Derinlerin hikâyesi
Kitabı okurken hayatı tutukluk yapmış, bir yerde/ânda akmayıp tıkanmış kapalı kapılar ardında bekleyen karakterlerin hikâyeleri ile iç içe geçtim. Bazen hangisi gerçek hangisi kurgu ayırt edemediğim anlar oldu. Yazarın edebiyatının nüvesini, hayatın bizatihi kendisi, yaşadığı ya da tanık olduğu meseleler ya da kişiler oluşturuyor.
"Allah'ım intihar edenleri affet, iftiracıları asla." Necip Tosun'un son öykü kitabı Gidilmemiş Yerlerin Türküsü'nü okumamdan bu yana, zihnimde bu cümle dolaşıyor. Edebi bir eserden de dua toplanabilir pekâlâ. Kurmaca bir metinde dokunaklı cümlelerin sık bulunuşu, aforizmalarla örülmesi, okurun kurgudan kopmasına neden olabilir. Altını çizdiğimiz iyi bir cümle, böylesi onlarca cümlenin arasından sıyrılıp çıkmaya imkân vermez çoğu zaman. Yazıma "derinleri dindiren"1 bir alıntı cümle ile başlamış olmam sizi yanıltmasın. Tosun'un öyküleri için kastımın bu olmadığının aceleyle altını çizmek istiyorum. Okuru sarsan, okuma eylemini sekteye uğratan cümleler Tosun'un metinlerinde olması gerektiği gibi, dozunda. Bu derinlikli cümleleri usta bir kalemin yazabileceği bir gerçekken, yerinde ve yeterli miktarda kullanacağı da malumun ilanı. Hikâyenin önüne geçip tirat atmıyorlar. Zaten yazar, metnin özünü anlattığı hikâyeyle veriyor, nutuk ile değil.
Kitabı okurken hayatı tutukluk yapmış, bir yerde/ânda akmayıp tıkanmış kapalı kapılar ardında bekleyen karakterlerin hikâyeleri ile iç içe geçtim. Bazen hangisi gerçek hangisi kurgu ayırt edemediğim anlar oldu. Yazarın edebiyatının nüvesini, hayatın bizatihi kendisi, yaşadığı ya da tanık olduğu meseleler ya da kişiler oluşturuyor. İlk öyküsündeki karakterin Abbas Kiyarüstemi olması gibi. Bu gerçekliği bu öykü ile ilişkili olarak yaşadığım bir şeyle bağlantılayacağım. Dişçideyim. Dişçi koltuğunda neredeyse yüzümün yarısı uyuşmuş halde ağzım açık durup sadece tavana bakabiliyorken, uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşım karşıdan beni görüp koşarak geliyor. Çığlık çığlığa ve çok mutlu. Bense sadece ellerimi kullanarak selamlayabiliyorum onu.
Hekim işini titizlikle yapmayı sürdürüyor, arkadaşım da konuşmayı. Tepki verememenin, onun özlemine karşılık hislerimin aynı olduğunu söyleyememenin sıkıntısıyla kıvranıyor ruhum. Hekim işini bıraksa bile, narkozun etkisindeki suratımla ve kan dolu ağzımla ne söyleyebilirim ki? Nasıl gülümseyebilirim? İletişim için aracı olan ellerime sıkı sıkıya tutunuyorum. Arkadaşım odadan çıkıyor, aklımda tek biri var. "Veda Şarkısı" öyküsündeki ölüm döşeğinde yatan yönetmen. "Vücudun yok ama yaşıyorsun." Kelimelerin terk ettiği, ziyaretine gelen dostlarına sadece baş selamı ile karşılık verebilen o karakter.
Okunduktan sonra, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, izi kalan, içte bir his bırakan öyküleri çok kıymetli buluyorum. Bir okur olarak metinden beklentim de en çok bu sanırım. Sonra "Veda Şarkısı"ndaki yönetmeni "Son Tren"deki ağır yaralı bedeninden kopup ruhunu yaşayan o asker ile buluşturuyorum. Yazar, hayat ile ölüm arasındaki sınırı ölçüp tüm atmosferi içsel bir serüven için oluşturmuş olsa da toplumsal sorunlara da temas etmeden geçemiyor. Atmosfer demişken, okurken hikâyenin merkezindeyim, karakter ile diz dizeyim bazen karakterin ta kendisiyim. Atmosfer bu değil mi zaten?
Geçmişe özlem, intihar, ölüm, pişmanlık, kasvetli bir kasaba, arayış ya da umut ama hep yalnızlık, hep. Tosun'un kahramanları ister entelektüel ister daha hayatın içinden kişiler olsun çoklukla yalnızlar. Bir aile kurmuş olsalar da yalnızlar ya da kaybedişle yalnızlaşmışlar. Ama vardıkları yer daima tek başınalık. Fakat bu yalnızlıkta varoluşçu edebiyatta olduğu gibi bir bunaltı/bulantı yok. Ressam, son tablosunu bitirmeye çalışıyor, gazeteci kelimelerini bulmaya çabalıyor, ünlü fotoğrafçı sorgulamalarıyla eyleme geçiyor. Hayata dair sorularını sormaya ısrarla devam eden karakterler hepsi de.
Şiirsel bir dil ifadesinin ne kadar klişeleştiğinin farkındayım fakat Necip Tosun'un titiz dil işçiliği için daha yerinde bir tespit bulamadım. Kısa cümleler ile güzel bir ritim yakalanmış, özenle seçilmiş kelimeler ile ahenk sağlanmış. Yüksek sesle okusanız bile kulağınız asla takır tukur bir şeyler duymayacak. Kurgusunu, seçtiği yazma yöntemlerini ve dilini, anlatmak istediği öz ve metne çatı olan konu ile uyumlu oluşturan bir yazar Tosun. Metinlerine oldukça emek verdiğini, bir öyküsünü yazıp hemen nihayete erdirmediğini, üzerinde uzun uzun çalıştığını söyleşilerinden biliyoruz. Okur olarak ben de bu titiz çalışmayı doğrudan hissettim. Mehmet Fuat, Sevim Burak için, "Resim mi yapıyordu sözcüklerle?" diye sorar.
Doğrusu Necip Tosun da hem sözcüklerle resim yapıyor hem de görsel öğeler kullanarak sinematografik bir anlatım ile uzamsal algıyı derinleştiriyor. Ayrıca "Renklerin Dili" öyküsündeki bir paragraf ile resim sanatını anlatırken aslında yazmayı da içine alıyor. Sözcükleri kullanarak ifade ettiği renkler, aslında nasıl yazılacağını da imliyor. "Resim geveze olmamalı ama her şeyi göstermeli. Her fırça darbesi bir düşünceyi ifade etmeli, her renk bir duyguyu temsil etmeliydi. Resme giren her eşya, nesne, mimari yapıyı bütünlemeli, zıt anlamlar büyük fotoğrafta kaosu ortaya koymalıydı. Herkes kendi içinde eriyip bütüne katılmalıydı." Tosun'un titizlendiği hikâyedeki bütünlük, bu cümlelerle de kendini net bir şekilde gösteriyor.
Biterken, kitap kapağının içerik ile uyumuna da değinmek istiyorum. Raylar, sis ve alacakaranlık. Sanki "Kasabanın Sesleri" öyküsünün içinde Muharrem türkü söyleyerek çıkıp gelecek az sonra. Kasabadan kurtulup şehre mi taşınıyor? Hiçbir şey için geç değil Muharrem. Gelecek olan trende belki bir asker vardır. Hem pencereler hüzünlü görünse de böyle manzaralara açılmalı. "İnsan bakarak odanın içinden çıkamayacaksa bir pencere ne işe yarar?"
- 1 Rainer Maria Rilke'den.