Diş ağrısı reloaded

Mezardan tek seferde çıkan yarı çıplak Ramiz, kasabaya doğru giderken dişim ağrıyor, dedi yalnızca.
Mezardan tek seferde çıkan yarı çıplak Ramiz, kasabaya doğru giderken dişim ağrıyor, dedi yalnızca.

Gece kar yüzüne dokunmaya başlayınca Ali içinde biriktirdiği bütün sıkıntılardan kurtulmuştu. Üşümüyordu aksine içi ısınmıştı. Donmuş toprağa dokunup elini yüzüne götürdü. Yirmi yıldır yüzündeki yara sızlar dururdu. Anında kesildi. Ne açlık kalmıştı aklında ne de başka bir şey. Kendini bu kadar huzurlu hissetmeyeli yıllar olmuştu. Huzursuzluk Ali'nin hayatının müziğiydi. Bu müzik de son bulmuştu.

Ali'nin gözleri biraz uykusuzluktan biraz da alkolden ölü balık gibi bakıyordu. Gençlik kulübünün yırtık tentesinin altında gelip geçeni süzüyor, gözüne kestirdiğinden bir lira istiyordu. Ayazdı. Üzerinde hafif tozlu, mavisi solmuş bir gömlek, altında giyilmekten incelmiş, diz kısmı lime lime olmuş bir pantolon, çorapsız ayağında ise kara lastik vardı. Aşık kemiği zayıflıktan dışarı fırlamıştı ve aşık kemiğinin kara lastiğe sürten kısmı nasır tutmuştu. Soğuk hava elini yüzünü kıpkırmızı yapmış olsa da üşümüyor gibi görünüyordu. Sırtı kamburlaşmıştı. Azcık güçlü biri avkalasa pimi çekilmiş oyuncak bebek gibi dağılırdı oracıkta. Yüzünün yaralı tarafına bakılmazsa onda tartışılmaz bir güzelliğin izleri görülebilirdi. Bu onun yirmi yıl önceki halini görenler için geçerliydi. Şimdilerde birçok insan Ali'nin geçmiş günlerini hatırlamıyor. Bir kısmı ise Ali'yi artık görmüyor bile. Dıraj Ali'nin (Yüzündeki yaradan ötürü uzun zamandır onu bu şekilde çağırıyorlar.) bu hale düşmesinde Ezgi'nin bir payı yoktu oysa Ali'yi tanıyanların büyük bir bölümü onu suçlardı.

Ezgi'ye yüklenenler bir tesadüfün peşine takılıp aşk hikâyeleri uyduruyordu aslında. Anneleri öldükten sonra doğru düzgün onunla ilgilenmeyen abisi Murat'a göre ise askerlikten kaçmak için yapmıştı bunu. Ali'nin bu hale gelmesinde bilinmeyen bir şeyler var, dese de bazıları Ali, kendi ifadesiyle, dişi ağrıdığı için sıkmıştı tüfeği ağzının içine. Yirmi yıldır sabahları Ramiz'in dükkânının önünde otururdu. Ramiz güvercinlere yem atarken Ali'ye de ekmek arası peynir ve bir bardak çay verirdi. Bu durum Ramiz'in safra kesesi ameliyatı olduğu bir haftalık zaman haricinde hiç değişmedi. Ali'nin yaşamında bunun dışında değişmeyen birkaç başka şey daha vardı. Ramiz'in dükkânının önünde boşuna oturmazdı; sabah ekmeğini alanlar para üstünden birkaç lirayı da ona verirlerdi. Bir şarap parasını yarım saati geçmeden toplardı. İkinci durağı Rahmi'nin tekel bayii olurdu. Bir kulplu şarapla başlardı güne; yanında da taştan hallice beyaz leblebi.

Öğlen gibi şarabı bitirdiğinde hareketleri iyice yavaşlamış, gözleri baygınlaşmış olurdu. Rahmi her öğlen bir kâse sıcak çorba verirdi Ali'ye. Çorba kendine getirirdi onu. Ardından Rahmi'nin tekel bayisinin arka tarafındaki küçük odaya girer biraz uyurdu. Rahmi; bir kış günü sokak ortasında sızmış gördüm Ali'yi. İçim ezildi. O gün arkadaki boşluğu bir odaya çevirip bir yatak bir de battaniye koydurdum; gelir öğlenleri burada uyur garibim, diyordu. Uyanıp usulca çıkardı tekelden. Doğru gençlik kulübüne... Ali bir tarafı yaralı yüzüyle içeri girer girmez kahveci Koço, pamuk eller cebe Ali'nin saati geldi deyip herkesten birer ikişer toplardı. Yeniden Rahmi'nin tekel bayisine gider, bir bira bir de şarap alır; ikisini karıştırıp içerdi. Akşama doğru çekilirdi sokaktan. Abisinin evinin altında ahırdan bozma ışıksız odada uyurdu. Rahmi bu çocuk uyumak için içiyor; korkuyor yahu bu karanlıktan; kafası güzel olmasın uyuyamaz korkudan derdi. Hava karardıktan sonra kimse göremezdi Dıraj Ali'yi. Yalnızca o gece gördüler.

Ali'yi Ezgi'ye yakıştırmalarının da bir sebebi vardı elbet. Henüz alkole dadanmadan ve meydan lokantasında aşçı olarak çalışıyorken Ezgi de orada birkaç ay garsonluk yaptı. Kasabada bir iki kez Ali'yle Ezgi'yi gün sonunda beraber yürürken görenler, Ali de yaktı bu kıza abayı ama işi zor, bu kız kelebek gibi pırpır eder, etrafında dönüp çeker gider dediler. Gençlik kulübünde Nejat, Harun bu kız yüzünden kafayı sıyıracaktı, karısını dahi boşadı da kız sırtını dönüp çekti gitti, Harun el elde baş başta kalakaldı, dedi. Ali'nin böyle bir derdi yoktu; bir iki kez ona laf söyleyecek olanlara da saçma sapan konuşmayın, anam bacım olsun evine kadar bırakıyorum akşamları; olanın hepsi bu, ordan burdan laf uydurmayın diyordu. İnanmış gibi görünseler de inanan pek yoktu. Aklıselim biriydi Ali, yaşının üzerinde düşünürdü her zaman. Yakışıklı, uzun boyluydu, her daim güzel bakardı.

Ezgi uzun yürüyüşlerinde ona hiç meyil vermedi; aksine ona Mandıracı Halil'in oğlunu anlattı iki ay boyunca. Ezgi'yle evlenmek istiyordu Sezai. Ne yapsam Ali, dedi bir akşam, kabul edecek gibiyim, çok zenginler ayrıca çocuk çok yakışıklı. Ali biraz buruldu, ne olursa olsun alışmıştı Ezgi'ye ama bir aşk değildi bu. Sanırım hoşuna gidiyordu onunla vakit geçirmek. Bu durumu hiç belli etmedi ona. Bence evlen, Sezai için kötü söz söyleyeni duymadım hiç; bildiğim kadarıyla temiz çocuktur. Biraz kadersizliği oldu; evlenip ayrılmasını takma kafana. Bu herkesin başına gelir dedi. Birkaç gün sonra Ezgi kararını vermişti, evlenecekti Sezai ile. İşi de bıraktı hemen. Ali eve tek başına dönüyordu artık. Olan bitenin hepsi bu kadardı. Gerisi abartıydı. Ezgi'nin düğün gecesi Ali tek kırma tüfeği ağzına sokup çekti tetiği. Bütün kasaba bunu konuştu, işte olacağı buydu. Yaktı oğlanı cayır cayır dediler. Oysa Ali niye diye soranlara dişim çok ağrıyordu dedi yalnızca. Gerçekten neden yaptığını bilemedi kimse. İntihar etmek istemediği ortadaydı. Eğer öyle olsaydı tüfeğin ucunu yanağına dayamazdı. Başka bir şey yapmaya çalıştığı belliydi ancak bir gerçek de vardı ki diş ağrısından bunu kimse yapmazdı.

Ezgi ile olan yakınlığını çokça dillendirdiler; çok âşık sınıfına sokuldu Ali hemen. Bu tip hikâyelerin alıcısı çok olduğundan hemen yazıldı senaryolar da... Belki Ali o günlerde aylarca konuşmamayı tercih etmeseydi Ezgi'nin adı temize çıkabilirdi. Fakat Ali ara sıra kendi kendine dişim ağrıyordu demekten başka bir şey söylemedi. Aylar sonra ilk kurduğu cümle de tekelci Rahmi'nin dükkânına gidip dişim ağrıyor bir şarap versene olmuştu. Neden içiyorsun diye soranlara dişim çok ağrıyor diyordu. Yaptığı her şeyin müsebbibi diş ağrısıydı. İlk zamanlar bütün kasaba Ali'nin haline açıştı. Sağ yanağında dikiş iziyle karışık büyük bir yanık izi vardı. Bu izi görenler, ne yakışıklı çocuktu, bir bakan yüzünü dönüp bir kez daha bakardı, bir Yusuf'tu sanki diyordu. Sonrasındaki hali korku filmi sapıklarını andırıyordu. Alkole de o günlerde başladı işte. Artık dünyayla hiçbir bağı yoktu, bir zamanların aklı başında, yakışıklı, eli para tutan aşçı Ali'si bir anda yüzündeki yaradan ötürü Dıraj Ali oluvermişti.

Kasabada kimseye sataşmaz kimseyle didişmezdi. Kimsenin malını çalmaz, kimseye yalan söylemezdi. Kasabalıya göre bir kusuru varsa o da ulu orta içki içmesiydi. Bunu da kasabalı artık hoşgörüyle karşılıyordu. Zafer Camii'nin imamı Nedret hoca onu alkolden uzaklaştırmak için epey uğraştı. Başaramadı. Her seferinde Ali, dişim ağrıyor imam efendi deyip ipleri gevşetti. Psikiyatri kliniklerine, psikologlara, nefesi kuvvetli hocalara bile götürdü Nedret hoca Ali'yi. Ne yaptıysa onun bu diş ağrısını geçiremedi. En sonunda Nedret hoca da vazgeçti. Ali'den rahatsız olan tek kişi dört yıl evvel kasabadan ayrılan kaymakamdı. Kaymakam şoförü Mehmet ne kadar anlatsa da kaymakam anlamamış, bu berduşa sokakta içilmeyeceğini öğreteceğim demiş ve bir polis ekibini Ali'yi takip etmek üzere görevlendirmişti.

İlk zamanlar sokak sokak Ali'yi aramaya başladı polisler, nerde tutsalar attılar nezarete, kaç kez girdi çıktı Ali oralara da bana mısın demedi. Kaymakam, niye ulan sokakta içiyorsun, git bir dere boyuna diye kızıp iki üç tokat attığında bile verdiği cevap aynıymış; dişim ağrıyor. En sonunda Ramiz'in ön ayak olmasıyla kaymakamla görüşmek için küçük bir heyet toplandı. Heyetin içinde Müftü İhsan Efendi bile vardı. İhsan Efendi'ye kaymakam; sen de mi diye sorunca, meczuptur kaymakam bey, aklı yerinde olmayanın sorumluluğu da olmaz demişti. Kaymakam diğerleri neyse de Müftü Efendi, sen de geldiysen, öyle olsun bakalım deyip Ali'yi rahat bırakmıştı. Gençlik kulübünün önünde o gün pek para toplayamadı Ali. Havadaki ayazdan olacak kimse yoktu ortalıkta. İçeceği kadar içmişti. Çok nadir de olsa bazı günler üçüncü şarabı da içerdi. O gün bunlardan biriydi ama akşamüstü soğukta kimseler yoktu sokakta işte. Uykusu da gelmişti artık. Ahırdan bozma karanlık odasına doğru yollandı.

Gece Dıraj'ı görünce Rahmi şaşırdı. Hayırdır Dıraj sen geceleri çıkmazdın ya, diye sordu. Dişim çok ağrıyor, dedi Dıraj. Yirmi yıldır bitmedi bu ağrı be, ağzına tüfekle sıktın yine bitmedi, neymiş bu diş ağrısı sendeki... Dalga geçen bir ses tonuyla devam etti Rahmi, şarap mı istiyorsun; üstelik paran da yok. Neyse bu benden olsun; böyle gece gece çıktığına göre vardır senin bir derdin, dedi ve şarapla birlikte bir paket beyaz leblebiyi de Dıraj Ali'ye verdi. Dıraj kafasını eğip poşeti alarak çıktı dışarı. Çamlığa doğru yürüdü. Rahmi yanındaki Ahmet'e dönüp; bu çocuk neydi ne oldu, ailesi de sahip çıkmadı kendine sıktığı günden sonra. Neymiş efendim askere gitmemek için yapmış; ulan görülmüş işitilmiş şey mi Allah aşkına. Diş ağrısı değil dünya ağrısı var bu çocukta. Yazık oldu hem de çok yazık, dedi. Ertesi sabah Dıraj Ali, Ramiz'in dükkânına gelmedi. Ramiz ilkin farkında olmadı bu durumun. Uzun Necati'nin Hasan ekmek parasının üstünü Ali'ye veririm deyince ikisi aynı anda farkına vardı yokluğunun.

Ramiz, hayret doğrusu, niye gelmedi ki diye mırıldandı. Sonra Hasan'a dönüp sen parayı bırak şuraya birazdan gelir o, dedi. Ramiz öğlene kadar bir yandan gelen müşterilerle ilgilendi bir yandan da Ali'yi gözledi. Fakat Ali gelmedi. Öğlen ezanı okunurken Ramiz dükkânı kapatıp gençlik kulübüne gitti. İyiden iyiye meraklanmıştı. Gençlik kulübünde Koço, Ali bugün buraya hiç uğramadı; sabah şarap parasını kopardıysa birinden doğruca Rahmi'ye gitmiş de olabilir dedi. Ramiz bu sefer Rahmi'nin bayisine gitti. Gece geldi, dişi çok ağrıyormuş bir büyük şarapla leblebi verdim, çamlığa doğru gitti, akşamdan kalmadır şimdi, uyanamamıştır dedi Rahmi. Ramiz dükkâna döndü. Dıraj Ali o gün hiç uğramadı, ertesi günse akşamüzeri Koço geldi. Ramiz abi duydun mu senin Ali ne yapmış dedi. Kız Mezarlığı'na bir mezar kazmış dün. Girmiş içine çıkmıyormuş hiç. İki gündür millet Ali'yi izlemeye gidiyor; biz de gidelim, kapat şurayı da dedi.

Ramiz, hay Allah ne yapıyor bu çocuk yahu, diye söylene söylene kilitledi kapıyı. Ramiz, Ali'nin hiçbir şeyi değildi. Ne akrabalık, ne aile dostluğu vardı aralarında ne de Ali kendine sıkmadan evvel onunla tanışıklığı... Yirmi yıl evvel Ali'nin başına bu iş geldiğinde onu hiç tanımamasına rağmen yüzü yaralı bu genci dükkânın önünden geçerken çağırmış, ona bir bardak çay ve ekmek arası peynir vermişti. Ali'ye niye yaptın diye sormayan tek insandı. Eşi Nilgün evliliklerinin ikinci yılında kötü hastalıktan ölünce bir daha evlenmeyi düşünmemişti. Ali'ye açılırdı bazı bazı; bilirim Ali diş ağrısını ben de, Nilgün'ün rahmetli olduğu ilk zamanlarda gece oldu mu başlardı; ağzımın içi değil de kafam zonklardı. Günlerce devam etti. Ben duaya sarıldım. Uzun yürüyüşlere çıktım. Ormana. Dağlara. Bir gece baktım ki ne ağrı kalmış ne başka bir şey. Ramiz artık ellisini aşmış, kendisine kostak lakabını verenleri haklı çıkarırcasına güzel, derli toplu giyinen, yaşına rağmen hala yakışıklı kalmış bir adamdı.

Ali'ye böylesine sahip çıkıp onu her şeye rağmen koruyup kollamasaydı Ali'nin hali haraptı. Bir iki kez yeni yetme gençler Ali'yi dövüp elinden şarabını almışlardı da Ramiz görünüverince bunlara gidip Ali'nin elini öpmüşler, bir şişe de şarap almışlardı ona. Kasabada herkes bilirdi bunu ve Ali'ye ona göre davranırdı. Mezarlığa varınca Ramiz gördüğü duruma sinirlendi. Ali mezarın dibine uzanmış yatıyordu. Tepesine de bir sürü adam tünemiş ona bir şeyler söyleyip dalga geçiyorlardı. Kimisi fıstık leblebi atıyordu kimisi küçük taşlar... Bir kısmı üzerine şarap döküp gülüyordu. Dayanamaz şaraba, şimdi kalkar o dedi bir tanesi. Kahkahalar mezarlığı kaplıyordu. Fakat Ali oralı bile olmuyordu. Ramiz'i görünce sesler tırp diye kesildi. Ramiz ağız dolusu bir küfür savurdu ve onları oradan kovdu. Kalabalık koşa koşa çıktı mezarlıktan.

Koço ve Ramiz, Ali'yi bir müddet izledi. Yüzünde bir gülümseme vardı Ali'nin. Rahattı. Bakışları eskisi gibi donuk değildi. Bir şeyler değişmişti belli ki. Ramiz hayırdır Ali dedi, elini de soru sorar gibi sallayarak. Dişim ağrıyor dışında bir cevap beklemiyordu ondan ancak Ali anlatmaya başladı. Rüyamda Behlül diye birini gördüm iki gün evvel. Uzun sakallı, sarıklı biriydi. Ağır ağır konuşuyordu. Yüzünde aydınlık bir ifade vardı. Ali Baba ve Kırk Haramiler filmindeki adamlara benziyordu. Yani çok eski zamanlardan bir adamdı. Bana Kız Mezarlığı'na git ve en eski mezarı bul; bulunca hemen yanına göbek deliğine denk gelecek şekilde bir mezar kaz, içine yat ve oradan hiç çıkma, dedi. Rüyadan sonra gece uyandım. Behlül'ün bana neden mezar kaz ve içine gir dediğini anlamadığım gibi ona niye diye de sorma fırsatım olmadı. Hem korktum hem de geri uyuyamadım, dişim zonkluyordu. Rahmi'ye gidip bir şarap aldım. Sabaha karşı sızmışım. Rüyamda yine gördüm onu. Bu sefer niye diye sordum. Mezara uzandığında dişinin ağrısı geçecek dedi. İnandım. Sabah erkenden gelip buldum Elifçe'nin mezarını.

Rahmetli anam anlattıydı; Kız Mezarlığı'na ilk o gömülmüş, gencecikmiş Elifçe; üstelik çok da güzelmiş. Bunun için önce Elifçe'nin Mezarlığı demişler buraya zamanla adını hatırlayamayanlar Kız Mezarlığı deyivermiş. Kazdım. Sonra da girip yattım içine. Buraya uzanır uzanmaz dişimin ağrısı kesildi. Kelimeler de dilime dolanmaz oldu. Kafamı dışarı uzatınca yeniden başlıyor sancı. Ben yerimi buldum. Daha da çıkmam buradan, dedi. Böyle akıllı uslu konuştuğunu görünce hem Koço hem de Ramiz çok şaşırdı. Yine de onu çıkmaya ikna etmek için uğraştılar. Ramiz; oğlum Ali, belli bir şeyler olmuş sana ancak bunun adı iyi olmak değil ölmeye yatmak, bu ayazda bu geceyi çıkaramaz ölürsün yavrum, kar da yağacağa benzer dedi. Ali çoktan gözlerini kapatmıştı, kimseyi duymuyordu bile. Ramiz konuşmaya devam ediyordu; akıllanmış bu abi, üşürse çıkar buradan deyince Koço, ikna oldu. Onu orada bırakıp kasabaya döndüler.

Gece ayazla birlikte kar da başladı. Az yağdı ama soğuğu kuvvetliydi. Sabah Koço gençlik kulübünü açmadan Ramiz'in yanına geldi. Uyuyamamıştı. Ali'nin gelmediğini görünce telaşlandı. Ramiz de Koço'dan farksızdı. Ulan Koço yanlış mı yaptık yoksa diye telaşlı telaşlı sordu. Koço gidip baksak mı şuna, dedi. Ramiz; korkuyorum hem de çok korkuyorum, kaldıysa mezarlıkta sabahı görmemiştir ama gidip bakmaktan başka da çare yok dedi.

Gece kar yüzüne dokunmaya başlayınca Ali içinde biriktirdiği bütün sıkıntılardan kurtulmuştu. Üşümüyordu aksine içi ısınmıştı. Donmuş toprağa dokunup elini yüzüne götürdü. Yirmi yıldır yüzündeki yara sızlar dururdu. Anında kesildi. Ne açlık kalmıştı aklında ne de başka bir şey. Kendini bu kadar huzurlu hissetmeyeli yıllar olmuştu. Huzursuzluk Ali'nin hayatının müziğiydi. Bu müzik de son bulmuştu. Yüzünde, üzerinde günün yorgunluğuyla lokantadan eve doğru yürüdüğü akşamüstlerinin mutluluğu vardı. Mezarın başına vardıklarında Ali'nin kımıldamadığını gördüler. Ramiz hemen mezara girip soyunmaya başladı, bir yandan da Ali'nin üzerini kapatan karları açıyordu. Ali'yi soyarken bütün vücudunun buz gibi olduğunu fark etse de bir umuttu işte. Ölme ne olur, ölme sakın ulan diye Ali'ye yalvarıyordu. Koço mezarın içinde onun nafile çırpınışlarını görünce bıyıklarını titrete titrete ağlamaya başladı. Ramiz soyduğu Ali'ye sarıldı; şimdi ısınırsın dedi. Şimdi iyi olacaksın. Olmuyordu. Isınmıyordu Ali. İçinden soluğu çıkıp gitmişti çoktan. Nefesiyle ısıtmaya çalıştı. Olmadı. Yarım saat Ramiz onu döndürmek için uğraştı, yarım saat Koço ağladı. Ali çoktan ölmüştü.

Derin bir nefes alan Koço mezara inip Ramiz'i sarstı; abi yapma artık, çocuk emaneti teslim etmiş, kendine gel dedi. Doğruldu Ramiz. Hiçbir şey işitmiyor, hiçbir şey görmüyordu. Ellerini mezarın içinde dua eder gibi açarken mezarın ayakucuna çökmüş Koço merakla onu izlemeye başladı.

"Ey geceyi ve kahverengi bir düzeni taşıyan ellerim! Yüzümün uğultusuyla şaşırtın beni. O karanlık ormanı yangına vurun. Çünkü ben de kaçarken ardımda kalanları yakıyorum. Ama iyi biliyorum yıldızları, ama yıldızların tanrıların da üstünde parladıklarını, anılacak günlerimin gitgide yokolduğunu biliyorum. Kargaşa. Ve kolayca yıkılan inançlarım benim, benim en sağlam, en dağınık ellerim. Sabahı nasıl tetikte bekliyorum. Şafakla damar damara seviştiğini görmek için bilgeliğin. Ve onarıyorum nasıl hızla kendi gücümü. Nasıl bir soylu boşluğa çılgınca kanayorum. Ey yangınlar artığı! Her yangından arta kalan bir şey, her yangından arta kalan gerçek şey çoğalt beni."

Koço toparlanıp mezarın başından Ramiz abi iyi misin, diye sordu. Mezardan tek seferde çıkan yarı çıplak Ramiz, kasabaya doğru giderken dişim ağrıyor, dedi yalnızca.