Çiyil Kurtuluş'un Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı isimli kitabı geçtiğimiz Şubat ayında NotosKitap etiketiyle çıktı. Arthur Rimbaud'un "Gönlüne kulak ver/sonsuz ruhum sen/yalnız geceye ve/ateşli güne rağmen" mısralarıyla başlayan kitapta toplamda yirmi altı öykü okuyoruz. Eğer bu yirmi altı öyküye bir "anahtar kelimeler" zinciri çıkartmış olsaydık şu şekilde olurdu: Baba, anne, çocuk, aile, bahçe, yaz, deniz, vapur, kayık, rıhtım, karı-koca, akraba, uzak, yalnızlık, hüzün, kadın, adam, kadın, yine hüzün, yine yalnızlık, yine kadın... Anlatılan hikayelerin çoğu, hüzünlü ve yalnız kadınların hikayeleri aslında. Fakat bu cümleden tercih edilmiş bir "hüzünlü prenseslik" anlaşılmasın. Kaderi, hüzün ve yalnızlık olan kadınlar. Bu, bazı öykülerde kalabalığın ortasında kalmış bir yalnızlıkken bazılarında kocaman evde "tek başınalığın" vermiş olduğu bir yalnızlığa dönüşüyor. Bir öyküde anneyken diğer öyküde o annenin kızı, sonraki öyküde o annenin torunu... Tahtı yapılan fakat bir türlü bahtını bulamayan nesiller.
Yazarın gerçek hayatta da insanların düşündüğü fakat toplumsal ahlak kuralları gereğince dile getiremediği hususlara değindiğini görüyoruz. Huzuru, eşyaların yerli yerinde durmasına bağlı evliliklere şahit oluyoruz sonra. Uzakta yaşayan akrabalarını arıyor karakterler. Ölümler oluyor. Babalar son nefesini verdikten sonra gülümseyerek çocuklarına bakıyor. "Biz Bir Aileyiz" kitabın yaz mevsiminde geçen altı öyküsünden biri. Bir Amerikalı ile evlenerek yurt dışına taşınan İnci, kocası ve kızlarıyla tatil için Türkiye'ye geliyor. Uzun zaman sonra görüştüğü ablası, eniştesi, iki üvey bir öz olmak üzere üç kızı ve kocası Tom ile, iskeleye demirlemiş bir teknenin güvertesinde vakit geçiriyorlar. Sonrasında ablasıyla birlikte civarı gezmek için tekneden ayrılıyorlar: Hikâye burada başlıyor. Üvey kızlarının soğuk davranışları, kızı Selin'i yer yer dışlayışları, hiçbir şeyden memnun olmayışları İnci'yi hırçın ve sinirli bir kadına dönüştürüyor.
Öyle ki İnci, ablasının anlayışlı ve yumuşak tavrına karşılık çatışmacı bir üslup takınıyor. Tabii bu anlayış karşısında vicdanına kulak vererek ertesi gün sabah masaya bir tabak gül böreği koyarak ablasının gönlünü almak istiyor bir nevî. Gülten Dayıoğlu hikâyelerinin sıcaklığını taşıyan "BüyükBüyük" adlı öykü üç nesli içinde barındırıyor. Adeta "anne olunca anlarsın" sözünün öykü formuna bürünmüş hâli diyebiliriz. Kitapta bazı unsurlar var ki sık sık karşımıza çıkıyor. Bunlardan ilki deniz. Ya bir teknenin güvertesinde ya bir kayığın başköşesinde ya da denize bakan bir masada kendimizi bulabiliyoruz. İskeleye demirlemiş gemileri, bir türlü olduğu yerden kopamayan karakterlere benzetebiliriz. Mevsim olarak yazın seçilmesini de çocukluğa bir atıf olarak alırsak kitaptaki bütünlük bariz şekilde ortaya çıkıyor. Öykülerde mütemadiyen sofralar kuruluyor. Dost meclisi bir masanın etrafında toplanmış, gelecekten, geçmişten, ilişkilerinden konuşuyorlar.
Bir Yeşilçam esintisi de söz konusu fakat salt bir dram/trajediden ziyâde kırgınlıkların getirmiş olduğu hüzün havası var. Aile yine üzerinde durulan kavramlardan biri. Bazen iki kişilik bazen kalabalık ailelerin hayatlarıyla karşılaşıyoruz. Sosyal medyadan, eşten dosttan duyduğumuz, belki de bizzat yaşadığımız o ev içi problemlerin konuşulmayan taraflarını zekice bir ironiyle konuşuyor öykülerinde yazar. "Portakal" öyküsü bunlardan biri. Gözden kaçan ya da değer atfedilmeyen ayrıntıların gün yüzüne çıktığını söyleyebiliriz. Annelerin arka odada kendilerine yapacak bir iş bulması örneğin. Vakit geçirmek adına bir hobi değildir zannediyorum. Ev içi emeğin bütün yükünü sırtladıktan sonra kocasının istediği portakalı geç getirdiği için dayak yiyen kadınlar, konuşulmaya değer bir "ayrıntı"dan çok daha fazlasıdır, öyle değil mi? Üstelik annesinin yediği dayaklara, hor görülmesine dayanamayan bir çocuğun ağzından dinliyoruz olanları.
İşin bir de bu tarafı var: Çocuklar... Karakterleri kadın, erkek, çocuk, anne, baba, Büyük D, Küçük D gibi adlandırmayı tercih etmiş yazar. Özel isimler bir hayli az. Buradan da yine öykülerde kurduğu dünyanın aslında gerçekte de var olduğu ve geneli temsil ettiği düşüncesi çıkartılabilir. Yurt dışında yaşayan aile fertleri, akrabalar da yer yer karşımıza çıkıyor. Gurbet özlemi değil de gurbete gidenlere duyulan bir özlem var. Fakat bana kalırsa en büyüğü baba özlemi. Hemen hemen hepsinde bir baba figürü var. "Eşyalar ve Güller"de babasız bir karakter, "Kim Yalnız"da yaşlı babası kollarında ölen bir kadın, "Samet'i Kurtarmak"ta babasıyla yaşayan Samet, "Aşk Diye Bir Şey Var"da Orhan, "Dünyamın Işığı"nda babası uzaklara çalışmaya giden bir çocuğun boyundan büyük dertleri ve kitabın son öyküsü olan "Batma Be Güneş Batma"da babasızlığın verdiği o ağır yük sizin de omuzlarınıza biniyor. Çiyil Kurtuluş öyküsünü diğerlerinden bariz şekilde ayıran ve "güzel" kılan iki şey var.
Bunlardan ilki detaylar, diğeri ise kullandığı dil. Öncelikle yazar uzun ve detaylı tasvirlere başvurmayı tercih etmemiş. Bunun yerine kısa ve kesik cümleler hatta yalnızca bir iki kelime kullanarak tasvir kısmını okuyucunun muhayyilesine bırakmış: "Ağzımda tuzlu bir lokma. 'Nasıl buldun peyniri, sevdin mi?' Yüzüne bakıyorum. Yüzü ekmeğine bakıyor. Tereyağlı bıçak ekmeğin üstünde usulca gidip geliyor." kısmından karakterlerin kahvaltı sofrasında olduğunu anlayabiliyoruz. Yani yazar leb diyor, biz leblebicideki bütün kuruyemişleri anlıyoruz. Dildeki samimiyetin vermiş olduğu bir çarpıcılık karşılıyor öncelikle. Kelimelere ve cümlelere hükmeden bir yazar görüyoruz. Yalın fakat yalınkat değil. Hiç zorlanmadan, tek oturuşta bütün kitabı yazdığını düşünebilirsiniz. Dilin matematiği ve kullandığı teknikler itibariyle de kurgunun ritmini tek ayarda tutmayı başarmış. Fakat burada bahsettiğim sıkıcı ve monoton bir hız değil.
Diyalogların olağan şekilde yerleştirilmiş olması da yine okuyucuyu gerçekliğin içine çekiyor tabiri caizse. Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı gerek değindiği meseleler gerek ustaca kullanılan dili dolayısıyla öykü dünyasına oldukça güzel bir katkı olmuş diyebiliriz.