Çoğul Bakış
İnatçı Leke’deki öykülerin hepsi kara anlatı kategorisinde değerlendirilebilecek metinler değil elbette fakat genel itibariyle tüm öykülerde görülen yoğun ve iç bunaltıcı ussallık, metinleri oluşturan her kelimenin hatta kırıntının büyük bir dikkatle konuya odaklanmış olması beni böyle bir değerlendirmeye itmiş olabilir.
İSMAİL ÖZEN:
İnatçı Leke, Handan Acar Yıldız’ın okuduğum ikinci kitabı. Daha önce Ağır Boşluk adlı kitabını okumuştum. Her iki kitabı okurken de Cahit Zarifoğlu’nun “Ne çok acı var.” sözünü ya da “Arzı mıyım ben tırnak arlarına kıymık giren ellerin…” mısralarını hatırladım. Hatta yazarın amaçladığı bir şey miydi bilmiyorum, “Kadavra Terapi” gibi öyküleri okurken bir vakitler Anna Kavan okurkenki gibi dehşete kapıldım. En son Roberto Bolano’nun 2666 adlı romanını okurken böylesine gerildiğimi, yorulduğumu; kitabı ne zaman elime alsam başımın tam tepesine kelepçe gibi bir ağrının çöreklendiğini hatırlıyorum. Bu kitapları okuduktan sonra bir kez daha hayatın acılarına, zulmüne, haksızlıklarına odaklanan kara anlatıları değil; acılar kadar da rahmete, huzura ve hayatın güzelliklerine odaklanan metinleri sevdiğimi fark ettim.
İnatçı Leke’deki öykülerin hepsi kara anlatı kategorisinde değerlendirilebilecek metinler değil elbette fakat genel itibariyle tüm öykülerde görülen yoğun ve iç bunaltıcı ussallık, metinleri oluşturan her kelimenin hatta kırıntının büyük bir dikkatle konuya odaklanmış olması beni böyle bir değerlendirmeye itmiş olabilir. Yoğun mantıksallık, alegoriler, birbiri üzerine yığılan dolu cümleler her iki kitabın da belirgin özelliklerinden. Öykülerde gerçekten şaşırtıcı bir mantıksal yoğunluk ve kusursuz denilebilecek bir örgü, dahası ritim ve bütünsellik söz konusu. Okuduğunuz her cümle kafanızda yeni boşluklar oluşturuyor. Fakat bu boşluklar, minimal bir üslup tasarrufunun ortaya çıkardığı boşluklar değil; cümlelerin derin felsefi anlamlar taşımasıyla ilgili. Hatta bu noktada durmaksızın konuşup duran, anlatan öykü kişilerinin biraz geveze olduğunu bile söyleyebilirim.
Öykülerin en belirgin özelliği alegorinin yoğun bir biçimde kullanılması. Ve genel itibariyle öyküler, fikirlerden ortaya çıkıyor ki zaten alegori de Henry Corbin’in ifadesiyle mantıksal bir işlemdir. Handan Acar Yıldız’ın öykülerde özel yer ve kişi adlarını neredeyse hiç kullanmaması ve modern zamanlarda gözden düşen alegoriye bu kadar çok yer vermesi bana Kojin Karatani’nin “Kenzaburo Oe’nin Alegorisi” adlı makalesini hatırlattı. Bilindiği üzere özel adlar, kainatta tek bir varlığı karşılayan isimlerdir, tür adları da kelimenin karşıladığı kavramla bağlantılı olarak türün tüm varlıklarını, nesnelerini kapsar. Karatani, anlatılarda bir bireye işaret eden özel adları olan kişilerin kullanılmasını modern edebiyata has bir özellik olarak zikreder.
Fakat sonrasında şu tespiti yapar: “Modern edebiyat tikelin evrenseli simgelediği yolunda bir kanaate dayanır.” (Tarih ve Tekerrür, Kojin Karatani, Metis Yayınları, Mart 2013, sayfa 118) Bizim geleneksel edebiyatımızda da kişiler belirli, özgül kişilikler; mekanlar da şimdi ve burada özel mekanlar değil; minyatürlerdeki gibi perspektifsizdir ve kavramsal olanı ya da başka bir deyimle ideleri yansıtır. Karatani de yazının devamında modern anlatılarda tersinden de olsa bireyin evrenseli, bir genelliği simgelediği görüşüne katıldığını ifade eder ki yazının başlarında W. Benjamin’in Goethe’den alıntıladığı aşağıdaki satırları aktarır:
“Bir şairin genelde tikeli aramasıyla tikelde geneli araması arasında büyük fark vardır. İlki alegoriye yol açar ki burada tikel yalnızca genelin bir hali ya da örneği işlevini görür; ikincisiyse şiirin hakiki doğasıdır: Tikelin genele dair herhangi bir düşünce ya da gönderme olmaksızın ifade edilmesi. Her kim ki tikeli tüm canlılığı içinde kavrarsa hiç farkında olmadan ya da daha geç bir aşamada farkına vararak geneli de kavrar.” (Aynı eser, sayfa 117)
Kuşkusuz birçok yazar daha genel ve tümel anlamlara varmak için alegoriyi kullanır fakat alemde var olan her şey bir sembol, ayettir, diye düşünürsek tikel ve özgül olanın da bütünlüğe varmak için bir araç olabileceğini düşünebiliriz. Bütün bunları tartışmak çok daha uzun bir yazının konusu olabileceği için aşağıdaki aktarmaları yaparak yazımı noktalamak istiyorum.
“P. Gode’ye göre sembol alegorinin tersidir. Alegori bir figüre varmak için bir fikirden yola çıkar oysa sembol her şeyden önce ve bizatihi bir figürdür ve bundan dolayı da birçok şey arasında fikir kaynağıdır.” (Sembolik İmgelem, Gilbert Durant, İnsan Yayınları, 1998, sayfa 10)
“Bu noktada simge ve alegori arasındaki farka değinmeliyiz. Alegori mantıksal bir işlemdir, yeni bir varlık düzlemine veya bilinç seviyesine geçiş içermez; başka bir şekilde de bilinebilecek olanın aynı bilinç seviyesinde betimlenmesidir. Simge ise mantıksal kanıttan apayrı bir bilinç düzeyine işaret eder; bir gizemin ‘şifresidir’, başka bir şekilde anlaşılamayacak olanı söylemenin tek yoludur.” (Bir’le Bir Olmak, Henry Corbin, Pinhan Yayıncılık 2013, sayfa 28)
ABDULLAH HARMANCI:
Doğrusunu söylemek gerekirse, Handan Acar Yıldız’ı bir hayli geç okudum. Ağır Boşluk’u okuyup bitirdiğim bir gece, neredeyse can havliyle, kendisine kitabıyla ilgili duygu ve düşüncelerimi aktaran bir not yazdım. Belki de daha çok duygularımı aktardım. Zira yazarın bu ikinci kitabını çok beğenmiştim. Özellikle “Konsomatris” öyküsü kesinlikle favorimdi. Heyecan içinde, okuyup yazan arkadaşlarıma da kitapla ilgili sitayişkâr mesajlar attım. Dikkatlerini çekmek üzere.
Ağır Boşluk’u neden bu kadar çok beğendiğimi kendime sorduğum zaman, ben de öyküler yazan biri olduğuma göre, vereceğim cevaplar büyük oranda, benim nasıl bir öykü yazmak istediğim ya da yazdığım sorusuna da karşılık olacak. Meselenin öznel bir tarafı var ama keyfi bir tarafı yok. Yıldız öykücülüğünün beni etkileyen özelliklerinin başında çok sıkı bir kurgulama becerisinin olması yer alıyor. İkinci sebep ise, yazarın, son dönem kadın öykücülerimizdeki o melankolik, gözyaşlı anlatım biçiminden uzak durmasını bilmesi. Gene çoğu çağdaşında göremeyeceğimiz cesareti. Okurda bir sahicilik duygusu uyandıran aykırılığı. “Asi”liği. En önemlisi de dile hükmetme kabiliyeti ya da bilgisi... Kadın öykücülerde görülen anlatıma sinmiş o dişil tavrın yerini daha trajik ve daha meydan okuyucu bir tavrın alması… Böylece İnatçı Leke hakkında düşündüklerimin de bir kısmını özetlemiş oldum. Fakat şunları da söylemeliyim:
Öykülerde, incinmiş bir “ben” var. Yaralı. Mutsuz. Çıkışsız bir ben bu. Geleneksel, muhafazakar bir toplumun mensubu. İstese de istemese de bu toplumun mensubu. Bir anlamda zoraki bir mensubiyet bu. Çevresindekileri sorgulayan, çevresindekileri beğenmeyen, ama en önemlisi çevresindekilerce beğenilmediğini, sevilmediğini düşünen bir “ben” bize geçmişinden sayfalar açıyor. Hınç!! Aradığım kelimeyi buldum. Yıldız’ın öykülerinde “hınç” var. Hak ettiği sevgiyi bulamadığını, sevilmediğini, hor görüldüğünü düşünen bir “ben” anlatıyor ya da anlatılıyor. (Ömrümü roman ve öykü incelemeleri derslerinde “Anlatıcı, yazar değildir.” sloganları ata ata geçirmiş biriyim, çok gereksiz bir bilgi olacak ama belirtmek gereği duydum: Handan Acar Yıldız’ı değil, onun öykülerindeki “merkezi birey”in genel özelliklerini konuşmaktayız.)
Bu hıncın, “ben”in çevresinden başlayarak yeryüzünü dolduran insanlara kadar ulaştığını ve bununla da kalmadığını söylemek zorundayım. Yani? “Merkez birey”in kahırlı sesi Tanrı’yı da kapsıyor olabilir. Yani ona da kahırlanılmakta… Bu “ben”in geleneksel bir toplumsal çevrede var olduğunu hatırlarsak, kahırlı sesin Tanrı’ya kadar ulaşmasının doğal sonucu hemen ortaya çıkar: Kişi çevresiyle “itikadi” denebilecek bir çekişmeye girer. Fakat bu “ben” de mümindir sonuçta. Dolayısıyla asıl çatışmayı kendi içinde yaşamaktadır. İtikadi sorgulamalar, düşünürken ya da konuşurken büyük bir varlığı incitmiş miyim kuşkusu metinlerin iç dokusuna sinmiştir. Ayrıca Yıldız öykülerinde baştan beri görülen nesnelerin ya da kavramların kişileştirilmesi alışkanlığı, öykülerdeki yalnızlığın ve yabancılaşmanın bir sonucu olabilir.
Son olarak şunu da belirtmek isterim: Bir yazara nasıl yazması gerektiğini söylemek doğru bir eleştiri yöntemi değildir. Fakat sadece bir noktaya dikkat çekmek isterim. Kitapta yer alan öyküler daha gerçekçi ve toplumsal karşılığı olan metinler ve gerçeküstü, felsefi metinler olmak üzere ikiye ayrılabilir. Yıldız’ın ikinci kitabında beni çok etkileyen öykücülük özelliklerinin, İnatçı Leke’de daha çok bu tasnifteki ilk grup öykülerde ortaya çıktığını söylemeliyim. Bir okur olarak, Yıldız’ın, ilk grup öykülerle daha başarılı olduğunu düşünüyorum. İnatçı Leke’de yer alan “Mandal, Zabıta, Merhametin Elbisesi, Cama Akan Makyaj, Kanser” gibi öyküler bu gruba giriyor.
BETÜL OK:
İnatçı Leke kitabı ile öyküde felsefeyi ve diyalektiğin yerini bizlere gösteren Handan Acar Yıldız çeşitli alegorilerle anlatımını kuvvetlendiriyor. Kitabın ilk öyküsü “Korkuyu Beslerken” başlığı ile Oğuz Atay’ı akıllara getiren yazar, başlık konusunda titiz davranıyor. Aynı tema üzerinden farklı perspektifler geliştirerek, insanın gündelik hayattaki çekincelerini, hesaplaşmalarını, korkularını, aşklarını, umduklarını, incinmelerini etkili bir dille okuyucuya gösteriyor. Yoğun metafor içeren kitabın en ilgi çekici özelliğinden birisi “kavramların hikayelerde ana karakterlere bürünmesi”. Yıldız’ın öykülerini oluşturan kavramlar listesinde; korku, gerçek, zaman, güven, beklenti, yorulma, merak, utanç, kaybetmek” yer alıyor.
“Ateş İnsanlar” adlı öyküde, modernizm eleştirisi ve tasavvuf arka planlı bir sorgulamaya şahit oluyoruz. Kitap içerisindeki bazı öykülerde sona gelindiğinde “Şimdi ne oldu?” sorusu sorulmasına rağmen, “Ateş İnsanlar” adlı öyküde okuyucu güdülen kaygıyı anlıyor ve öyküyü duyumsayabiliyor. Aşkın, gerçeküstücülüğün, hayalin baskın olduğu öyküler, zaman zaman bir kadının sancılarını zaman zaman da genel olarak bir beşerin varoluşsal ağrılarını dile getiriyor. Öykülerde kişi isimleri kullanılmaması dikkat çekici. “Konuşma Çizgisi” adlı öykü deneysel bir tarza sahip.
Alışılmışın dışında üslup ve yazım tekniğini deneyen Yıldız, “Şedde ile Cezm Arasında” öyküsüyle orijinal bir konuyu, madde ve mananın çakışma/çatışması düzleminde dünya-kabir paradigmasını anlatıyor. Kitabın en ilgi çeken öykülerinden “Merhametin Elbisesi” sevilmediğini düşünen birisinin iç dünyasına bizleri şahit tutuyor. Yıldız, acıları, sessiz ve hırçın duyguları, kaybetmeyi, düşünmeyi, ikilemde kalmayı anlatıyor. Bunları kimi zaman bilimsel ve sosyolojik bir dil kullanarak, kimi zaman da sade biçemi tercih ederek yapıyor. “Madalya Sendromu” ütopya diyebileceğimiz bir özellik taşıyor. Düzen eleştirisi yapılan öyküde, tekrarlanan söz öbekleri devam eden bir çizgi üzerinde yürümemizi sağlıyor.
Kavramsallaştırma, somutlama/soyutlama, sorgulama, karşılaştırma, örnek verme ve anıştırma tekniği ile kurulan öykülerde genel olarak “bilinç akışı” hakim. Geleneksel öyküden ayrı duran ve yapı biçim benzerliğine sahip olan metinlerde lirik bir dil varsa da sürekli düşünce, iç monolog ve soyutlamalar okuyucuyu zorluyor. Bunun yanı sıra Yıldız, anlatımında teknik terimlere yer veriyor, bunları öyküye yedirmekte maharetini gösteriyor. “Jeton” öyküsü bunlardan bir tanesi. İnsanın hayatı ve kendisini anlamlandırmasını gördüğümüz “Kuş Kabri”nin yanında, bir mandalın dilinden bize ummanın küsmek olduğunu gösteren “Mandal” adlı öykü, çok çeşitli bir okuma yapmamızı sağlıyor. Genel olarak insan ve insanın dünyadaki yerine değinen yazar, toplumsal sorunlara, gözlemlere, başkaldırıya, kadın ve erkek arasındaki ilişkilere de öykülerinde yer veriyor.
Başarılı bir dil-üslup bütünlüğüne sahip olan kitapta genellikle “kapalı anlatı” tercih edilmiş. Varoluş kaygısının dile getirilmesi nedeni ile felsefi göndermeler ve yoğun “zihinsel hareket” zaman zaman okuyucuyu neden-sonuç çizgisinden koparıyor. Bedenden ruha geçiş, derinlik ve soyut kavramların birer canlı nesne gibi anlatılışı, kitabın ana hatlarını oluşturuyor. “Çiy” isimli son öykü ise küçürek öykü tanımlaması altında ele alabileceğimiz başarılı bir anlatıma sahip. Yıldız’ın öyküleri, kendine has bir çizgi taşıyor. Okuyanı hayrete, sorgulamaya ve analitik düzlemde düşünmeye sevk ediyor. Okunması emek isteyen, zor öykülerle bütünlüklü bir kurgu yakalayan yazarın, sonraki öykülerinde bu çizgisini devam ettirip ettirmeyeceği ise merak edilmekte.
HALE SERT:
Öykünün anlatıcısı başkarakterin korkusuna odaklanıyordu. Anlatıcı, bir çocuğun, bir kadının, bir annenin, bir adamın ya da bir mandalın korkusunu gizlemiyordu. Anlatıcı, karakterin korkusunu kimi zaman sarı bir civciv gibi besleyip büyütüyor kimi zaman bir camdan aksettiriyordu. Camın kırılganlığıyla ters orantılı gücü bir kadına giydiriliyordu. Toplumun yasaları camdan duvarlara dönüşüyor, öykü karakteri camlara çarpa çarpa yürüyordu. Karakterin yasalarla, toplumun kurallarıyla bir derdi vardı. Açık ya da gizli tüm yasalardan bıkkındı. Yasalar bakışlarda, kirpiklerde, mimiklerde gizleniyordu. Karakter ise her seferinde en ufak bir yasa kırıntısını sezinliyor, tespit ediyor sonra ifşa ediyordu. Anlatıcı elinde sineklik, gördüğü yerde pat pat indiriyordu yasalara.
Anlatıcı her nesneyi şekilden şekile sokup istediği kılığa sokabiliyordu. Ateşin gölgesinden ateşten insanlar biçiyor ve yine korkusunu besliyordu. Korku hep korkuya duyulan tutkuyla birlikte yürüyordu. Anlatıcı korkusuna derman ararmış gibi yapıp her kelimede her harfte küllenen korkusuna nefesini üflüyordu.
Anlatıcı nesneleri metaforlaştırmayı seviyordu. “Çocuk adamın” onunla eş zamanlı büyümeyen kamyonu, “sadece konuşmak için” olduğunu topluma anlatabilmek için çırpınan karakterin jetonu, sırtta taşınan bir mezar taşı, bulunmaya çalışılan bir ipin ucu, şeffaf bir gömlek... İçine yazarın sorularının, sorgulamalarının, itirazlarının dercedildiği araçlara dönüşüyorlardu. Bu metaforların çözümlenmesi ise ayrı ayrı yazıların konusu olmayı bekliyordu.
Anlatıcı okura sükûn, huzur, dinginlik ve umut vaat etmiyordu. Öyküler okurun zihnini çitiliyor, sıkıyor, geriyor, çırpıp çamaşır ipine asıyordu. Öykünün ortasına gelene kadar okur da tıpkı bir ipteki mandalın bir rüzgarı beklemesi ve bakış açısının değişmesini istemesi gibi yazarın, akışı ustaca değiştirmesini bekliyordu. Bir rüzgarla mandalın dünyasının ve bakış açısının tepetaklak olması gibi o aydınlanma anında, okurun okuduğu satırlar katman katman açılıyordu. Kaçınılmaz son ise öykülerde mündemiç inatçı lekenin satırlardan fırlayıp tedirgin okurun zihnini kırmızıya bulamasıydı.
Mantık hep ön plandaydı, aklın sır erdiremediği kurgusal düzlemde mantıksız hiçbir cümle kurulmamıştı. Aşk ve mantığın bir arada bulunamayışının sembolüydü belki pas lekesi. Mantığa iyice yatsın diye, biten şeylere duyulan aşk, kuru bir dalın güzelliği betimlenerek çoğaltılmıştı örneğin. “İnatçı Leke”, Handan Acar Yıldız’ın öyküsünün içinde bütün öyküyü şerh eden tek bir dize gibi duruyordu. Nitekim aşk ve pas lekesi arasında kurulan örtük bağ, mandalın demirindeki pasın git gide tahtasının içine nüfuz etmesinde ve çamaşırlarını gerdiği kadına duyduğu bağdan da izlenebiliyordu. Bütün öyküler kazındığında, çıkmayan bir leke gün yüzüne çıkıyordu. Anlatıcı lekeyi kat kat, imgelerin altına gizlese de pas dışarı sızmaktan kendini alamıyordu.
Anlatıcı kavramları ters yüz etmeyi seviyordu. Merhametin iyicil çağrışımları sapır sapır dökülüyor merhamet, merhametsiz bir Tanrıya dönüşüyordu. Ya da karakterin kendisi ters yüz oluyor ve merhamet, adalet ve dürüstlüğü kaybeden karakterin Allah anlayışı da ter yüz oluyordu. Tersine çevirmenin altında inanca ve imana ilişkin kanıksanan doğrularla ilgili bitimsiz bir didişme yatıyordu.
Yazar, kısa ve net cümleler kuruyordu. Tasvirlerinde renklerin, şekillerin ya da duyguların detaylandırılmasından çok fiilleri ön planda tutuyordu. Bir cümlede başlayan fiil, arkasından gelen birkaç cümlede ancak tamamlanabiliyordu. Böylece cümlelere yayılan bir eylemin yavaş yavaş gerçekleşmesine tanıklık etti okur. Yazar, okurunu kendi adımlayış tarzına uydurmakta güçlük çekmedi.
Öykülerde egemen olan atmosfer acı ve belirsizlikle örülmüş bir gerilim, korku ve çaresizlikti. Hayata karışmakla ondan ve kendinden vazgeçmek arasındaki kısa çizgilere yazılmıştı öyküler. Öykülerin ucunun başka başka coğrafyalarda da boy vermesi çok muhtemeldi.