De Fabula Narratur*1
Yunus’un hikâyesinde dikkat çeken bir başka özellik de derin, felsefi, psikolojik düşünceler; çok başarılı bir gözlem ve isabetli çıkarımlar. Hayatın her anında düşünen bir kafa ile karşı karşıyayız. Yunus Meşe bakıyor, gözlemliyor, üzerinde düşünüyor ve fikir üretiyor.
Dört artı bir’de, bir ilk kitabı, Yunus Meşe’nin Geç Kalmış Bir Şapka’sını konuk ediyoruz. Yunus Meşe ismi önemli çünkü sadece hikâyesini atıp kenara çekilmiyor. Dergi çıkarmanın deneyimini yaşıyor, başka öyküler üzerine düşünüp onlar hakkında yazılar yazıyor. Zamanın elimizden parça parça çekip alındığı şu günlerde, böyle çabalar takdiri hak ediyor. Yunus Meşe kitabını iki bölüme ayırmış. Çok da iyi yapmış, zira bu sayede, kitapta fark ettiğimiz bölünmeyi yazarın da fark ettiğini görüyoruz. İlk bölüm Geçmiştir, daha ziyade bir hesaplaşmanın peşine düşüyor. Ağırlık noktasını baba oluşturuyor fakat anne ya da genel hatları ile aile, üzerine düşünülen ve hesap sorulan bir çember yaratıp okuru etkisi altına almayı başarıyor. Tüm bunlara rağmen öyküler karanlık değil. Babanın gidişi veya sevgisizliği, annenin silikliği veya eksikliği, korkunun hüküm sürdüğü bir aile atmosferi, sosyoekonomik şartların zayıflığı gibi durumlar altında; her şeye rağmen hayatı, yaşama sevincini ve umudu görüyoruz. Bu bölümdeki tüm hikâyelerde sığındığı ve tutunduğu bir şeyler var kahramanların. Bu kimi zaman kitap, kimi zaman dostluk, kimi zaman kuşlar oluyor. “Gitmek diye bir gerçek var hâkimim. Kimileri buna tercih diyorlar. Bence cinayet. Gözlerimle gördüm. Babam gitti. Annem aynanın önünde kör makasla kınalı saçlarını hiç acımadan… Aynanın önündeki zamanını tüketen annem mutfaktan bir bıçak alıp kafesime saldırdı. Kuşları hapsettiğim için gitmişti babam ona göre. Onları özgür bırakmakla kafalarını koparmak arasındaydı kafese saldırırken. Siper ettim kendimi. Dokundurtmadım. Babamın gitmesi bir şeyi değiştirmedi içimde. Ama paçalı ölürse o boşluğu bir daha tamir edemezdim.”veya “İçeri girdi hışımla. Kitaplarımı pencereden bahçeye attı. Çıktı. Artık kitaplar yok benden öğreneceksin ne istiyorsan, dedi. Yaktı kitaplarımı. Yüzünde aynı tuhaf sırıtma. Annem, ateş otları tutuşturmasın diye kitap yığınının etrafına toprak serpti. Set kurdu. Yerimden fırlayıp bileğinden ısırdım adamın. Yüzüme attığı tokadın izi var hâlâ hâkimim.” cümlelerinde; baş etmekte zorlandığı çeşitli meseleler içindeki bir çocukluğun sığındığı duyarlılıkları görüyoruz. Kitaplar, kuşlar ve dostlar öykü dünyasını oluşturan sıcak renkler olarak öne çıkıyor.
Yunus’un hikâyesinde dikkat çeken bir başka özellik de derin, felsefi, psikolojik düşünceler; çok başarılı bir gözlem ve isabetli çıkarımlar. Hayatın her anında düşünen bir kafa ile karşı karşıyayız. Yunus Meşe bakıyor, gözlemliyor, üzerinde düşünüyor ve fikir üretiyor. Özellikle şu satırlardaki derinlik ve isabetin kesinlikle hafife alınamayacağı kanaatindeyim: “Annem yıllar boyu yalnız ve silik kalmanın oluşturduğu bir ruhla bütün ilginin kendi üzerine çevrileceği anları hiç kaçırmaz. Açtır çünkü. Böyle anlarda sesini yapabildiği kadar acındırarak konuşur. Açtır, çünkü babam kamburumun çıkmasında annemi suçladı hep. Geçer diye beklerken de suçladı. Ümidi kesince de. Bir daha annemin yüzüne bakmadı. Benim de.”
Yunus Meşe’nin bir diğer başarısı da kadın kahramanlar noktasında öne çıkıyor. Yazar, bir kadının dünyasına girip onu irdelemekten ve anlamaya çalışmaktan çekinmiyor. Yunus’un hikâyelerinde kadınlar; aşk, kırgınlık, hüzün gibi kısmen kolay duyguları ile değil, zor bir coğrafyanın hikâyesine dâhil olarak varlığını sürdürüyor ve şüphesiz bu, yazarının cesur duruşunun bir parçasını oluşturuyor: “İsmi Rojda, Zilan ya da Mizgin olsa ne değişirdi diye düşünüyorum. Kendimi bildim bileli kadınlarımızın kaderi bellidir buralarda. Doğar, yokmuş gibi büyür ve göçerler. Sesleri duyulmaz. Zaman zaman ağıtları ve türküleri duyulur. Türkü, var ve yok olma eşiğinde büyüyen kadınlarımızın, kendilerini var olduklarına inandırmak için, kuytu köşelerde kendilerine duyurdukları sestir. Ne söylediklerinin önemi olmaz çoğu zaman. Füruzan’ın sesini duyduğumu hatırlamıyorum.”
Yunus’un hikâyelerinde tüm gerçekliği ve çıplaklığı ile hayat var. Özellikle ikinci bölüm Belki’de konu çeşitliliği, duygu zenginliği, insanın rengi, hayatın farklı yönleri ve sahneler oldukça yoğun. Evlerden, odalardan çıkıp sokağa ve taşraya taşan, genişleyen bir atmosfer görüyoruz. Konu ve ortam sürekli çeşitleniyor. Şehirlerden köylere, farklı toplumsal katmanlar Yunus’un hikâyesinde kendine yer buluyor. Yerel izleklere, mistik ritüellere ya da şehrin içindeki modern insanın yaşantısına yabancı değil yazar. En önemlisi, Yunus bu hikâyeleri yaşayarak, inanarak, bedelini ödemiş olmanın verdiği cesaretle ve kimseye ihtiyacı olmadan anlatıyor. Kitabın başarılı olmasının sebebi büyük oranda bu.
Zaman zaman bilinç akışına müsaade edilen, kitaplara atıflar yapılan, aforizmalarla güçlenen, kırık bir dile ve sade bir üsluba sahip olan, az konuşup çok gören birinin yere sağlam basan cümlelerinden oluşan, iyi diyaloglarla hikâyeyi sürükleyen kitaptaki bazı hikâyelerde; zaman zaman güçlenen anlatıyı, tahkiye iştahını ve sürrealiste meyyal bir dili de görüyoruz. Buraya kadar bahsettiğim her şey, okuru tatmin eden bir kitap ortaya çıkarıyor.
Tüm bunlara rağmen, Yunus’a iki noktada eleştiri getirmek istiyorum. İlki yabancılaşma hakkında. Hikâyelerde zaman zaman görülen bu yabancılaşma çok da bize ait bir şeymiş gibi durmuyor. Bir öykünün sonunda, gencin biri, gözlerini tutkalla yapıştırıp gidiyor mesela. Müslüman bir genç gözlerini tutkalla yapıştırabilir mi? Ya da bu kadar güzel hikâye anlatabilen birinin, illa bu temayı kullanmasına gerek var mıdır? Bizim kültürümüzde asla -en azından şimdilik- “Bugün annem öldü. Belki de dün. Bilmiyorum.” cümlesi ile başlayan bir başyapıt olamaz. Bizim kültürümüz, gerçeğimiz onlar gibi değil. İkinci eleştirim de en son öyküde kısmen gördüğümüz, kurmacaya okuru dâhil etme hamleleri. Yeniden söyleyeyim. Bu kadar güzel hikâye anlatabilen birinin bu tarz eskimiş hamlelere gerek duymaması gerektiğini düşünüyorum. Yunus’un bedelini ödediği hikâyeleri keyifle okurken bu öyküdeki acemilik yahut yavanlık bana keyif vermedi açıkçası.
Ahmet Melih Karauğuz, yazısında, oldukça bariz olan baba meselesini çekinmeden ve başarılı bir şekilde işlemiş. Bu konudaki gözlem, tahlil ve çıkarımlarını yeterli bulduğumu ifade etmeliyim. Ahmet Melih, Füruzan öyküsünü ve toplumsal duyarlılıkları gözden kaçırmadığı için de bir alkışı hak ediyor. Ali Güney ise yine kolaya kaçmış. Bir kitabı konuşurken kapak, başlık, sayfa sayısı gibi meseleleri aşmış olmamız gerektiğini, yazmaya dahi gerek olmadığını düşünüyorum. Ali Güney’in yazısında benim es geçip dile getirmediğim çok önemli bir değini var bu arada. Ali Güney, klişeleşmiş romantizmin tehlikelerine dikkat çekerek Yunus Meşe’ye “Aman dikkat!” demiş. Bu tespitinde haklı olduğunu düşünüyorum. Geç Kalmış Bir Şapka’da az da olsa böyle bir eğilim var. Kitabın henüz yirmi beş yaşın kitabı olduğunu düşünürsek çok da normal bir durum aslında. Yunus’un ilerleyen yıllardaki hikâyelerini oldukça merak etmekteyim. Arda Arel ise hikâyeye dair değişen fikirlerini bir kez daha samimiyetle ifade etmiş. Arda’nın tespitlerinin hepimiz ve hikâyemiz adına çok önemli olduğunu düşünüyorum. Son olarak Mahmut Sami’nin yazısında, yine bir genci görüyoruz. Yeni dünyanın kitap kapağına verdiği aşırı önemi filan... Sami’nin yazısında bir nokta özellikle mühimdi. Yunus’un öykülerinin oluşturduğu duygusal atmosferin, kitap bittikten sonra, kitap yazısını yazarken bile etkisini koruduğunu, kendisine bir motivasyon sağladığını ifade etmiş. O halde diyoruz ki: “Senin hikâyeni anlatıyorlar.”
- İtiraf etmek gerekirse bu bölüme gerekli ilginin (okur ilgisi) gösterilmemesi beni her defasında incitiyor. Çok iyi değil mi ya! Dört hatta beş öykücü aynı anda genç bir yazarın kitabı hakkında yazıyorlar. Biliyorsunuz, daha önce bu köşenin adı “Çoğul Bakış” idi. Bu vesileyle köşeyi bize hediye eden, uzun bir süre emek veren Abdullah Harmancı, İsmail Özen, Mehmet Kahraman ve Betül Ok’a; yeni adıyla “Dört Artı Bir” köşesinin yeni yazarlarına bin teşekkür, bin selam! Elbette hem eski hem yeni ekipte olan Ali Güney’e biraz daha fazlası... (A.E.)
Geç Kalmış Bir Şapka Yahut Bizim Hikâyemiz
Ahmet Melih Karauğuz
Hepimizi hikâye anlatmaya iten farklı hikâyeler var. Kimi zaman öç alınmak istenen bir hayat oluyor bu, kimi zaman sevilen bir kıza var olduğumuzu gösterme arzusu, kimi zaman da babamıza kendimizi kanıtlama isteği... Her ne olursa olsun, hepimizin bir katili oluyor sonuna kadar peşimizi bırakmayan.
Yunus Meşe genç öykücülerden. Birçok dergide öyküye dair değerli emekler veren, çalışan, çabalayan bir isim. Bu emekler çerçevesinde oluşan ilk öykü kitabı geçtiğimiz aylarda İzdiham Yayınları’ndan çıktı. On dokuz öyküden oluşan kitap iki bölümden oluşuyor: Geçmiştir, Belki.
Kitap bizi Kümes öyküsüyle karşılıyor. Öyküde kendimizi bir gencin hâkim karşısında savunmasında buluyoruz. Öykü ilerledikçe gencin neden orada olduğunu, affedilemez suçunun ne olduğunu öğreniyoruz. Daha öykünün ilk sayfası bitmeden, kitapta da genel olarak karşımızda duracak olan, baba meselesi ön plana çıkıyor. Öykünün kişisi hâkime “Benim içimdeki boşluk babamdı hâkim bey.” diyor. Bu söz aynı zamanda bize, belki de, yazarın iç dünyasını ve yazma sebebini açık ediyor diyebiliriz. İlerleyen sayfalarda baba, oğlu eve yüzü kanlı bir halde girerken dönüp oğluna bakıyor ve saçlarını taramaya devam ediyor. Sanki eve oğlu girmemiş de bir tıkırtı duymuş gibi umursamaz bir halde meşgul olduğu şeye geri dönüyor.
Kitabın ikinci hikâyesi ‘Komünist Milena’ taşra olduğunu zannettiğimiz mekânda geçiyor. İsmail ve öykü kişisinin hikâyesi anlatılırken, hikâye, yine bir babayla mücadele hikâyesine dönüşüyor. Bu sefer mücadele edilen baba öykünün ikinci karakteri İsmail’in babası. Öyküyü bize aktaran karakter, İsmail’in babası Şener’le olan ilişkisini şu şekilde anlatıyor bizlere: “Evinde kıyamet koparıp dışarıya gül bahçesi olan adamlardandı babası. İsmail babasına sevdiği için değil korktuğu için boyun eğiyordu. Babasızlık, sadece babası ölenlerin değil, babalarından sevgi yerine nefretle korkan çocukların da kaderidir.” İkinci hikayede anlatılan baba figürü, kitaba adını veren üçüncü öyküde de bizi karşılıyor. Burada da anlatıcı, Ali İhsan, okura dedesinin hikâyesini anlatıyor. Babasını ise merak etmememiz gerektiğini çünkü merakın sevgi ve saygıdan kaynaklandığını ve kendisinin babası konu olunca ikisini de hissetmediğini çünkü babasının bu tercihte bulunduğunu söylüyor.
Bu üç öyküden sonra baba imgesiyle mücadele yerini, yokluğun ve aşkın hikâyesine bırakıyor. Yazar artık buradan sonra çevreyle ve coğrafyayla ilgili hikâyeler anlatıyor bize. Kasabada fakir bir hayat yaşayan çocuğun hikâyesini, doğuda yokluğun ve kimsesizliğin belirlediği bir aşkın hikâyesini anlatıyor. Kaderin değiştirilemezliğini ve coğrafyanın sürekli aynı döngüsel kaderi bize sunduğunu. Özellikle Füruzan öyküsünde bunu net bir şekilde aktarıyor Yunus Meşe okura.
Öyküde konu edilen mekânlara ve karakterlere baktığımızda sokaktaki adamın hikâyesini görüyoruz. Anlatılan aslında herhangi bir köşe başında rastlayabileceğimiz bir insanın hikâyesi. Yahut bizzat bizim de yaşadığımız ve biriktirdiğimiz hikâyeleri anlatıyor Meşe.Kahverengi Bağcıklı, Yüksek Tabanlı’da anlatılan öykü aslında birçoğumuzun hikâyesidir. Daha zengin olan akraba ya da tanıdıklardan gelen kıyafetlerin giyilerek günlerin geçirilmesine dair hepimizin bir anısı vardır. Ya da zengin akraba tarafından yollanan, eskimemiş ama bize birkaç numara büyük gelen ayakkabıyı giyişlerimiz. Mekânlarını taşradan seçiyor Meşe. Kasabalardan, küçük şehirlerden, yoksul ve acı kokan mahallelerden. Öykü anlatırken sadece tekniğe yaslanıp söz oyunları yapmak yerine bir hikaye anlatmaya çalışıyor. Bunu yaparken bazı hikâyelerde belli acemilikler dikkat çekse de bu işi kotarıyor.
Yunus Meşe öyküsünü kurarken kendi yaşantısını dışlamıyor. Gördüklerini, yaşadıklarını, sevgilerini ve nefretlerini yansıtıyor öykülerine. Bu ilk kitabında da kendi katili olarak gördüğü bir ‘baba’ imgesiyle savaşıyor. Kitabın geneline baktığımızda, bize; sokağın, kendisinin ve bizim hikâyemizi anlatıyor.
Geçmeyenin Hikâyesi
Mahmut Sami Yıldız
Bir kitabı elime alır almaz açıp sayfalarına gömülmek yerine kapağını acele etmeden incelerim. Geç Kalmış Bir Şapka’da bu süreç ne yazık ki oldukça kısa sürdü. Zira kapak minimalist bir biçimde tasarlanmıştı ve ne yalan söyleyeyim bana göre albenili olmaktan epey uzaktı. Fakat bu durum hevesimi kırmamıştı. Öyle ki kapak-içerik uyumu, günümüz yayımcılığının kanayan bir yarasıydı ve ben, güzel kapakların altında beklediğimi bulamadığım nice kitaplarla birlikte gösterişsiz kapakların arasına sıkışmış baş döndürücü metinler de okumuştum.
On dokuz öyküden oluşan kitap, “Geçmiştir” ve “Belki” olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Kitabın son sayfası diğerlerine kavuşurken ise dudaklarımdan tek bir sözcük dökülüyor: “Geçmiyor.” Zira Meşe, geçmeyecek duyguları; acıyı, terk edilmeyi, umutsuzluğu, kırgınlığı yani normal bir insanın içine düşmekten korktuğu ne kadar duygu varsa tema olarak kullanmış öykülerinde. Okuyanı çepeçevre sarıp karanlık bir kuyuya düşmüş hissi veren öykülerin bu denli etkili olmasının altındaysa yazarın kurduğu samimi üslup yatıyor diye düşünüyorum.
Yunus Meşe’nin öykülerine sirayet eden iç bulantısı, kasvet ve karanlık kimi öykülerde kısmi olarak dağılsa da sonuç her seferinde mutlak bir hüsranla sonuçlanıyor. Bu kaçınılmaz sonun en önemli duraklarından birini, hatta en önemlisini ise öykülerin büyük çoğunluğunun merkezine oturan baba imgesi oluşturuyor. Zira Meşe’nin öykülerindeki baba; güvenin ve koruyup kollamanın sembolü olmak şöyle dursun, anlatıcıyı terk ederek güven duygusunu yerle bir eden ve böylelikle anlatıcıyı ve haliyle de öyküleri koyu bir karanlığa gömen bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Neyse ki yazar, bu karanlıktan kaçıp sığınmak için kullandığı kitap imgesiyle okura kısa da olsa nefes alma imkânı tanıyor.
Öyküler sade bir kurgu iskeleti üzerine inşa edilmiş olsa da bu durum, tema bütünlüğünün muhafaza edilmesini sağlayarak nihai etkinin kalıcılığını arttırıyor. Bu kalıcılık elbette ruhsal anlamda kendini gösteriyor. Kitabı kapatıp yazmaya başladığım şu anda dahi aklımdaki hikâyelerden çok içimdeki sıkıntı, öfke ve kırgınlık hâli, yazıyı tamamlamam için beni motive etmeyi sürdürüyor. Yerinde ve dozunda kullanılan aforizmalar ile çeşnilenen öykülerdeki ritmin akıcılığı da bu kalıcılığı sağlamada büyük bir önem arz ediyor. Bu noktada yazarın dil kullanımını da takdir etmek gerek diye düşünüyorum.
Meşe’nin öykülerindeki yan hikâyelerin gücü ise dikkatten kaçmıyor. Bir muhtarın köy kahvesinde, bir tutuklunun sorgu odasında ya da bir refakatçinin hastane koridorlarında anlattığı bu yan hikâyeler, zaman zaman asıl hikâyenin önüne geçip etkisinin zayıflamasına neden oluyor.
Öykülerde yer alan gerçeküstü anlatımlar metni zenginleştirip okurun zihnindeki evrenin sınırlarını genişletmek konusunda oldukça başarılı. Ayrıca iç monologların ustaca kullanımı, bunalım hâlini ve varoluşsal sorgulamaları okura aksettirmede önemli bir rol oynuyor.
Kitabın son öyküsü ise on sekiz öykü boyunca biriktirilen kasvetli atmosferin bir miktar dağılmasına sebep oluyor. Burada Öyküsünü Kurtaran Karakter isimli bu son öykünün zayıf olduğunu kast etmiyorum. Aksine bu öyküyü bir dergide okusam oldukça beğenirdim. Fakat tüm kitap boyunca kullanılan biçim ve temanın bırakılıp yeni hamlelerin denendiği bu öykü; mükemmel bir gülüşü gölgeleyen, inci gibi dişlerin arasına gizlenmiş bir maydanoz parçası olmaktan ileri gidemiyor.
Vaktinde Çıkmış Bir Kitap
Arda Arel
Önceleri yani ben ısrarla yeni öykü arayışındayken, hikâyenin ne denli kıymetli olduğunu unutmuşken; genç kalemlerden hayatın bu denli içinden metinler çıkabileceğini düşünmüyordum. Bana kalırsa hikâye ustalarda kalmıştı, en azından benden yaş ve kuşakça büyüklerde. Mustafa Kutlu’da mesela, olmadı, Mustafa Çiftci’de… Bizim yapmamız gerekense öyküyü kurtaracak post-modern arayışlara girmek, deneysellikler kovalamaktı. Çünkü çağ buydu, hikâye belki 20 en azından 10 yıl öncesinde kalmıştı; bir nostaljiydi artık, hafif tebessüm ettiren ama aynı zamanda inceden gözleri de dolduran bir şeydi o. İyisi mi ona gönderme yapmalıydık. Fakat onu; evet, bizzat onu katiyen yapamazdık. Başta dedim ya, önceleri… Artık öyle düşünmüyorum, bir süredir. Belki bir yıl kadar… Kanım, zehirden bütünüyle arındı.
Artık gözlerim daha iyi görüyor, bunu da Yunus Meşe gibi -yaşıtım, kuşağım sayabildiğim- kişilerin -sadece Yunus Meşe değil- öykülerini okuyarak başardım. Yunus Meşe öyküsünde hikâyenin böylesine merkezde ve kendini okutuyor oluşu; hâlâ öykü ağacının gövdeden filiz verdiğinin göstergesidir. Kimi yazarlar besini gövdeden almalı. Post-modern baypaslarla, deneysel aşılarla vakit kaybetmemeli. Evet, Meşe için söylüyorum… Zira kendi öyküsünden çıktığında elinde olan temel iki şeyi; hikâyeyi ve dili kaybediyor. Metin, düşüşe geçiyor.
Hikâyenin peşine dil dedim, doğrudur. Genç yazarımız, kısa cümlelerle bizi uzun betimlemelere boğmadan anlatmayı seviyor. Bu, şüphesiz öykünün akıcılığını sağlıyor. Meddahvari bir anlatışı var, kendini destekleyen cümleleri aralara serpiştirerek; okuru sürekli metinde tutuyor. Ancak bunu bilinçli yaptığı kanaatinde değilim. Çünkü çalışılarak elde edilebilecek bir yeti olduğunu düşünmüyorum. Öyle sanıyorum ki Meşe’nin yanında yöresinde iyi hikâye anlatıcısı birileri var. Belki dar bir kelime dağarcığı, biraz sokak ağzı -ki her daim samimidir- ama sağlam anlatıcılar… Bunun yanında Meşe için böyle bir yetiye sahip olmanın bir de handikabı mevcut; yazar her öyküye istemsiz birinci şahıs anlatıcı olarak giriyor, öyle girmese bile öyküsünü birinci şahıs anlatıcıya evirmek mecburiyetinde kalıyor. Çünkü kabiliyeti gereği o anlatıyı ne kadar kuvvetli yapıyorsa, diğer anlatılarda da o denli zayıf kalıyor. Yunus Meşe, bu dili kazanmışken, inşallah çalışarak üzerine yenisini ekleyebilir; bizi ikinci kitabında daha mesut edebilir.
Son olarak bir de Yunus Meşe öyküsündeki olgunluktan bahsetmek istiyorum. Genelde ilk kitaplarda çocuksu bir heyecan olur, bu hem biçeme hem muhtevaya yansır. Öyküyü beğenseniz bile anlatıcıyı ciddiye almakta güçlük çekersiniz. Bir keresinde Ertuğrul Emin Akgün, kendi öyküsünü okumuş bir grup okur için “Ciddi dertlerimden bile ciddiyetle bahsedemediğim için beni ciddiye almıyorlar.” demişti. Cemal Şakar ise her bahsi açıldığında yaşın kaleme etkilerinden bahseder ve oldukça da haklıdır. Yunuş Meşe’nin kalemine baktığımda yaşını aldığını düşünüyorum ama bir ilk kitap için çok da ihtiyarlamamış. Adının aksine kitap tam vaktinde çıkmış.
Yunus Meşe’nin Öyküleri
Ali Güney
Yunus Meşe’nin öyküleri, deyim yerindeyse, beni tavladı. Harflerin arasından sızan dikkat, sırıtmayan bir samimiyet. Öyle bir yere oturtamadığım ama içime sinen tekrar okumak isteyeceğim öyküler. Bir de kitabın içerisinde sayfa numarası yok. Bunun özel bir sebebi olabilir mi acaba?
Öykülerinde kesitleri anlatıyor desem yanlış bir şey yapmış olmam zannediyorum. Hızlı zaman geçişleri kullanıyor. Hedefe doğru giden bir anlatım. Eğip bükmeyen, yolları çatallaştırmayan bir dil. Yunus Meşe okurken sokaktaki Müslüman gencin öyküsünü yazdığını düşündüm. Siyasal bir söylem kullanmıyorum burada. Bilakis modernleşen, hem batıyı hem doğuyu bilmek zorunda olan yahut ikisi arasında kalan gençleri düşünüyorum. Parka giyip kendini solcu zanneden, cumaya gittiği için içi rahatlayan. Hâlbuki hep eksik. Hiç tam olmamış, şehrin ana caddelerinde yürüyen üniversite okuyan tipler. Meksika yemeğini bilmediği için cahil sayılan ama tavuk döner yemek zorunda olan insanlar. Bu insanların arada kalma hikâyelerinin biraz mizah da bulaşmış halleri…
Kitabın en sevdiğim öyküsü Komünist Milena oldu. “Bu hoparlörler kulla Allah arasına giriyor.”cümlesinin altını çizdim. Elbette şu cümlenin de: “Babasızlık, sadece babası ölenlerin değil, babalarından sevgi yerine nefretle korkan çocukların da kaderidir.”
Yunus Meşe’nin öykülerini okurken uyarmak istediğim bir nokta var, bilmem buna hakkım var mı? Meşe öykülerinde odaklandığı kesiti anlatırken -ki bu kesit bir olay da olabilir bir an da- bir film şeridinde yer alan fotoğraflardan birine odaklanıyor. Filmin geri kalanını elinde tuttuğu için bize yalnızca o elinde tuttuğu fotoğrafı anlatıyor. Burada fotoğraf diye bahsettiğim anlatı bir ömrü de bir anı da anlatıyor olabilir. Fotoğraf karelerini bizimle paylaşmayı artırırsa enfes öyküler okuyacağımıza hiç şüphem yok.
Bir husus daha, ilçede emekli bir tiyatrocu yahut kasaba yürüyüşleri tanıdık bir romantizme dönüşüyor. Hikâyeyi azaltmasa bile çoğaltmıyor. Öykü bildik bir şeye dönüşüyor, öykünün farkını kapatıveriyor. Aman dikkat.
Yunus Meşe’nin ikinci kitabının geç kalmamasını dileyerek bitirelim.