Çorbacı hikmet
Daha hızlı yürüdü Hikmet. Yürüdükçe hırslandı. Bavulunda taşıdığı, birkaç parça giysi ve eski bir defter değildi sanki. Hazineydi. Elindeki hazinenin gücüne inanarak dimdik yürüdü. Ayağı taşa takılana kadar. Kalkıp, üstünü başını çırptı. Taş bile dalga geçiyordu. Hırsla tekmeyi savurdu. Topallayarak da olsa hala dik yürüyordu.
Çorbasını içerken masaya yığılan karısının yarım kalan tabağını da bitirip öyle çıktı evden. Araba lazımdı. Mehmet’e seslendi, hızlıca gittiler hastaneye. Ne var ki olan olmuştu. Morga götürdüler karısını. Soran herkese “Çorba içerken masaya yığılıverdi.” dedi. Doğruydu, ama eksik. Hoş; kimse “Sen ne yaptın?” demediği için “Çorbamı içtim.” demedi. Sorsalar söylerdi. O yüzden eksiklik de yoktu. Hikmet ak paktı anlayacağınız. Morga giden karısının ardından biraz bakıp eve gitti. Kalabalıktı. Duyan gelmiş dediklerinden. Yalandan bir hüzün vardı odada, aralarına geçip yalana ortak oldu. Sessizliği defnin öğle namazına olacağını söyleyen muhtar bozdu. Yarın görüşmek üzere dağıldı herkes. Artık ortada bir yalan yoktu. Yatak odasına geçip son yirmi yılın en huzurlu uykusunu uyudu Hikmet. Cenazeye neredeyse bütün köy katılmıştı. Ölen kadını seven bir kişi yoktu. Hikmet’in hatırına oradaydı herkes. Kahvecide taşıdığı tepsilerin, bakkalda çıraklığının, berberde süpürdüğü kılların hatırı vardı.
Her yerde çalışır ama asla bir yerde çalışmazdı. O gün canı kimi istediyse onun yanına gider yardım ederdi. Evi temizlikçi karısı geçindirirdi. Her evi bilir, herkese yetişir, hiç susmaz, konuştuğunda da hayır olmazdı. Her şeyden şikâyet ederdi de bir gün bile şuram ağrıyor dememişti. O yüzden şaşkındı herkes. Bu kadın bir anda nasıl ölüverdi, kimse bilemedi. Vade dediler geçtiler. Toprak attılar, helva yediler derken bitip gitti hengâme. Cenazeden on gün sonra dolabı açıp da bomboş görünce bir şey hatırladı Hikmet. Artık çalışan bir karısı yoktu. Haliyle cebinde para da yoktu. Aklına ilk berber geldi, çıktı evden. İçeri girdi. Kısa bir selam sabahtan sonra derdini söyledi. Sessizlik vardı. Ustanın dışı “Olur tabi Hikmetciğim.” dese de içi çok başka şeyler söylüyordu. Üç beş saniyelik bir bocalamadan sonra dışı içini razı etti ve Hikmet o dakika işe başladı.
Akşama kadar koltuğa biri oturdu biri kalktı, oturan sayısı da yüzdeki çizikler de onları geçti. İlk günün hatırına kimse ses etmedi. Çok kez berberde çalışsa da ilk defa tıraş yapıyordu. Günübirlik hoşgörü havası esti. Akşam olunca kafalar dağılsın diye usta, lafı Hikmet’in ölmüş karısına getirdi. “Karın ölürken çorba mı içtin lan” diye elinde ustura ile üzerine gelen ustanın hayali Hikmet’i titretmeye yetti. Yirmi yıl iyi dayandın laflarıyla derin bir nefes alıp kimsenin bilmediğini hatırladı. Rahatlamıştı. Evlenince tüm kadınlar böyle zaten dedi biri. Ses Hikmet’in zihninde yankılandı. “Evlenince, evlenince, evlenince...” sahi kendisi evlenmeden önce nasıldı. Kaç yıl? Yirmi yıl. “Oha be” dedi seslice, sonra içine döndü. Düşünürken makas kaydı, adamın saçı yamuk olmuştu. Ustanın gözlerini üzerinde hissetti. Öyle ya da böyle o gözlerle karşılaşacaktı, bir cesaret kaldırdı kafasını. Bir çift ateş ustanın gözbebeğindeydi “Olsun Hikmet” dedi “Olsun, ver bana.” Aldı eline makası, “Bugünlük gidebilirsin” deyip yolladı çırağını.
Ardında bir kargaşa oldu, hararetli konuşmalar mahallenin ucundan bile duyuluyordu. Duymazlıktan gelip devam etti Hikmet. Eve girince ilk iş mutfağa koştu. Kovadaki kuru ekmeğin yanına zeytin koyup çiğnedi. Lokması ağzında durdu. Hiç ses yoktu. Zıkkım diye başlayan cümle yoktu. Gitgide çoğaldı sessizlik, tüm bedenini kapladı. “Huzur buymuş.” dedi. Hikmet. “Unutmuşum.” Ertesi gün erkenden gitti dükkâna. Bir güzel süpürdü, temizledi. Usta gelince gülerek girdi içeri. İki çay içtiler. Müşteriler gelmeye başladı. Bir jileti bir makası bir jileti bir makası aldı eline. Hepsinin sonu hüsrandı. Berber buz gibi olmuştu. O gün ne yaparsa yapsın havanın ısınmayacağını anladı Hikmet. En iyisi hala kendisine tıraşa gelmemiş olan manava gitmek diye düşündü. Berberle helalleşip ayrıldı. Ardında yine bir kargaşa. Yirmi yıl sonra evde bulduğu huzur mahalledeki huzursuzluğuna bedel olacaktı. İçten içe bilse de inkâr edip devam etti Hikmet.
Manav, karpuzu poşete koymak için değil de Hikmet’in ne diyeceğini bildiği için arkasını dönmüş gibiydi. Adamın yüzüne karşı kızarıp bozaramazdı ya. Seremoni bitince tıpkı berber gibi aldı işe. Yani istemeyerek. İlk gün Hikmet arı gibi çalıştı, bir vukuat da olmayınca akşama derin bir nefes aldı manav. Berberin başına gelenleri duymayan kalmamıştı ne de olsa. Kendisi için sevinirken berbere de laf çarpmayı ihmal etmedi. “Herkes patron olamaz, yanında birini çalıştıramaz.” diyerek göbeğini hoplata hoplata geçiyordu dükkânın önünden. Berber la havlelerle tıraşına devam ederken bu kahkaha hali çok sürmedi. Hikmet dükkânı emanet aldığı bir gün kabzımal tarafından beş bin lira kazıklandı. O gün manavın da köyün de dilinde değil tepesindeydi. Herkes için işe yaramaz, herkes için fazlalık. Eski hatır gönül bağı kaybolup gidiyordu ve en acısı karısı ona ne dediyse haklıydı artık. Eve gidip karısından kalan tek fotoğrafın karşısına geçti. Uzun uzun baktı.
Önlerinden geçerken konuşan kadınlar “Karısının yıllardır konuştuğu boşunaymış meğer tüm köyün haklılığını anlaması için Hikmet’in el âleme iş tutması yetermiş.” Demişti. Fotoğrafa baktıkça bu cümleyi duydu Hikmet. O kadar çok tekrar etti ki az daha kendisi bile karısını haklı çıkaracaktı. “Yok, bu böyle olmaz.” dedi. Yapabileceği bir şeyler olduğuna inanmalıydı. Kimse inanmasa bile o inanmalıydı. Fotoğrafın karşısından kalktı. Bütün bu hengâmenin içinde hala eskisi gibi olduğu tek kişi kalmıştı: Çaycı. Diğerlerinden daha vicdanlı olduğunu düşündü ya da buna inanmak istedi. İnanması gereken şeyi karıştırmıştı. Kendine olan inancı saniyeler içinde bir başkasına yöneldi ama fark etmedi. Kendini fark edebilmesi için yaşaması gereken son olay da kapının önünde bekliyordu. Çaycıyla konuşup anlaştığını kısa sürede herkes duydu zira annesini çok severlerdi.
Yaygaracı ve evhamlı biri olduğunu bildikleri halde bütün köy takıldı kadının peşine. Her gün çay ocağının önünde dualar okundu. İlk zamanlar olan bitene gülüp geçen çaycı, iş okunmuş sulara varınca çıktı kapıya. Her şeyin yolunda gittiğini Hikmet’in bir bardak bile kırmadığını yarım saniye içinde anlattı, aynı saniyelerde herkes duydu ama kimse inanmadı. İnandıkları şeyin doğruluğunu ispatlama çabası içine girenler dua edenlere “Aman gelin gidelim, görsün gününü şu çaycı” diyerek karşı koyuyor, Maide annenin sevenleri de işi ocağın önündeki ağaca çaput bağlamaya kadar götürüyordu. Bütün bu hengâmenin arasında Hikmet’in odaklandığı tek şey bardak kırmamak ve kimseyi yakmamaktı. Durdurulamayan okuyup üflemeler sonuç verdi ve türbe muamelesi gören çaycıyı eşraf köyler bile ziyarete başladı. Maide anne baktı ki bu iş oğluna daha çok yaradı, efsane üstüne efsane ekledi çay ocağına.
Hikmet’e bakışlar da tekrar eskisine dönüyordu ki bir sabah jandarma ve muhtarlık çaycının kapısına dayandı. Meğer halk kandırılıyor, dini duygular suiistimal ediliyor diye şikâyet edilmiş. Çaycıyı karakola götürdüler, Maide anne de köylü de Hikmet de takıldı peşlerine. Çıkana kadar karakolda bekledi ustasını. Karşısında burnundan soluyan bir kalabalık vardı, yine de karakoldan ayrılmadı. Birkaç saat sonra ustasını kapıda görünce yanına gidiyordu ki kalabalık zırh gibi dikildi karşısına. Kimsenin kendisine tahammülü kalmamıştı. Karısı haklıydı, öldüğünde bile kazanamadı savaşı Hikmet. Günlerce evine kapandı. Önce yenilgisini kabullenmesi, sonra kendini böyle kabul etmesi daha da önemlisi köylüye kabul ettirmesi lazımdı. Bütün bu düşünceler omzunda ağırlık yapıyor, sırtına yayılıyor, nefes alamıyordu. Uyumanın tek kurtuluş yolu olduğu o anlardan birinde ilk defa karısını rüyada gördü.
Tablanın etrafında çorba içiyorlardı. “Çok güzel olmuş” dedi karısı, Hikmet şaşırdı. “Öyle mi?” dedi. “Tabi ya elinden her iş gelir maşallah” dedi. Hikmet’in kalbindeki ağırlık hafifledi omuzları dikleşti. Karısı “O tariften yaptın dimi şu anamın gizli tarifi hani” dedi. “Evet” dedi belli belirsiz. Kahkahalarla çorbasını içerken sıçradı. Besmele çekti. Fotoğrafın karşısına geçip öylece oturdu. “Saf maf değilim ben Döndü.” dedi. Doğruydu, saf olmak işine geliyordu sadece. Aptal rolü yapmasa ölsün istediği karısı ölürken çorba içmesini nasıl açıklayabilirdi ya da bu zamana kadar olan işsizliğini. Üstelik kendi de bu yalana inanarak yaşamıştı. O zaman bu bir yalan değildi. Değil miydi? Bu denklemi çözemeyecekti. “En iyisi buradan gitmek” dedi. Yeni bir yerde yeni bir Hikmet olarak yaşayacaktı. Gördüğü rüyayı unutup yirmi yıllık evinde son kez huzurla uyumak için yattı Hikmet.
Sabah birkaç eşya almak için sandığı açtı. Hiç giyilmemiş bir gömlek buldu, sonra birkaç entari derken ne varsa çıkardı sandıktan. İşlemeler, aynalar her şey vardı. Karısının yemenileri arasında eski bir defter buldu. Şeffaf jelatini yırtılmış. Eskimiş sayfalar çıkmış ve öylesine araya sıkıştırılmıştı. Açtı. Tarif defteriydi. Yazıların çoğu silinmiş, eskiden kalma tarifler. Sayfaları çevirirken “Ayşe’nin Çorbası” yazısını gördü. Okudu, bilmediği bir çorbaydı. Rüyası aklına geldi. Kısa bir kararsızlıktan sonra mutfağa geçip yazan malzemelere bakındı. Çoğu yoktu. Karısının öldüğü gece canlandı gözünün önünde, defteri de bavuluna koydu. Kapıyı son kez kilitleyip gitti Hikmet. Elinde bavulla eşin dostun evinin önünden geçti. Ne “Nereye?” diyen vardı ne de “Güle güle” diyen. Daha hızlı yürüdü Hikmet. Yürüdükçe hırslandı. Bavulunda taşıdığı, birkaç parça giysi ve eski bir defter değildi sanki. Hazineydi.
Elindeki hazinenin gücüne inanarak dimdik yürüdü. Ayağı taşa takılana kadar. Kalkıp, üstünü başını çırptı. Taş bile dalga geçiyordu. Hırsla tekmeyi savurdu. Topallayarak da olsa hala dik yürüyordu. Rüzgâr kahkaha seslerini getirirken bir şey fısıldadı Hikmet. Yirmi yıldır ilk kez söylediği bir şey. Göğe bıraktığı bu sırrı sadece Döndü duyacaktı.