Çoğul Bakış: Düğün Daveti, Emine Batar
Yazar, bir eksiltili anlatımdan yararlanıyor. Eksiltili dil değil bu. Anlatım. Bize öykünün gösterilmesi gereken noktalarını göstermekle yetiniyor. Göstermedikleri ise zihnimizde tamamlanıyor. Bunu büyük bir ustalıkla yapıyor.
ABDULLAH HARMANCI:
Emine Batar’ın ikinci öykü kitabı Düğün Daveti (2015), ilk kitabı Uzayan Gölgeler’e (2014) oranla bir sıçramadır. İlk kitabında da iyi öyküler yazacağını belli eden Batar, doğrusu sadece bir sene sonra yayımladığı bu ikinci eseriyle bir ilerleme değil, bir sıçrama gerçekleştirdi. Kitabın açılış öyküsü “Süleyman’ın Ölümü”, sosyal medya üzerinden bir “dünyevileşme” eleştirisi. Bu “dünyevileşme”nin dindarane bir söylem ile sunulması yazarın sadece sosyal medyayı değil aynı zamanda sosyal hayatı da ne kadar iyi takip ettiğini gösterir. Zira dini bir söylemin artık dünyevileşme arzularınızı gerçekleştirmenizi kolaylaştırdığı bir vakıa.
Okul müdürü Süleyman tam da bunu başarıyor. Kendi kişisel kariyerist hedeflerini gerçekleştirirken bir taraftan da sosyal medya diline dini bir söylem eklemeyi ihmal etmiyor. Elbette vıcık vıcık bir yapaylık, insanın midesini kaldıracak bir sahtelik Süleyman’ın ışıltılı dünyasını sarıveriyor. Emine Batar, bununla bırakmıyor. Süleyman’ın kariyeri gümbür gümbür ilerlerken ona bir de ölüm hediye ediyor. Üstüne üstlük bir de eski, yarım bırakılmış aşk hikâyesinin kırıklığını ilave ediyor. Süleyman, anlatıcımızın eski âşığı oluyor.
Buraya kadar çizdiğim tablo, Emine Batar gramerinin birkaç kuralını bize veriyor. İlki, çok evrensel boyutta verilen bir dünyevileşme eleştirisi. Sahtelik, yapaylık, insanın hakikatinden ayrılıp putlarının peşine düşmesi. İkincisi, Emine Batar, ölümü tam da bu noktada çok işlevsel kullanıyor. Ölüm, Batar’da bir intikam alma aracı. Kimden? Kendini unutup hakikati unutup arzularının peşine düşen sahte insanlardan. Ölüm, adeta, vıcık vıcık dünyaya batmış insanlardan anlatıcının veya yazarın bir intikam alma yöntemi.
Yani siz dünyada kazandınız ama bakın hepsi bu kadar değil, durun bakalım, daha neler var, demek. Üçüncüsü de, Batar öykülerinde çokça gördüğümüz bir izlek, eski bir kırık aşk öyküsünün bir yerlerden fırlayıp gelmesi, hayatın olağan akışını bozması, her şeyi allak bullak etmesi. Ama gene de bir anlık tereddüdün ardından, hayatın doğru ve düzgün akışını yeniden bulması. “Hatırlayış” öyküsünde tam da bu oluyor. Ancak hâlâ gözümün önündeki Emine Batar öykücülüğü portresini çizmiş değilim. Belki de söylemem gereken en önemli şeyi söylemedim.
Yazar, bir eksiltili anlatımdan yararlanıyor. Eksiltili dil değil bu. Anlatım. Bize öykünün gösterilmesi gereken noktalarını göstermekle yetiniyor. Göstermedikleri ise zihnimizde tamamlanıyor. Bunu büyük bir ustalıkla yapıyor. Sanırım edebiyatımızın en içli, en hüzünlü öykülerinden biri “Olduğu Gibi” öyküsü buna örnek. Seneler önce delirmiş ve mahalleden ayrılmış olan “deli”, ansızın ortaya çıkar ve mahallenin kasabı, ona eşinin başka biriyle evlendiğini anlatmaya çalışır. “Deli”nin içler acısı hali, yazarın sadece onun hareketlerini betimlemesiyle ortaya çıkar.
Geçmişi, bırakıp gittiği evde yaşayan babası, onun balkondan bakarken oğlunu tanıyamayışı gibi detaylar bütün bir tabloyu zihnimizde canlandırır. Emine Batar, aynı zamanda, hemen bütün metinlerinde içimizde tanımsız bir acıma hissi uyandırmakta mahirdir. Felçli kocasına bakmakta ısrar eden kadına da, ona muhtaç durumda olan kocasına da acırız. Üstelik kadının kocasıyla yollarını ayırıp ayırmamakta çok da kararlı olmadığını görürüz. Veya ölümcül hastalığa yakalanmış bir çocuğun ağzından anlatılan “Eşik”te, ölüme çok yaklaştığı anlaşılan çocuğun ölümün eşiğindeyken hissettikleri verilir.
İçimizde büyük acılar yaratmayı bilen Batar, duygu sömürüsü yapma-mayı da bilir. “Çukur”da, öyküyü özürlü bir çocuk anlatır ve biz onun içinde yaşadığı cendereyi öğreniriz. Toplum, bazen acıyarak bazen kabaca çocuğu kendi cenderesi içine almıştır. Burada belirlemeye çalıştığım beş veya altı madde, şimdilik görebildiğim kadarıyla Emine Batar öykücülüğünün gramerini ortaya koyan özelliklerdir. Sağlığını, aklını, hayatını, eşini, çocuğunu, huzurunu, mutluluğunu kaybetmiş insanların yaşamlarından birkaç karelik enstantaneleri gösteren yazar, zaman zaman dilinde, anlatımında, klasik eserlerin, (mesela Mansfiled’ın) tadını, kokusunu, esintisini bize ulaştırmayı başarır. Eğer bu çizgisini devam ettirirse, Batar, kendi nesli içerisinden çıkacak birkaç isimden biri olacaktır!
İSMAİL ÖZEN:
Düğün Daveti’nde yer alan öykülerin en belirgin iki özelliği, yoğun bir şekilde kahramanların psikolojik dünyalarına yer verilmesi ve karşıtlıklardan yararlanılması. Mesela “Bir Gece Yarısı”, iflas etmiş bir esnafın intihar etmekten son anda vazgeçişini; “Eşik”, ölüm döşeğinde hasta bir çocuğun algısını; “Bilinçaltı”, üç yaşındaki kızı ölmüş bir annenin susturamadığı bilinçaltını; “Açık Kapı”, taşra kentinde yaşayan bir kadının on dört ay evli kalıp ayrıldığı İstanbul’da yaşayan sarhoş kocasına dönüp dönmeme konusunda iç dünyasında yaşadığı gelgitleri; “Aldanışlar”, sekiz buçuk yıl evli kaldığı kocası tarafından terk edilen bir kadının sorgulamalarını; “Eğri Duvar”, farklı bir hayat algısına sahip bir kadının kocasını terk edişini yansıtan psiko anlatılar olarak okunabilir. Elbette burada birer cümleyle özetlendiği kadar yalınkat değil öyküler. Zaten onları iyi öykü yapan da bu konular, bu içerikler değil. Ne anlatılıyor olursa olsun bütün öykülerde ayrıntıları, güzellikleri gören ve kaydeden bir göz var. İşte onları kaliteli yapan bu bakış, bu algı diyebiliriz.
“Süleyman’ın Ölümü”, “Yazgı”, “Düğün Daveti” ve “Sokak” ise yukarıda sözünü ettiğim karşıtlıkların işlendiği öyküler. Özellikle “Sokak” ve “Düğün Daveti” farklı bakış açılarının serimlenmesiyle durum ironisinin oluşturulduğu öyküler. Sokak, realizmin ve onun şiirdeki karşılığı olan parnasizmle empresyonizm arasındaki farkı ortaya koymak için yazılmış bir öykü gibi. Bilindiği üzere parnasizm ısrarla görünen gerçekliği nesnel bir biçimde yansıtma taraftarı olmuştur. Empresyonistlerse algıda nesnelliğin mümkün olmadığını; insanın dış dünyayı kendi duygularının, kişiliğinin ve içinde bulunduğu psişik durumların dolayımından algıladığını savunmuşlardır. Empresyonizm günlük hayatta zaman zaman kullandığımız “Oradan öyle mi görünüyor?” sözünün kuramlaştırılmasıdır bir bakıma.
Öyküde hukuk fakültesini kazanmış bir kızla işten atılmış bir adam aynı sokakta yürüyorlardır. Bir süre sonra da karşılaşırlar zaten. Kız son derece neşelidir ve bakışlarındaki güzelliği eşyada görür, adam ise üzgün ve öfkelidir, o da iç dünyasındaki karamsarlığı bakışlarına ve eşyaya yansıtır. Daha ilk satırlarda kız taş döşeli yola, bahçe duvarlarından sarkmış ağaçlara sevgi ve hayranlıkla bakarken adam yola, bahçe duvarlarından taşan ağaç dallarına öfke ve hoşnutsuzlukla bakar. Öykünün genelinde “Nasılsak eşyayı öyle görürüz ya da içi güzel olan eşyayı da güzel görür,” cümlesiyle özetlenebilecek sıra dışı bir öykü izleği var. Ama yukarıda da söylediğim gibi edebiyatta asıl olan ne anlattığınız değil, nasıl anlattığınızdır. Dolayısıyla öyküleri birkaç cümleyle özetleyerek aktarmak öykünün asıl göstermek istediğini ıskalamak anlamına gelebilir.
Emine Batar öykülerinde temiz bir dil işçiliği ve anlatmaya çalıştığına, oluşturmak istediği etkiye dönük bir üslup tasarrufu var.
“Süleyman’ın Öyküsü”nde son zamanlarda sık sık gündeme gelen “Edebiyat ne işe yarar?” sorusuna cevaplar buldum. Öyküde anlatılanları, edebiyattan başka neyle böylesine etkili bir biçimde anlatabiliriz?
MEHMET KAHRAMAN:
Düğün Daveti Emine Batar’ın ikinci öykü kitabı. Geçen yılın sonlarında üçüncü öykü kitabını çıkaran Batar, üretken, öyküyü düşünen ve öykü üzerine yazan kalemlerden. Kendi dilini, öykü anlayışını oturtmuş, ne anlattığının ve nasıl anlattığının farkında olan birinden bahsediyoruz. Batar; ölçülü, kontrolü ve sakin bir anlatımla öykülerini kurar. Anlatırken acele etmez, bazı öyküler, ancak son veya sondan bir önceki paragrafta kendini ele verir. Anlatıcının okuru nereye götürdüğünü, ne demek istediğini ancak sonda anlayabiliriz; “Mısır Püskülleri” öyküsü buna en iyi örnektir. Bu öyküde, klasik kadın erkek arasındaki bir alışveriş kavgası olarak okunacağımızı tahmin ederken, metnin geçmişin derin iz bıraktığı bir hikâyeye evrilmesi, hem şaşırtıcı hem de yakıcıdır. Anlatıcı sona kadar hiç renk vermez ve alışık olmadığımız bir hitapla “Bay Suphi” der karakterine. Bay Suphi’nin bilinmeyen, üstelik eşinin bile bilmediği, hayatı aslında koca bir travmadır.
Bazı insanlar vardır yaşadıkları acıları anlatarak aşmaya çalışırlar. Batar’ın öykülerinde karakterler, dertlerini birileriyle paylaşmaz, konuşarak rahatlamazlar; yalnızca onları yöneten iç ses hakimdir öyküye. Öyküyü de hayatı da kontrol eden o iç sestir. Öykülerin geneli üçüncü tekil anlatıcıya sahiptir. Nesnel bir bakış ve yoğun bir dil ile hikâyeler örülür. Öykülerin ortak özelliği yaşanan incinmişliğin günün birinde yüzeye, yani bilinç seviyesine çıkmasıdır. Hatırlatıcı ve yüzleştirici olarak da yeni oluşan bir etken söz konusudur. Kişi durduk yere geçmişi anımsamaz. Hatta tam da unutmuşken tekrar o günlere dönmek küllenen koru yeniden alevlendirmektir. “Süleyman’ın Ölümü”nde olduğu gibi bir gönül yarası yeniden açılır.
Birinci şahıs anlatılarda derin ve çoğul okumaya müsait bir yapı dikkat çeker. Konu etraflıca, okurda iz bırakacak şekilde ele alınır. Üçüncü tekil öykülerdeki nesnellik dışarıdan bir bakışla görünen üzerinden okunurken, birinci kişi ağzından anlatılan öyküler çok yönlü, yoğun hisler barındırır. “Süleyman’ın Ölümü”nde anlatıcı kadındır; eşi, kızı değil eski bir gönül ilişkisi. Öyküde, müdür Süleyman’ın hırsı, yükselme arzusu öne çıkmışken arka planda yarım kalmış bir ilişki gerçekliğine dokunur.
“Öyleyse kalbim niçin, beni çoktan unutmuş o uzak bedenin ölümü için neden bu kadar üzgün?” diyen anlatıcı unutmamamın ızdırabını yaşar. Bu öykü kitabın en beğendiğim öyküsüdür. Batar’ın bütün öyküleri hayatı ve insana dair olanı anlatır, insana dokunan, onu üzen, hayatı yaşanmaz kılan ne varsa konu eder öyküye; fakat bu öyküde ana karakter bir değil iki kişidir bana göre. “Rolünü doğru oynayan” Süleyman ve anlatıcı kadın. Anlatan, başkasına dair görüşlerini ve gözlemlerini dile getirirken kendine ait parçaları da gün yüzüne çıkarıyor.
Düğün Daveti’nde, hayata dair, yerinde gözlemlerle karşı karşıyayızdır. Bugün olup bitenler, bugünün insanın içinde yaşadıkları, içinden çıkmaya çalıştığı toplumsal ve kişisel meseleler iyi müşahede edilmiştir. Düğün davetinde insanların kendilerini nasıl maskeledikleri, “moda” kıyafetlerle kendilerini konumlandırma gayretleri, onlardan olmayanın hemen anlaşılması ve dışlanması, varlıklı olan ile mesafe ve hiç kimsenin kendisi olamamasını toplumsal eleştiri olarak okumak mümkün. Kendimize itiraf edemediğimiz ama aslında hepimizin bildiği insanlık halleri de ayrıca bahsedilmesi gereken husus.
Özellikle “Süleyman’ın Ölümü” öyküsünde insanın arızi halleri, yükselme, tanınma, şöhret isteği ve isteklerini gerçekleştirmek için de neler yapması gerektiği, bunları yaparken nelerden vazgeçtiği ya da farkında olmadan kaybettiği yanları idrakimize takılır. Bugün sosyal medya sadece görünme isteğini kamçılamaz, birini takip etme, onun hayatını izleme, attığı adımı takip etme adına tecessüsü harekete geçirici olarak da hayatımıza girmiştir. Batar, bu gözlemlerini öyküde yerinde kullanmıştır.
Gözlemden bahsetmişken şunu da belirtmek lazım. Gözlem dediğimizde sanki etrafımıza dikkat kesilmek gibi anlıyoruz. Oysa dıştan yansıyan görüntüler içe dair önemli bildirimler sunar. Düğün Daveti’nde kişilerin psikolojilerine, bastırmaya çalıştıkları yanlarına, görünmesini istemedikleri taraflarına da ışık tutulur. Zaten asıl anlatılmak istenen odur. İnsanı o hale getiren temel etken vurgulanarak öykü biter. Öykü tamamen anlatıcının kontrolündedir ve o anlatıcı anlatacağı hikâyeden emindir. Hiçbir şekilde sapma yapmaz, anlatı risklerine yer vermez, her şeyin farkındadır.
Son olarak şunu söyleyerek bitireyim. Farklı konularda, aynı tonda yazmak zordur. Düğün Daveti ölüm, aşk, intihar, iflas, savaş, engelli çocuğun dramı, hayırsız evlat, psikolojik yıkımlar gibi insani konuları ustalıkla ele almıştır.
ALİ GÜNEY:
Yazıma kitabın ismiyle başlayayım. Öyle şık, öyle zarif ki… Yazarlar, hepimizin malumudur ki, kitaba isim verirken zorlanırlar. Daha fiyakalı, daha yerine oturan bir isim aranır. Öyle ki, kitap ismi, içeriği kadar önemlidir. Emine Batar’ın kitabını elime alınca farklı bir şey yaptığını düşündüm. Düğün Daveti, ülkemizde öyle eni-konu geniş bir alana yayılıyor ki. Hangi sosyal statüden olursa olsun, düğün davetinin hepimizde bir yere dokunması, bu güzel buluş, beni etkiledi doğrusu. Daha sade, herkesi kapsayan, hepimizi içine alan, hepimiz için bir anlama dokunan, bu ismi çok sevdim. Sadeliğin yakaladığı hınzır kıvraklığı beğendim.
Anlatı dünyasında popülerleşen temalar vardır. Emine Batar tema bakış alanını hayli geniş tutarak kuruyor metinlerini. Bir kasaba sevdası, bir teknoloji mağduriyeti oluşturmadan insanı anlatıyor.
Emine Batar anlatısını oluştururken, dikkatli bir kurgu oluşturuyor. Bu kurguya biraz odaklanalım. İlgi çekici bir ilk cümle, ilk paragraf oluşturmak telaşına düşmeden, sıradanı, anlık bir hisse dikkat çekerek, okuru meraklandırmayı başararak başlıyor öyküye: “Yorgun bedenini sandalyeye bıraktı” (“Yazgı” öyküsü), “Bahçede mi oldu bütün bunlar?” (“Eşik” öyküsü). Metnin başlangıcında yer alan merak hissini, samimiyeti okura aktaran bu cümleler bana Ramazan Dikmen öykülerini hatırlattı.
Öyküler ilerlerken yazarın başardığı ikinci şey, temaların hayatın içinden gelip sayfalara karışmasıdır. Okuduğumuz kurgu bizde sanki gerçekmiş hissi uyandırıyor. Bu gerçekliğin çevresini kelime kelime ören yazar, anlatının dallanıp budaklanmasına izin vermiyor. Anlattığı kahramanları bir çatışmanın üzerinde iyi konumlandırıyor. Metnin bir çatışma, bir bıçak sırtı durum üzerinde ilerlediğinizi anlamanıza rağmen, metin sizi bırakmıyor. Bu noktada, metni kavrayan okurun pes etmesi gündeme gelebilir. Bence, Emine Batar sıkı kurduğu öykü atmosferi ile okuru, “olayı çözmekle” meşgul ettirmiyor.
Çatışma dediğimiz şey ise, elbette her öykücü için elzem görünebilir. Ama burada beni etkileyen husus yazarın, bu çatışmaları işlediği alanları geniş tutabilmiş olmasıdır. Yazgı öyküsünü okurken, felçli adam ve kadın hikâyesi bize çok cazip gelmeyebilir. Ama bu öyküde, kadın mutfakta iken, fabrikadaki arkadaşlarını, onların sözlerini düşünürken, kocası olmayan o adamı düşünüp gülümsediği an, içerden kocasının sesinin gelmesi ve bu anların çakışmasını anlatması. Kadının o anki hali. Bahsettiğim tam da bu anı yakalamak ve hissettirmek.
Kitapta beni en çok etkileyen öyküler: “Yazgı”, “Olduğu Gibi”, “Bir Gece Yarısı”. Şunu da belirteyim: Yazarla bir gün tanışma fırsatım olursa, “Film isimleriyle öykü isimleri arasında bir benzerlik var, tesadüf mü?” diye sormak istiyorum. Hani şahsi düşüncem şu, belki filmi izleyip bu öyküleri yazmıştır. Yazgı’yı, Uzak İhtimal’i izlemiş de, dur bu konuya bir de ben eğileyim demiştir.
Emine Batar öyküleri tek etkiye göre sonuçlanmıyor. Öykülerin değindiğimiz çatışmalar üzerine kurulu yapısı, karmaşıklığa evrilmeden samimi bir dille işlendikten sonra etkinin yayılması istenircesine bir final yapılıyor. “Aldanışlar” öyküsü finali örneğin şu şekilde bitiyor: “Sesinde, elindeki nesneye öfke vardı ve sanki diyordu ki ‘Sen sağla kalmış olsaydın, belki…’ Yüzüğü avucunda sıktıkça sıktı, sıktıkça sıktı.”
Ali Haydar Haksal Öykü Ağacı isimli eserinde, “İnsan sırlarıyla güzeldir,” demişti. Bu cümle çok etkilemiştir beni. Bir gösteri uğraşına dönüşen gündelik hayatımızda, insana bir nefes oluyor Emine Batar’ın öyküleri.
İnsana sırrıyla güzelleşmeyi öğütlüyor. Ne güzel.