Çoğul Bakış: Kar Makamı, Mukadder Gemici
Her eleştirmenin içinde sızlayan bir taraf vardır: Geçmişte yaptığı değerlendirmeler zaman zaman aklına gelir ve verdiği yargılardan kuşkulanır. Mukadder Gemici’nin Kar Makamı’nı okurken bunu tekrar düşündüm. Zira Kar Makamı beni çok etkiledi. Bunun sebepleri üzerine düşündüm. Bizi çok etkileyen kitaplar, esasında bizim tarzımıza yakın kitaplardır.
ABDULLAH HARMANCI:
(Şimdi okuyacağınız satırları yazmadım, “konuştum.” Teknoloji özürlü birisiyim ama Fatih Turanalp gibi bir dostum var. Çocuk edebiyatı yazarı. Fatih Turanalp ile geçenlerde çay içerken, benim belki on sene sonra gelebileceğim teknolojik noktaya birkaç dakikada gelmemi sağladı. Olan, tam bir sıçramaydı! Telefonuma “konuşarak” nasıl yazı “yazabileceğimi” anlattı. Ben de bilgisayar bulamadığım bu dakikada, bu yöntemi uyguladım. Hemen söyleyeyim: bu tür uygulamalarda, daha çok devrik cümle, daha yoğun konuşma dili üslubu yazıya hâkim oluyor… Şu an gördüğüm bu.)
Her eleştirmenin içinde sızlayan bir taraf vardır: Geçmişte yaptığı değerlendirmeler zaman zaman aklına gelir ve verdiği yargılardan kuşkulanır. Mukadder Gemici’nin Kar Makamı’nı okurken bunu tekrar düşündüm. Zira Kar Makamı beni çok etkiledi. Bunun sebepleri üzerine düşündüm. Bizi çok etkileyen kitaplar, esasında bizim tarzımıza yakın kitaplardır. Burun kıvırdığımız, dudak büktüğümüz, yarım bıraktığımız, yahu ben bir şey anlayamadım, dediğimiz kitaplar ise yazarlık kumaşımıza, tarzımıza, bildiklerimize, hissettiklerimize uzak olan kitaplardır. (Bunlar çok bilinen, sıradan şeyler demeyin. Eleştiri kurumunun ayaklarımın altından kayıp gittiğini duyumsuyorum şu günlerde! Durum bildiğiniz gibi değil.)
Mukadder Gemici’nin beş sene önce yayınladığı ilk kitabını okumamıştım. İkinci kitabını okuyunca Asla Pes Etme’yi okumadığıma üzüldüm. Kitapta yer alan öykülerden hiçbiri öykünün temel dinamiklerini zedeleyecek bir zaafiyet içermiyor. Keşke bu öykü dosyada olmasaydı, diyebileceğim bir tek öykü yok. İşin ilginç tarafı, Gemici çok farklı öykü alanlarında dolaşıyor. Örneğin “Kavuşma” öyküsü, bilimkurgusal bir metin… Uzun süre cam fanustan bir dünyada yaşayabilmeyi hak etmek için mücadele veren bir gencin, bu fanusta yaşamaya başladığında, gezegenimize geri dönmeye karar vermesi anlatılıyor “Kavuşma” öyküsünde. Kitaba adını veren “Kar Makamı” ise Türk musıki tarihinin büyük üstadı Itri’nin hayatından bir kesit…
Bu öykü de, yazarın tarihsel anlatılara olan vukufunu gösteriyor. Dönemi, insanların kılık ve kıyafetlerini, mekânları, sarayın iç düzenini, toplumsal yaşayışı çok iyi yansıtabildiğini görüyoruz. Musikişinasın iç çatışmasını, acılarını bize duyurmayı başarıyor yazar. Öte yandan uyuşturucu kullanan gençlerin hayatları, içine düştükleri durum “Müsait Bir Yerde” isimli öyküde verilmiş. Öyküyü, kendisi de bir zamanlar uyuşturucu müptelası olan bir gencin dilinden dinliyoruz. Hikâyenin (öykünün içindeki olayı kast ediyorum “hikâye” derken) son halkasını tamamlayan ilginç tesadüf, yazarın kurgu gücünü bilindik bazı motiflerle süslemekten çekinmediğini gösteriyor. “Beraber Dönmek” öyküsü ise hastalanmış eşini terk etmekle onunla kalmak arasında tereddüt yaşayan bir kadının dramı… Kitabın ilk öyküsü olan “Hayat O Tatlı Elma”, çağın hastalığı kansere yakalanan bir subay emeklisini anlatıyor. Son zamanlarda bir hayli kanser öyküsü yazıldı. Necip Tosun’dan Mehmet Kahraman’a kadar…
Gemici’nin bu öyküsü, kanser olup olmadığını tam olarak bilmeyen ve korkunç ya da muhteşem sonucu bekleyen o feci dramatik ân’ı anlatmıyor. Böyle diyorum, zira ben de dâhil olmak üzere, öykücülerin genelde bu “haber alma ânı”nın öncesini anlatmayı tercih ettiklerini görüyorum. Burda kemoterapi süreci anlatılıyor ve küçük de olsa kurtulma umudu taşıyan ama çoğunlukla feci sonu kalbullenmeye başlamış bir kanser hastamız var burda. Öte yandan “Mandalina” öyküsü, sizi sımsıkı saran duygusal bir aşk öyküsü… Üstelik işin içinde, başörtüsünün iki sevgili arasında bir problem olması gibi, aslında Türkiye şartlarında çok manidar bir detay da var. Daha doğrusu genç kızın sevdiği gencin ailesi, kızın kapalı olduğunu bilmiyor ve öğrendikleri zaman neler olacağını merak ediyoruz. Fakat en güzeli öykünün son sahnesinde bankın üzerine bırakılan mandalina… Bu sahneyi okuduğumda tüylerim diken diken oldu.
Mukadder Gemici dokunduğu her şeyi öyküye dönüştüren bir yetenek… Asıl başarısı, duygusal etki yaratmada… Bizi öykünün kahramanlarına, onların dünyalarına ortak etmeyi başarmasında. Burada dile getirilmesi gereken tek eleştiri, Gemici’nin yeterince üretken olmayışı… Kar Makamı’nın yazarın yayınladığı ikinci kitabı olması düşündürücü… Gemici, daha çok yazmalı, daha çok üretmeli… Toplumsal meselelerden bilim kurguya, tarihî öykülerden başörtüsü sorunu veya uyuşturucu bağımlılığı gibi güncel meselelere kadar geniş bir yelpazede kalem oynatan Mukadder Gemici’nin henüz okumadığım ilk kitabını ilk fırsatta okuyacağım (in-şa-allah)… Doğrusu Kar Makamı yazarını kıskandım!
İSMAİL ÖZEN:
İlk kitap Asla Pes Etme’de bazı öykülerde gördüğümüz iç monologların ve uzun cümlelerin Kar Makamı’nda belirgin bir üslup özelliğine dönüştüğünü görüyoruz. Kitaptaki birçok öyküde ısrarla aynı biçemin kullanılması yazarın bu konuda bilinçli bir tercihinin ve çabasının olduğunu gösteriyor. Kitapta birbirine virgülle bağlanan kısa, kırık cümleler ve ara sözlerden oluşan şöyle yapılar var: “Kurduğu hayaller, neden olmasın, olursa, ah olsa, ihtimaller, hesaplar, böyle gelirse, gelir, neden gelmesin, ah gelse, çelişkiler, gelgitler, maymuncuk gibi her kapıyı açan sahte çözümler, gerçeğin, hayatın akışının karşısında tek tek çözüldü, dağıldı, nihayet unufak oldu.” (s. 104) Bu tarz cümleler yukarıda değindiğimiz iç monologlarla bezeli, modern psiko anlatılara uygun bir yapı arz ediyor. Birçok öyküde olup bitenleri, geçmişi kahramanın monologları sayesinde öğreniyoruz.
Dorrit Cohn’ın Şeffaf Zihinler adlı eserinden mülhem söylersek olup bitenlerin özetini de sunan, anlatımlı monologlar Kar Makamı’nda en çok başvurulan anlatım yöntemi. Bu anlamda Asla Pes Etme’deki öyküler Kar Makamı’ndaki öykülere göre daha sade, daha duru diyebiliriz. Yine yukarıdaki iki özellikten hareketle ilk kitaptaki Mustafa Kutlu etkisinin bu kitapta azaldığını, “hikâye”lerin “öykü”ye evrildiğini dillendirebiliriz. Mesela ilk kitaba adını veren “Asla Pes Etme” uzunluğu ve temposuyla -özellikle betimlemelerin temposuna dikkat edilmeli- neredeyse kısa bir romanı andırıyordu ve bu anlamda Mustafa Kutlu öykülerinden bir esinti taşıyordu. Fakat Kar Makamı‘nda bu tarz öykü yok.
Mukadder Gemici öykücülüğünün en dikkat çekici yanlarından biri de olaylara, insana, varlığa sevgiyle, şefkatle yaklaşması. Pek çok öyküde hayatın dokunaklı, dramatik yanları ele alınmış. Fakat okurken bütün bunların ardında bir hikmet ve rahmetin olduğunu hissettiren bir yaklaşımı hep hissediyorsunuz. Günaha değil ama günahkâra karşı kadim geleneğimizde ya da eski mahallelerimizde -ve yine Mustafa Kutlu öykülerinde- gördüğümüz şefkatli bakış var öykülerde.
Dergâh Yayınlarının diğer öykü kitaplarında olduğu gibi bu kitabın kapağında da “hikâye” ibaresi yer alıyor. Peki, bunlar hikâye mi? “Uç Selahattin Uç” ile ilgili İtibar dergisinde yayımlanan yazımda bu konuda zikrettiğim düşüncelerimi bir kez daha tekrarlayayım: Hikâye öykü ayrımı yapmıyorsak ya da öykü kelimesini sevmiyorsak pekâlâ hikâye kelimesini kullanabiliriz. Fakat böyle bir ayrım yapıyorsak Kar Makamı’ndaki bütün anlatılar öyküdür. Hikâye başkasına sözlü olarak aktarılabilen bir anlatı biçimidir, öykü ise belirli bir mimariye sahiptir. Belirli bir bireyin şimdi ve buradaki algısını, perspektifini, engramını, psikolojik dünyasını yansıtır.
Burada engramı bir olayın beyinde oluşturduğu ilk etkiler anlamında kullanıyorum. Latince bir sözcük olan “perspektif” ise “içeriden bakmak” anlamına geliyormuş. Kar Makamı‘ndaki bütün öykü kişileri içeriden bakıyor ve içeriyi anlatıyor. Bu da modernliğe özgü bir durumdur. Bütün bunları aktardıktan sonra şunu da eklemek isterim: Hikâye ya da geleneksel biçimler İslam kültürünün doğasına, Müslüman sanatçının niyetlerine daha uygun; öykü vb. yeni biçimler uygun değildir, demek makul bir yaklaşım mıdır? Bunlar günlük hayatta kullandığımız teknolojik araç ve gereçler gibi değil midir?
HALE SERT:
Kar Makamı’nın ilk öyküsü “Hayat O Tatlı Elma”. İnsanın hayattaki kaçınılmaz yol arkadaşının hatalar ve sorular olması Hızır kıssasına yapılan metinlerarasılıkla okura sunuluyor. Kanser hastası Galip Bey’in ızdıraplarının ve iç hesaplaşmalarının tanığıyız. Fakat henüz bu ilk öyküden başlayan bir sorun var, şöyle ki her şeyi bilen anlatıcı okuru yoruyor. Öykünün sonuna, karakterin bütün duygu ve düşüncelerini yukarıdan bir bakışla bilmek değil içeriden sezmek istediğimi not almışım.
“Mandalina”da başörtüsü nedeniyle ayrılmak zorunda kalan iki sevgili var. Öykünün kurgusu asker babayla anneye açıklanamayan başörtüsü imgesi ve mandalina bahçelerine yüklenen umut izleğiyle birlikte ilerliyor. Duygular fazlaca betimleniyor, melodrama dönüşen metin aşırı duygusallığa yenik düşüyor. Yazımın devamında sözünü ettiğim sıkıntıları aşabilmiş ve bir okur olarak daha çok ilgimi çeken öykülere değinmeyi yeğleyeceğim.
Kitapta farklı tekniklerin ve tarzların denendiği öyküler de var. “İp ile Pazar” kısa, montaj tekniğiyle ilerleyen bir hikâye. Üniversitede bölüm başkanlığı için verilen kıyasıya çirkin ve siyasi kavgaları konu edinmesi açısında ilgi çekici. Söz konusu meselenin doğadaki iktidar kavgasına değinen bir başka klasik hikâyeden (mesneviden) parçalarla montajlanarak aktarılması teknik olarak iyi kotarılmış, keşke yergisini biraz daha örtebilseydi yazar.
“Deneyin İlk Günü”nü, teknik, kurgu, konu ve anlatım başarısıyla diğer öykülerin önüne koyabilirim. Bu seçimde kedimi her zaman “ben anlatıcı”ya daha yakın hissetmemin payı var. Öykünün içine, karakterin zihin ve duygu dünyasına çok daha rahat girebiliyorum. Bütün acıları unutturacak bir hapı içip içmemek arasında kalan karakterin sorduğu “Geriye ne kalacak bütün acılar silindiğinde? Duyduğum, hissettiğim acı yok olduğunda ne dolduracak onun bıraktığı boşluğu?” sorusu çok değerli. Acılardan kurtulmanın bir yerde hayatın içini boşaltmak anlamına geldiğini, hayatta her şeyin kat kat birbirinin içine geçtiğini, bağlantıları görebilene hayatın da kendini açacağını anlatıyor öykünün sonu. Bir yerde hayatın anlamını.
“Bilmek ve Bulmak” da kurgu, akış, ritim ve heyecan aktarımı açılarından üçüncü tekil kişi diliyle anlatılan öykülerin arasından sıyrılıyor. Hızlı ve sade bir anlatım var. Aramayı ve bulmayı, arayışı modern zamanlarda bir mucizeye tutunma ihtiyacını anlatıyor. Meczubun öykünün en başında tasvir edilen canlı imgesine, öykünün sonunda pardösüsünden sarkan bir ipe odakla geri dönülmesi kurgunun başaralı bir şekilde tamamlanmasını sağlıyor.
Beraber Dönmek, kadın karakterin yer yer iç monologlarıyla ilerleyen, naif, insani duyguları, tereddütleri iyi aktaran bir öykü. Şizofren bir eşten boşanma(ma) üzerine karakterin annesiyle ve kendisiyle mücadelesi anlatılıyor.
“Müsait Bir Yerde”, okurken içine girebildiğim öykülerden. Hap kullanmanın insanı hangi hallere sürükleyebileceğini görüyoruz. “Kavuşma” kitaptaki en sembolik, kapalı öykü. Uyku, yolculuk, kayıt altına alınmak, karakterin içinde bulunduğu dünyadan başka bir dünyaya gitmek istemesi, bir nine ve bülbül figürü. Bol çağrışımlı bir öykü kısacası.
Kitabı bütüncül bir açıdan yeniden düşündüğümde bütün öyküler arasında kılcal damarlarla kurulan ana alt bir metin, bir soru var mı sorusu cevapsız kalıyor. Yoğun emek verilmiş, iyi seçilmiş konuları, üslubu oturmuş, zengin kelimeleri ve cümleleriyle bu öyküler bize tam olarak ne söylüyor? Hayatın sonluluğu, ölümün gerçekliği, iyi insan olma zorunluluğu, zorluklardan ve sıkıntılardan kaçamayacak olmamız mı, anlatılmak istenen? Çoğaltılabilecek bu sorular, seyreltilip öykülerde daha çok çakışsa daha vurucu ana bir soru/n ekseninde belirse daha iyi olmaz mıydı?
Bir öykü kitabı baştan belirlenmiş bir tema etrafında kurgulanan öykülerden oluşmasa da okur satır aralarında, öykülerin açık uçlarında, zihninde sürüklediği art alanlarda bize yazarın temel derdini hissettirmeli diye düşünüyorum. Tüm öykülerde fısıldanan bu dert, bir tek cümleye dönüşebilir, bu fısıltı çoğu zaman biz kitabı bitirdikten sonra içimizde konuşarak büyür. Büyür ve bizi günlerce etkisi altında bırakabilir.
Kısacası, öykülerin vermek istedikleri duygu ve düşünceler biraz daha örtülmüş, gizlenmiş olsaydı bu dediğim etkinin okura geçmesi daha mümkün hale gelebilirdi. Öykü biraz da, anlatılmak isteneni mümkün olduğunca derine gömme mahareti değil midir?
MEHMET KAHRAMAN:
Kar Makamı Mukadder Gemici’nin ikinci öykü kitabı. Bir yazarın ikinci kitabı her zaman ilk kitabıyla kıyaslanır: Konu, anlatım, dil olarak ilk kitaptan farklılık gösterip göstermediğine bakılır. Asla Pes Etme dört yıl içinde üç baskı yapmış. Bu bir öykü kitabı için çok güzel bir durum. Kitabın kabul gördüğünün, beğenildiğinin de bir kanıtı sayılabilir. Asla Pes Etme’yi okuduğumda hayata dokunan, insanın içini yakan öyküler bende izler bırakmıştı. Hayatın yenik yüzünden seslenen karakterler, kendi kaderlerini hikâye anlatıcısının rahatlığıyla bize gerçekçi ve akıcı bir şekilde anlatır.
Bu kitaptaki öykülerde kısa cümleler, yerinde betimlemeler, kolay bir anlatım dikkat çekerken Kar Makamı’nda cümleler yer yer uzamış, betimlemeler artmış, dil arayışlarına girilmiş. Ayrıca ilk kitaptaki bütün öyküler bir acı, pişmanlık, tortulaşmış hüzünler etrafında şekillenirken; ikinci kitapta konular çeşitlenmiş, kurmaca daha ön plana çıkmış. Kitapta üç farklı izlekten söz edilebilir; birincisi, bireysel ve toplumsal meselelerin yansımaları; ikincisi, kurmaca yönü ağır basan ama hayatın farkına dikkat çeken öyküler; üçüncüsü, hikmet/arayış öyküsü.
Gemici’nin öyküleri bulundukları andan başlayarak flashbackle derinleşen ve sonra yeniden kendi zamanlarına, ama bu kez farklı bilinçle dönen öykülerden oluşuyor. Kırılmaları, derin izleri içinde barındıran geçmiş zaman, bazen bugünün sebebi bazen de çatışmanın nedenidirler. Bu sayede öyküler düz bir zeminde akıp gitmez. İleri geri sararak anlatım canlılık kazanır. Karakterlerin yaşadıkları geçmiş ve bugün arasındaki çatışma, gerginlik ve kırılma okurda da gerçekleşir.
Öyküde kullanılan her kelimenin veya her imgenin derin anlamları vardır Gemici’de. Kar Makamı’nda bunu bir kez daha görüyoruz. MusikişinasBuhurizade Mustafa Efendi’nin öyküleştirilen hayatını dikkate aldığımızda “Kar Makamı” farklı bir anlama kavuşuyor. Her ne kadar kar yağıyor da olsa anlatılan konu, kullanılan atmosferle musikide kullanılan bir form olan “Kar” öyküye giren her şeyin bir anlamı olduğunu gösteriyor. Karlar bestekarların güçlerini ortaya koydukları en büyük eserler olduğundan çok önem arz etmektedir. Itri’nin konu edildiği bu hikâyede hem bestekarın büyüklüğüne hem de icra ettiği musikiye dikkat çekilir böylece. Itri’nin hayatına etki eden dönemin şartları, Merzifonlunun idamı, kadın efendilerin halleri musikişinas üzerinde derin izler bırakır.
Her şeyden el etek çeker ve bir şifahaneye gizlenir. El içine çıkmak istemez. Allah’a ulaşmaktır amacı. Öykünün son cümlesi de (öykü gerçekliği olarak) ona ulaştığını gösterir. Son cümle kendi bestelediği tekbirdir. Bunun devamı olarak, Gemici’nin öykü adları da öyküye dair önemli ip uçları verir. “Hayat, O Tatlı Elma” ve “Nurdan Irmak” imgesel yönleriyle öne çıkan başlıklardır mesela. Elma, efsaneye göre cennetten kovulmanın ve yaşamın simgesidir. Bu öyküde elma, kanser hastası Galip Bey’in yaşama arzusunu simgeler. Gregor Samsa’da ölüme neden olan elma Galip Bey’de yaşama arzusuna dönüşür. “Nurdan Irmak” ise “şehitlik” ile ”nur”un birlikte kullanılmasıdır.
Gemici, öykülerini yaşanmışlık üzerine kurar. Konuları hayatın içindendir. “Deneyin İlk Günü” ve “Kavuşma” dışındaki öyküleri bildiğimiz, duyduğumuz, hayatla bağı olan öyküler. Diğer iki öykü ise daha çok kurgusal olup bir aydınlanma anı ile hayatın fark edildiği öykülerdir. “Deneyin İlk Günü” öyküsü bir hapla bütün acılarının silineceği bir deneye girişini, daha doğrusu girmeyişini anlatır. Yaşadığı travmaları atlatamayan kişi bu deney sayesinde her şeyi unutmayı planlar. Fakat rüyasında dedesinin “Neden yapıyorsun?” sorusu öykü için bir açılım sağlar. “Geriye ne kalacak acılar silindiğinde?” “Nasıl dayanacağız o zaman olup bitenlere?” soruları öykü için ehemmiyete haizdir. Karakterin fare olmadığını anlamasıyla öykü biter. “Kavuşma” öyküsünde de fantastik öğelerle yaşamın değeri vurgulanır.
Herkesin sıra beklediği cam küpe girmek isteyen karakter amacına ulaşır. Ama elinde ninesinin hediye ettiği kafesin içinde bülbül vardır. Önce bundan memnun olmaz, lakin iyi insan olmanın kuralları vardır. Hayır diyemez. Çünkü bu da cam küpe girmenin şartıdır. Kurallar sürekli vurgulanır ve iyi insan olmak gereklidir. İyiliğin kaidesi ise onların belirlediği kurallardır. Karakterin elindeki kafes ile cam küp aynıdır aslında. Cam küp de bir nevi kafestir. Orada verili kodlara göre yaşayacaktır. İçeri girerken bülbülün boğazına pranga takılır, çünkü sesin de bir ölçüsü vardır. Artık bülbül kendisi gibi ötemez. Kişi bunun farkına varır. Kendisi olamayan bülbül sayesinde tatsızlığı, yavanlığı fark eder ve içeri girmekten vazgeçer.
Gemici’nin öyküleri yaşanmışlığa yaslıdır, demiştik yukarıda. Evet, içimizi yakan, bize o anı hissettiren öyküler daha çok bireysel ve sosyal meseleler etrafında gelişenlerdir. Bireyi anlatan öykülerin de toplumsal yapıya etki ettiğini söylemek mümkün. Hepimizin ortak yarası olan konular bunlar. İlk öykü kanser hastası emekli asker Galip Bey’in yaşama arzusunu, ikinci öykü “Mandalina”, bir aşk üzerinden yirmi sekiz şubatın zemin olduğu farklı dünyaları ve uyuşmazlığı, “Beraber Dönmek” öyküsünde kocasının şizofren olduğu ortaya çıkan bir kadının ızdıraplı karar verme süreci, “Aziz Messi” öyküsünde mülteci sorunu ve ege kıyılarında gerçekleşen yasadışı kaçış mücadelesi, “Müsait bir Yerde” öyküsü madde bağımlısı bir gencin bundan kurtulma ve hayata tutunma gayreti, “Nurdan Irmak” öyküsü ise asker, şehit ve aile kavramları etrafında ele alınır.
Gemici öyküye iyimser pencereden bakar. İnsana dokunan acıları anlatsa bile merhametli bir bakış sezilir. Bu bakış özellikle öykü sonlarında belli olur; aydınlanma, rahatlama ve mutlu sonla biter öyküler. Okuru arafta bırakmaz Gemici. Hikâyeye odaklıdır, anlatmak istediği şey ne ise onu anlatır. Okura o atmosferi yaşatarak bir etki uyandırmayı amaçlar.
Gemici’nin üçüncü kitabını merakla bekleyeceğim.
ALİ GÜNEY:
Mukadder Gemici ikinci hikâye kitabı Kar Makamı ile Çoğul Bakış’ın gündeminde. Çoğul Bakış için kitabı ikinci kez okudum. Enfes bir kitap kapağı hazırlamış Dergâh, değinmesek olmaz.
Gerçek şu ki, ilk kitabı Asla Pes Etme ile hayatımıza giren yazarın ikinci kitabını görünce daha “başka” şeyler beklemiştim. İlk kitabını çok sevdim ya hani, ikinci kitabı daha çok seveceğim gibi. Olmadı. Mayıs ayındaki ilk okumamda, kitabı çok zayıf görmüşüm. Notlarıma böyle yazmışım. Eylül ayındaki ikinci okumamda ise daha “insaflı” şeyler söyletti kitap. Bu insafı edinirken, “beklenti” ile bir esere yaklaşmanın, hatalı bakış açısını gördüm/ fark ettim. Yazarı ve eseri anlamak yerine, zihinde bir yere oturtulmuş yazar/eser hakkında konuşmak, temel argümanlarınızın zayıflamasına sebep olabiliyor. Bu yüzden Kar Makamı’nı ikinci kez okuyunca, yazarı/eseri zannediyorum ki: “daha iyi anladım”. Bununla birlikte şahsi bir diğer durumu da belirtmeliyim, bir öykü/hikâye kitabını değerlendirirken kitabın içindeki metinleri anlatmayı hiç sevmiyorum. Aşama aşama metni anlatmak, “ana fikir sorulunca konuyu anlatan” ilkokul öğrenciliğimi hatırlatıyor bana…
Bir hikâye nasıl doğar? Bu soruya cevaben çok farklı görüşler olabilir. Bu soruya cevabımızın ise hikâye yazma biçimimizi etkileyeceğini düşünüyorum. Feridun Andaç, 2014 yılında Ceres yayınlarından çıkan Öykü Yazmak Hikâye Anlatmak isimli eserinde, Flannery O’Connor’dan şöyle bir alıntı yapıyor: “Hepimiz kendi anlayışımıza göre yazarız ama kurmaca metnin ayırt edici özelliği kuru yüzeyin, bazı okuyuculara dar anlamıyla eğlence; daha derin birikimi olan okuyuculara da aradığı anlam zenginliğini verecek şekilde yazılmış olmasıdır.” Mukadder Gemici’nin metnini okurken böylesi bir noktadan ilerlemek güç. On iki hikâyeden oluşan kitap, “Hayat, O Tatlı Elma” hikâyesiyle açılıyor. Müthiş bir başlık. Kitabın ismi bile olabilirdi bence ama yazara bu konuda karışmak doğru değil elbette. Bir kameraya dönüşen kalemiyle okuyucuyu metinde tutan bir anlatı ile karşılaşıyoruz: “Şimdi görüyor olmalısınız...” , “…siz de şahitsiniz…” diyerek. Metinleri okurken, anılar, olaylar, görüntüler bize açıklanarak, gösterilerek ilerliyor.
Mukadder Gemici, görselliğin başrol oynadığı böylesi bir çağda değişen konu çeşitliliği, ülkesinde, insanında, insanda yaşanan sıkıntıları anlatan yazar olarak farklılaşıyor ama geleneksel hikâyeden ödün vermeden anlatıyor. Kimi okura göre bu bir eksiklik olarak okunabilir. Asla! Şöyle belirtmek isterim ki: günümüz hikâye/öykü dünyasında yapılan birçok “yeniliğin” yenilikle ilgisi olmadığını düşünüyorum. Elli kuşağı öykücülerinin başardığı şeyin göz ardı edildiğine inanıyorum. Anlatının sıkça tekrara düştüğünü hissetmekte iken şu sorularla karşılaşmamız doğal: Anlatı niye bitmedi? Homeros’tan bu yana her şey anlatılmadı mı? vs… Biçimin bir kurtarıcı olarak anlatıcıya ip uzattığı bu durumda, dünyanın değişen doğası da tükenmeyecek “yeni”nin olanaklarını sunacaktır. Metnin anlatıdan çok biçime evrildiği, dil oyunlarının hikâye/öykü ortamında hegemonik bir unsur olarak karşımıza çıktığı şu zamanlarda Mukadder Gemici’nin anlattığı gibi bir anlatıyı önemsiyorum.
Denizlerde yaşanan mülteci dramı da, 28 Şubat da, güneydoğu da, madde bağımlılığı da öykülerde tema olarak yer alıyor. Necip Tosun’un Modern Öykü Kuramı’nın sunuş kısmında belirttiği gibi: “Öykünün yönelimi ne olursa olsun kopmadığı tek şey yaşantıdır.” Yaşantıdan kopmayan, yaşantıya dokunan her hikâyede ise sorgulayan, düşünen bir hikmetli bakış açısını hissettiğimi, metnin hissettirdiğini eklemek isterim.
Devrik cümleleri seven bir anlatıcı, Mukadder Gemici. Cümlelerle oynamak önemli görülebilir ancak bu durumun metin ritmini beslemesi/güçlendirmesi gerektiğini düşünüyorum.
Hüseyin Su, öyküyü “…hayatın bize yaptıklarına karşı bir misilleme olarak anlıyorum. Yani hayata karşılık vermek…” diye tanımlıyor. Mukadder Gemici’nin “hayata verdiği karşılıkların” biz okurlarına yeni hikâyeler, kitaplar sunmasını diliyorum.
BETÜL OK:
Mukadder Gemici, ilk kitabı Asla Pes Etme’den sonra Kar Makamı ile karşımızda. Öyküde kendi tarzını yakalamış bir kalem olan Gemici’nin, özellikle hayatın içerisinde olanı, gündelik yaşamı, kadın ve erkek rollerini anlatma yetisi çok yüksek. Kitapta daha çok karamsar ruh hali, hastalık, iç çekişme gibi konular derinlemesine işleniyor. Gemici, zor olan bir şeyi başarmış. Bana göre, bir uyuşturucu bağımlısını, mülteciyi, şizofren eşi olan bir kadını yazmak zor bir iş. Yazar, gerçeklik düzlemine oturtacak şekilde ama öykünün ritmini bozmadan bunları başarı ile anlatıyor. Öykü temaları işlenirken olaydan olaya atlama, fragmantal yapı, tanrısal bakış açısı, bir olayı anlatırken geçmiş ve gelecek bağlantıısı kurma yönelimleri, bariz bir şeklide göze çarpıyor. Bu zaman zaman okuyucuyu kopartırken zaman zaman da acaba şimdi ne olacak sorusunu sorduruyor. Hayatın içinden olayları ve konuları dile getiren Gemici, çatışma unsurunu çok fazla kullanıyor. İslami kaygılar ile örülen öykülerde tasavvufi bir dil kullanılıyor.
İlk öyküden itibaren, yazarın dil dünyasına dâhil oluyorsunuz. Yazar, iç monolog ve betimlemelerden oldukça fazla yararlanıyor. Gemici, hareket bildiren cümleleri ile bazen bir film senaryosunun içindeymişsiniz hissini uyandırıyor. “Hayat, O Tatlı Elma” adlı ilk öyküde anın yaşanması ve daha sonra olayların geriye sarılması bana bunu hissettirdi. Yazar, “Mandalina” öyküsünde kimlik karmaşası yaşayan bireyi anlatarak toplumsal bir konuyu işliyor. Genellikle tüm öyküde karakterlerin isimleri ve cinsiyetleri belli. İsimler, bazı kalıpların sık sık tekrarlanışı zamanla okuyucuyu yoruyor. Daha çok kesik ve devrik cümle yapısı ile öykü yazımını seçen yazar, Peyami Safa gibi yazarlara, kıssalara, Şark klasiklerindeki hikâyelere, Osmanlı toplumundaki kişilere, türkülere atıf yapıyor. Öyküler daima çatışma üzerine kurulu.
“Beraber Dönmek” adlı öyküde genç-yaşlı, ölüm-hastalık, ip-yumak-düğüm gibi küçük noktaları dikkatlice takip ettiğimizde gizli bir mesaj alıyoruz. Dili ağır olmamasına rağmen “Kar Makamı” adlı öyküdeki geçişler okuru zorluyor. Karakterin verdiği tepki ve öykünün gidişatını belirleyen pişmanlık halinin sebebi cevapsız kalıyor. “Kavuşma” adlı öykü bence kitabın en grift, en bilinmez, en kapalı öyküsü idi. Bülbül imgesi ve gidilen yer ile ilgili tasavvur, tahayyül geliştirebilmek çok güçtü. Buna rağmen yine de ahlaki ve nefsi bir sorgulamanın gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Gemici, bazı hikâyelerde, “Nurdan Irmak” gibi, olay sıralamasına yer vermiyor. Sanırım bunu okuyucunun kendisinin yapmasını istiyor. Bu sebeple öykünün sonuna kadar kaygan bir zeminde ilerliyor gibi hissediyorsunuz. Bunun sebeplerinden bir diğeri de yazarın dış tasvirlerde başarılı olduğu kadar iç konuşmalarda da başarılı oluşu.
Yoğun iç konuşma, karakterin kendisi ile yüzleşmesi esnasında bunları hissediyorsunuz. Gemici’nin öykülerinin neredeyse hepsinde açık, anlaşılır ve kavranabilir bir son var. Bunlardan ayrı olarak ben, kitabın iki bölüme ayrıldığı hissine kapıldım. Yazar, ilk bölüm olarak adlandırdığım yerde içerik bakımından zengin, tek tek öykülere yer verirken, ikinci bölümde başlı başına bir kitap olabilecek öyküye yer açıyor. “Alaba” isimli uzun öykü, yine sinemasal bir anlatım ile yazılmış. Kalabalık kadro, başroldeki kişiler, mahalle/mahalleli, toplumsal baskı, aile ilişkileri bakımından yoğun bir arka plana sahip. Gemici, diğer öykülerinde olduğu gibi bir kez anlatacağı kişilere bile öykü içinde isimleri ile yer veriyor.
“Alaba” isimli öyküsünü baş karakterleri Fazıl Bey ve Mesude Hanım Türk toplumundaki geleneksel aile yapısını ifade ediyorlar. “Doğulu değil misiniz, hepiniz vahşisiniz.” diyen yabancının bu söylemi üzerinden Doğulu-Batılı kimlikler arasındaki gerilim ifade ediliyor. Duygusal bir ilişki tabanlı toplumsal ve psikolojik çözümlemeler sayesinde öykü, okuyucuya zengin bir okuma imkânı sunuyor. Son öykü etkileyici detaylara sahip olması ve vurucu tavrı ile kitabı farklı bir görünüme sokuyor. Tarz olarak geleneksel öykü türüne yakın olan Gemici, kendi içinde tutarlılığı olan öyküler ile bir kez daha karşımıza çıkıyor.