Dinginlik taşra ve totem başlarken
Hüseyin Su'nun Kırklar Cemi kitabındaki öykülerini okurken sık sık kurmaca ve gerçeklik arasında bocaladım. Her defasında da yazdıklarının "dilsel bir yapılanış" yani bir el tarafından yaratıldığını hatırlattım kendime. Çünkü kitaptaki öyküler beni alıp suni olmayan bir atmosferin içine taşıyor gibiydi.
"Bir kitap, İyi bir kitap bizi dünyaya götürür. Yani başkalarına. Sonra da istesek de istemesek de kendi kendimize. Tabii işimize gelirse." Bu ifadeler her daim sözüne itibar edip takip ettiğim Ferit Edgü'ye ait. Elbette bir kitabın bizi taşıdığı bu dünya ya da başkaları, bir el(yazara ait) tarafından yaratılmış suni bir dünyadır. Daha açık bir ifadeyle fabrikasyon bir söylemdir. Peki, kitabın bizi getirdiği bu dünya tam manasıyla gerçek olmalı mıdır? Yani iyi bir kitap gerçeğe tutulmuş bir ayna olmak zorunda mıdır? Üzerinde fazlaca düşünülmüş, tartışılmış bir soru olsa da hala önemini yitirmemiştir; çünkü bunun çeşitli tarafları vardır ve bu tartışma yani kurmaca ve gerçeklik arasındaki toprak kayması kurmaca edebiyatın bam teli de olabilir. Şu, su götürmez bir gerçektir; bizim içinde yaşadığımız dünya kurmaca dünya için bir dolgu malzemesi işlevi görür. Fakat bununla birlikte şunu da biliriz ki kurmaca dünyada ya da başka bir ifadeyle kitabi hayatın içinde tesadüfiliğe de yer yoktur; bir adım sonrası önceden kararlaştırılmıştır.
Bu sebeple de gerçek hayatla da arasında büyük bir fark vardır. Ortada her daim bir nedensellik vardır. Yani Çehov'un ifadesiyle "Eğer oyunun birinci sahnesinde duvarda asılı bir silah varsa, o silah sonraki sahnelerde mutlaka patlar." Hüseyin Su'nun Kırklar Cemi kitabındaki öykülerini okurken sık sık kurmaca ve gerçeklik arasında bocaladım. Her defasında da yazdıklarının "dilsel bir yapılanış" yani bir el tarafından yaratıldığını hatırlattım kendime. Çünkü kitaptaki öyküler beni alıp suni olmayan bir atmosferin içine taşıyor gibiydi; bunda benim de taşrada doğup büyümemin bir etkisi olabilir elbette fakat ortada bir sınır ihlali (olumsuz anlamda değil) olduğu da açık; okur olarak ben kâh bu taraftaydım kâh öbür tarafta... Öyle ki bu okuduğum öyküler, özellikle kitabın ilk öyküsü, Hüseyin Su'nun çocukluk anılarından parçalarmış izlenimi yarattı bende. Fakat Ferit Edgü'nün bahsettiği başka dünyalarda duraklayıp kendime de ulaşmadım değil.
Dinginlik
Kurmaca olduğu söylenen bir eseri neden anı parçalarına yakın bulduğumu da okurken sık sık düşündüm. Bana kalırsa bunun iki nedeni vardı; birincisi, öykülerde kendini öne çıkaran bir entrik yapının belirgin olmaması; ikincisiyse yazarın dingin üslubu. Kurmaca anlatılar birleştirme prensibi gereği iki esas üzerinde yoğunlaştırılan ürünlerdir: Zamana ait dizileme (hikâye) Sebep-sonuç (entrik, olay örgüsü)1 Yavuz Demir'in ifadesiyle birinci prensip hayatın kendisinde de vardır. Bu yaşamla da örtüşen gerçekliktir. Entrik yapı ise sebep-sonuçtur. Hikâye, kurmaca anlatı için gereklidir; fakat esas unsur olarak görülmez. Öyküye ulaşmak için yapılan zamansal dizileme "bundan sonra", "bunun için", "bu sebepten" gibi ifadelerle elde edilir. "Kral öldü ve sonra kraliçe öldü." Bir hikâye; "Kral öldü ve sonra onun acısına dayanamayan kraliçe de öldü." ise bir entriktir.2
Entrik yapıyı örten bana kalırsa bir diğer etmen de bir novella boyutunda olan "Zikir Pınarında Kalbimizi Yuduk" öyküsünün dingin akan bir nehir gibi olmasıydı; öyle ki ben bu öyküyü hem içinde bulunan nehir imgesinden kaynaklı olarak hem de uzunluğundan ötürü "nehir öykü" olarak adlandırdım. Ayrıca dinginlik Hüseyin Su'nun diğer öykülerinde de kolayca fark edilen bir özellik. Hüseyin Su, Kırklar Cemi'nde yalnızca hikâyelerin anlatıcısı olarak değil bize sunduğu karakterlerin mizacıyla da öykülerinde kırıp dökmeden, taşıp coşmadan dingin ama derin bir nehir gibi akıyor. Bununla birlikte "Kırklar Cemi" öyküsünde öne çıkardığı Bilal Efendi ve Abdullah Efendi karakterlerinin sakin mizacı, usulca anlatan, büyüklenmeyen, kibirden eser olmayan hallerinin Hüseyin Su öykücülüğüyle de bağdaştığını söyleyebiliriz. Kırklar Cemi'nde yer alan öykülerdeki karakterlerin bir başka ortak noktası ise onlarda var olan ‘bilgelik'tir.
"Zikir Pınarında Kalbimizi Yuduk" öyküsündeki "amca" hariç diğer kişileri, Bilal Efendi'nin büyüklerimiz diye adlandırdığı önemli zatlardan aktardıkları sayesinde belirli bir birikime ulaşır. Bizim kendi dünyamızda yokluk diye adlandırabileceğimiz şeye bu kasabada yaşayanlar değer vermez. Eşya ile aralarında gözle görülen bir uzaklık vardır. Fazlasında yoktur gözleri; kibirli değildirler. Öyle ki bu öyküdeki karakterler ölüm için dahi terbiye edilirler. Büyük olasılıkla bu ölüm terbiyesi onları eşyadan ya da daha açık bir tabirle dünya malına tamah etmekten uzaklaştırır. "...dünya sofrasında her şey bir başka insanın artığından ibaretti, başını kaldırsan ve gözlerini açıp dikkatle baksan hepsinin de ısırılıp atıldığını ve öylece bırakıldığını, üzerlerinde sayısız diş izlerinin olduğunu görebilecektin, bunu anlayabilmesi için de her müridin kendisini gassal elinde bir meyyit olarak bilmesi ve şimdi ölümü tefekkür etmesi yani ölüm alıştırması yapması gerekirdi..."3
Hüseyin Su karakterleri didişmiyor, seslerini yükseltmiyor ve bu hâl onların ârif kişiler olduğunu gösteriyor. İlk öyküsünde öne çıkan Bilal Efendi, yaşadığımız dönemin olumlu anlamda çok uzağında bir kişilik; öyle ki bir telefona yanıt veremeyecek, bir otomobilin anahtarını çevirip hareket ettiremeyecek kadar hayat acemisi. Karakterlerinin bu acemi tavrı öykülerindeki dinginliği sağlayan önemli unsurlardan biri olur. "Işık Selinde Bir Billur" öyküsündeki hem Abdullah Efendi hem de diğer yedi kişi de etraflarında bulunan çeldiricilere rağmen aynı acemiliği kuşanmışlardır. Ayrıca metinleri de kahramanları gibi didişmez; bir iç sese sahiptir ama bu iç ses bir büyük şehrin sokaklarından taşan gürültü değildir ya da fabrikadaki gürültülü bir makineden çıkmaz; aynı zamanda bir AVM gürültüsü de değildir. Bu yüzden de betondan ve yapay olana ya da çarkların/düzenin sesine uzaktır. Onun öykülerinin iç sesi bir ney taksimidir. Bu iç sesi sağlayan bir başka unsur ise metin içerisinde yapılan ve ilk etapta pek fark edilmese de kelime tekrarları olur. Bu tekrarlar öykülere sürekli bir ritim sağlar.
Taşra versus Modern
Taşra denildiği vakit insanın aklına ilkin mekân gelir fakat taşra yalnızca mekândan ibaret değildir. Taşra insanın algısıyla da doğrudan ilintilidir. Gaston Bachelard mekân ve insan ilişkisinin tek taraflı olmadığını belirtir; bir taraftan insan mekânın içinde yaşarken diğer taraftan mekânı da içinde yaşatır.4 Merkezin dışında kalandır taşra ve bununla birlikte merkez yalnızca fiziksel bir kavram değildir. Merkez, içinde baskın olan kültür ve yaşam biçimini barındırır. Her ne kadar baskın olsa da merkeze ait kültür ve yaşam biçimiyse yozlaşmaya daha yakın ve korunaksızdır. Çünkü merkez farklı kültürlerin aktığı bir metropoldür aynı zamanda. Oysa taşra korunaklıdır ve muhafaza eder. Taşralı, muhafaza ederek ve muhafaza etmenin devredilmesi gereken bir hayat nizamı olduğuna inanarak yaşar. O tekrar edilemeyecek kadar hızlı değişen bir hayatı tanıyamaz, anlayamaz.5
Kırklar Cemi okuruna, merkezi karşısına alarak taşradan seslenir. İkinci öykü "Işık Selinde Billur Parıltısı" her ne kadar İstanbul'da geçen bir öykü olsa da karakterler Bachelard'ın da ifade ettiği gibi taşrayı içlerinde yaşatırlar. Taşrada sadece taşralılar muhafaza etmez; hikâyelerin taşra özlemi içinde olan anlatıcıları; büyük şehirlerin değişimlerini ideolojik veya insani olarak doğru bulmayan hikâye kişileri de ya taşraya gelerek ya da zihinlerinde taşralı bir dünya kurarak "muhafaza" ederler.6 Nitekim bu öyküde İstanbul telaşını, tüketim kültürünün kötü görüntüsünü bize aktaran anlatıcı "çünkü bütün yollar bankaların içinden geçmiyor muydu zaten"7 diye sorarak merkezin maneviyattan uzaklaşarak nasıl da yozlaştığını vurgular. Anlatıcı bu öyküde, Abdullah Efendi'nin rehberliğinde yaptıkları gerçeküstü tren yolculuğuyla merkezin kirinden kurtulup uzağa, taşranın aydınlık dünyasına varıyor ve huzura eriyor.
"Zikir Pınarında Kalbimizi Yuduk" öyküsünde ise anlatıcı bize içinde yaşattığı çocukluk yıllarının taşrasını anlatıyor; bunu uzun öykünün küçük bir bölümünden anlıyoruz. Çocukluğunu ardında bırakıp geçmişi hatırlayan anlatıcı bize şöyle diyor "ne zaman dilim paslansa, gözlerim kamaşsa, aklım karışsa ve yolum çatallansa işte o zaman hemen o fotoğrafı hatırlarım ve çıkartıp tozunu alır bakarım o günlerden kalan ve sürekli insanların hayatına nüfuz eden sükûnete kavuşabilmek için"8 Modernizm tercihlerdir. Anlatıcı yolları çatallanan bahçe ibaresini kullanınca elbette aklımıza tercih ve o tercihin doğurduğu bir başka tercihler silsilesi geliyor. Anlatıcı bu tercihlerden kaçabilmek adına Nurdan Gürbilek'in çocukluğun kendisi bir taşradır diye belirttiği masum döneme atıyor zihnini.9 Yani taşra çocukluktur ve uzaktır o günler. Çünkü çocukluk, taşra gibi uzaktadır ve hep yanıp sönmektedir.10 Anlatıcının modern olana duyduğu tepkiyi böylelikle fark ediyoruz fakat onun tepkisi de elbette daha yerel oluyor.
Gregor Samsa'nın böceğe dönüşmesi gibi değil de daha çok köklerini Anadolu'dan alan bir tepkidir onunkisi. İnsanın ruhunu kazarak yaptığı bir ulu yolculuktur ve bu yolculuk neticesinde ortaya "sükûnet" diye tanımlayabileceğimiz derinlik çıkarıyor. Bir konuşmasında Şaban Sağlık onun öyküleri için "hikmet" ifadesini kullanarak bu yolu tanımlamıştı. Gerçekten de Hüseyin Su öyküleri köklerini buradan alan yapısıyla şekilleniyor. Kitabın ismi de bize bu "hikmet"li yolu işaret ediyor zaten. Taşra bu "hikmet"li karakterleri bir şekilde sarıp saklıyor ve "muhafaza" etmeyi başarıyor; anlatıcıyı modernizmin delirten, bölünmüş, kirlenmiş hallerinden koruyor.
Karakter ve Totem
Kitabın iki uzun öyküsünde yer alan karakterler Bilal Efendi ve Abdullah Efendi insanlar için ideal bir yol gösterici olarak betimlenmiştir. Özellikle kasabalılar için Bilal Efendi bir rehberden daha fazlası gibi görünmektedir. Bana göre onun için yazılan şu cümleler "onunla bir sofraya oturmak, onun su ya da çay içtiği bardaktan bir yudum da kendileri içebilmek, onun tabağında kalan iki üç kaşık pilavı adeta pirinçleri sayarcasına tane tane paylaşmak, onun eşyalarına dokunabilmek ... onun dokunduğu yerlere dokunup bastığı yerlerdeki izine basmak..." Bilal Efendi'yi adeta totemleştiriyor. Buna da Durkheim'in imlediği açıdan bakmak bize yeni bir yol açacaktır diye düşünüyorum. Durkheim'e göre totemlerin kutsal olmasının sebebi onun bizzat o insan grubunun simgesi oluşudur; grubun ya da topluluğun temel değerlerini temsil etmektedir. Toteme duyulan büyük saygı aslında temel toplumsal değerlere duyulan saygıdan kaynaklanmaktadır.11
- 1 Yavuz Demir, Hayat Böyledir İşte, Fakat Hikâye, Hece Yayınları, Ankara, 2011, s. 37
- 2 Yavuz Demir, age.
- 3 Hüseyin Su, Kırklar Cemi, Şule Yayınları, İst. 2020, s.62
- 4 Gaston Bachelard, Mekanın Poetikası, (çev. Aykut Derman), Kesit Yayıncılık, İst. 1996, s. 28
- 5 Mehmet Narlı, Öykü Burcu, İz Yayıncılık, İst. 2016, s. 201
- 6 Mehmet Narlı, age.
- 7 Hüseyin Su, age, s. 116
- 8 Hüseyin Su, age, s. 72
- 9 Şaban Sağlık, Hikaye Anlatıyorum, Hece Yayınları, Ankara, 2014, s. 358
- 10 Nurdan Gürbilek, Yer Değiştiren Gölge, Metis, İst. 1995, s.50-51
- 11 Sosyoloji, Anthony Giddens, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2008,s. 584-585