç sorgulamalarının verdiği hareket isteğiyle İstanbul’u adımlıyorlar, hem birbirlerini hem de şehri tanımaya çalışıyorlar, en çok da kendilerini.
Kutlu kitabın trajik yanlarını tatlı bir mizah dili ile buluşturarak okuyucuya ayrı bir ahenk sunuyor.
Bu kitabın merkezinde Tanpınar olduğunu düşündürüyor. Kitapta geçen tüm karakterlerin köklerinin geldiği yerler, gittikleri küçüklü büyüklü beldelerin bir haritası çıkarılsa belki beş şehir ile karşılaşabiliriz. Olamaz mı? Kutlu bu, olabilir. Ayrıca kitapta önemli bir yere sahip Tanpınar üzerinden bir sorgulama mevcut, ne mi sorgulanıyor? Para, hakikat, parti, sağ, sol bunların nerede durduğu ve nereye oturtulması gerektiği, Suna Hoca’nın Tanpınar üzerinden kafa yorduğu, sorguladığı diğer meseleler olarak gösteriliyor. Karakterlere geri dönersek, Kutlu karakterlerin hikâyesini anlatıyor; yazar, karakter ve okuyucu birlikte konuşuyor. Bu durum, parçaların bir araya getirilmesiyle bütünün oluşturulması olarak algılanabilir. Kutlu zaman zaman olayların akışına müdahale ediyor, dış ses olarak kendi fikirlerini aktarıyor. Bu yazarın hikâyeciliğinde ve diğer hikâyelerinde de gözlemlenebilir bir olgu.
Ali ve Suna’nın yanı sıra Nilgün ve Tarık, Elif ve Serdar’ın da ikili ilişkileri, daha doğrusu evlilikleri ve her bireyin kendi arayışları eserde ele alınıyor. Erkek karakterlerin ortak noktaları var. Geniş geniş onlara yer vermektense özetle; olduğun şeyden nasıl/neden vazgeçersin, olmadığın şeyi nasıl/neden kabul edersin, sorularının cevapları olduklarını söyleyebiliriz. Buna somut bir örnek olarak Nilgün ve Tarık’ın ilişkileri gösterilebilir. 2000’lerin az evvelinde Türkiye’de yaşanan siyasi olayların başlattığı gergin ortamda ikili tanışır. Başörtüsü olaylarının şiddeti artmış, buna rağmen Nilgün başını örtmüştür. “O bir mücahit idi, şahidi benim” dediği Tarık’la evlenmiştir. Ama Tarık sonraki süreçte eline geçen maddi imkânların içinde yüzerken, bir zamanlar savunduğu manevi değerlerin tam karşı kutbuna geçmiştir. Eserde, Ali ve Serdar gibi harcanmış kuşakları temsil eden bir karakter olarak yer almıştır.
Toplumsal gerçekçi bir yan olarak gösterilebilecek yukarıdaki paragrafı, eserde dikkatimizi çeken, önemli olduğunu düşündüğümüz bir hususla genişletmek mümkün. Cumhuriyet sonrasında ülke kabul etme-red etme, Doğu-Batı gibi ikilemlerle karşılaşmıştır. Türkiye’nin köklerini nerede aramak gerektiği, bunun için tutulan yol ne olmalı, bu yolun tutarlılığı eserin satır aralarında sorgulanmakta. Gözlemlediği olay ve olguları hikâye içerisine yerleştiren Kutlu’nun, hem bu ülkenin meselelerine kayıtsız olmadığını, hem de bizi anlatan hikâyelerle olayları kaleme aldığı söylenebilir. Kutlu’nun, İsmail Kara’nın Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak adlı eserinde vurgulanan kimi hususları da çalışmasının akışı içerisine yerleştirdiğini, kaçınılmaz olan değişimin sorgulanmasına değindiğini, eserin hikâye olması itibariyle daha yumuşak bir dille anlattığını da metinaltı okuması yaparak görmek mümkün.
Değişim yıkıcı mıdır yapıcı mı, eğer yıkım varsa yerine yenisini getirebiliyor muyuz gibi sorgulamalarla okuyucu, kendi iç muhasebesini yapmaya başlıyor. Hangi değişimin olması gerektiği haliyle sorgulanıyor. Türkiye’nin batılı anlamda bir sanayi toplumu olamadığını belirten Kutlu, eski hayat tarzını da kaybetmek üzere olduğunu söylüyor. Bu tür toplumsal sorunların üstesinden gelmenin neredeyse mümkün olmadığına değinen yazar, gelen her yeni kuşağın ne Doğu’yu ne de Batı’yı tam olarak bilmeden içlerine sürüklendiğine işaret ediyor. Bu yüzden eserin mesajlarının ve arayışlarının, arayışta olan karakterlerinin güncel olduğunu rahatlıkla söylebiliriz. Kutlu’nun kullandığı bazı ayrıntılar “Hayatı Tanımak” başlıklı köşe yazısını hatırlatıyor. Bir insanın yaşadığı ortamı ve çevreyi, tanımak ve tanıtmak konusunda ne kadar becerikli olması gerektiğini vurgular bu köşe yazısında yazar. Bir söz, nağme, ses, koku ve başka ayrıntılar insanı harekete geçiren unsurlardır.
Hikâyede de ağaçlara, çiçeklere, balıklara türlerine göre sesleniyor; çiçek diyerek geçmiyor, sardunya diyor mesela manolya diyor. Bu yüzden anlatımındaki manzara çok canlı oluyor, sahne çiçeğin rengine bürünüyor, olgu ve olaylar okuyucunun göz önünde film şeridi gibi geçiyor, ama renkli. Kutlu kâinata olan duyarlılığını bu şekilde göstermiş oluyor. Mezar ziyaretleri, eski kartpostallar, halı kaplı ot yastıklar, ishak kuşu, ıhlamur, yayık ayran, bulgur, yufka, pekmez, yörelere has yemişler, yeşillikler, Osmanlı şerbeti, mimoza, aşlama, kekik, hamur teknesi, kuşburnu kurusu, aluç, erişte. Bir zamanlar çok kıymetli şimdi nostalji, otantik (artık ne deniyorsa) olarak adlandırılan bu enstrümanları kullanarak yazar, duyarlılığının yelpazesini oldukça geniş tutabildiğini gösteriyor. Kutlu’nun karanlık, anlaşılmaz ifadeler kullanmadığını, toplumun derdiyle dertlendiğini, mutluluklarıyla sevindiğini hissediyor ve bu yüzden de toplumcu bir yazarın kurgu dünyasında olduğunuzu bir kez daha fark ediyorsunuz.
Bütün bunlar eserin içinde geçen nüvelerin okuyucuda hissettirebileceği şeyler. Karakterlere ne mi oluyor? Büyülü yolculukları nasıl mı devam ediyor, bitiyor? O kısmı okuyarak öğrenmenin daha güzel olacağını düşünüyoruz. Sonuç olarak bilinmesi gerekense bizim olan ve kaybedilmeye başlanan değerlerin yakasına bir şekilde yapışılabileceğidir. Belki uzaklarda olduğunu düşündüğümüz kimliğimiz bize çok yakındır ve ona dokunmak için kendi içimize göç etmek gerekmektedir. Daha büyük bir aşk ile geldiğimiz toprağa bağlanmalı, ayrı bir mana ile ona yaklaşılmalıdır. Kişinin mana dünyasını gözeterek, bizzat maddi ve manevi tecrübeleri yaşaması gerekmektedir. İnsan ne kadar sarsılırsa sarsılsın, belki Suna gibi yıkılmamanın yolunu bulabilir. Trajik denilebilecek bir sonla biten eserde bizce olmadığın şeyi terk etmek elveda, yıkılmamanın yolunu bulmak merhaba demektir.