Cezayir Menekşesi
Kapı tıklandı. Babaannesi hayretsiz gözlerini kapıya çevirdi. Gelen bir misafirdi belli ki. Çünkü kapı tıklatan birisi haydut olamazdı nihayetinde. Lavinia sedirli odaya geçmeden kapının kör noktasında babaannesine bakıyordu. Babaannesi kapıyı açtı. Uzun boylu, saçları kafasındaki beyaz sarıktan hafif yanlara dökülmüş, zayıf ama dirençli, güleç yüzlü bir adam belirdi kapıda.
Toz ve toprak. Eteğinin ucunda yedi renk. Atlas dağlarının temiz havası toprağı havalandırıyor. Çöllerden, uzak iklimlerden, seyyahların yorgunluklarından, savaş meydanlarından, aşk yuvalarından, hastalardan bir ses getiriyor buralara. Uzakta kımıltı halinde ilerleyen şey de ne? Babaannesi, her akşam olduğu gibi khobzları kırışık elleriyle bölüp, bir onun önüne bir kendi önüne koyuyor. Annesini hatırlamak istiyor Lavinia. Gözleri tavanda bir tur atıp gelip tabağın içinde duruyor. Hatırlayamıyor. Ya babası, şimdi hangi şehrin gölgesinde oturmuş da yanmış alnını siliyordur. Sahra çölüne çok yakın olan bu ev, Lavinia’nın kaderi. Kumral saçlarının büklümleri, çemberin avuçladığı yuvarlak yüzünün iki yanına düşüyor.
Tabağa haşlanmış kuzu eti ve onun suyunu döküyor babaannesi. Lavinia, hâlâ aynı hızda, bir ilerleyip bir duraksayan kımıltıya bakıyor. Kaşığı daldırıp ağzına götürüyor. Huzursuz bir yutkunma. Babaannesi isteksizce ve yorgun halde elbisesinin kollarını çemreyip, kısa bir öksürükten sonra yemeye başlıyor.
İkindi güneşi sıcacık kumları nasıl da okşuyordur şimdi,
diye geçiriyor içinden Lavinia.Fransız köylülerin, soyluların, daima konuşanların, ağlayanların ve gülenlerin bir arada olduğu Hama mahallesinden ayrılıp buraya yerleşeli çok zaman oldu. Babaannesinin yanında, sulhun ve serinliğin içinde genç bir kız olalı sekiz sene oluyor.
Yemeği bitiriyorlar. Bulaşıkları bir çırpıda yıkıyor. Sedirinin olduğu odaya geçip, pencereden kımıltıya bakıyor. Daha önce hiç bu kadar dikkatini çekmemişti. Oysaki buralara hep seyyahlar uğrar, su deposu boşalan develerine evlerinin önündeki arktan su içirirlerdi. Böyle zamanlarda Lavinia kapıya, pencereye çıkmaz, elbisesine uyumlu olarak iliştirdiği çemberden başına bağlayıp, sedirli odada otururdu. Yabancılardan korkardı ama onlarla muhabbet etmek de isterdi.
- Geldikleri ülkelerde neler vardı, hangi kuşlar hangi otlar, hangi böcekler yaşardı? Oralarda geceler ve gündüzler nasıl geçerdi? Yemekler nasıldı mesela? Anne ve babalar çocuklarına nasıl sarılırdı, babaanneleri var mıydı? Evlerindeki pencereler nerelere bakardı?
Uzakta gördüğü bir deve olmalıydı. Ticaret erbapları, göçmenler normalde bu yol üzerinden kafileler halinde gelip geçerlerdi. “Bir seyyah olmalı,” dedi içinden. “Ya da bir meczup, kim bilir?” Akşam yaklaşmaktayken bir yandan bunları düşünüyor bir yandan da kımıltının hâlâ küçülüp büyümemesine, yaklaşıp uzaklaşmamasına hayret ediyordu. Babaannesine sorsa üzerine vazife olmayan işlere karışma der, sepeti koluna taktığı gibi onu bitki aramaya yollardı. Babaannesi devrin en iyi şifacılarındandı. Tanınan âlimlerden birisi bir gün hastalanmış, hem Allah’tan şifa beklemiş hem de şifacılar eliyle iyileşmek istemişti. Vücudunda yaralar çıkmaya başlamış, yemediği meyve içmediği ot kalmamıştı. Onu görenler “Ya muhterem, bu Eyyubi bir derttir,” deyip ağlıyor, ona sabır diliyorlardı. Babaannesi, el almıştı. Âlimin öğrencileri araya araya onu bulmuşlardı. Babaannesi serin bir gece vakti, Lavinia’nın babası daha küçükken, onu kundakta bırakmış, aynı zamanda kundaktaki yavrusunu Allaha emanet etmiş, hayır için yola çıkmışken bulmuştu yaraları iyileştiren aşk otunu.
Atlas Dağları’nın yamacına gitmiş ve aramaya başlamıştı. Bu ot, gece olunca dağ eteklerinde çıkar, çöl rüzgârı ile deniz esintisini gördükçe çoğalırdı. Bunları bilmesinin sebebi de el aldığı ataları ile yıllarca bu bölgenin dağlarında ve ovalarında gezmesiydi. Herkes birkaç hastalık üzerinde uzmanlaşmıştı. Babaannesi yaralara merhem yapan otları arardı. Emek verirlerdi. Bir akrabası bunları gece gündüz not etmekten gözleri artık kör olmaya yaklaşmıştı da, törenlerle, okunmuş sularla, ağaç altından geçirmelerle, delikten baktırmalarla zor kurtarmışlardı adamın gözlerini. Bütün aile fertleri belirli günlerde keşiften sonra notlar alıyor, okuma yazma bilmeyenler konuşuyor, en genç olan kâtiplik yapıyordu. Babaannesi aşk otunu o zamanlarda bulmuştu. Avladıkları çöl kekliklerinde otları deniyor daha sonra da çöle yakın yerdeki bu evde cam şişelere koyup saklıyor, birisine lazım olunca köylere götürüyorlardı. Lavinia da babaannesinden el almak üzereydi. Bir bitkiye dokunacağı zaman “Şifa Allahtan dert dünyadan, kurtar bizi düştüğümüz kuyudan,” derdi. Babaannesi ile çıktığı keşiflerde bunları içinden söyler, eve dönüş yolunda uzaktaki çöle bakar, gelen giden var mı diye kontrol ederdi.
Şifa Allahtan dert dünyadan, kurtar bizi düştüğümüz kuyudan,
Kımıltı biraz daha yavaşlamaya, büyümeye başlamıştı. Lavinia, içeri seslenerek yaşlı kadını haberdar etti. Vakit akşama yaklaşıyordu. Ocakta bir şeyler takırdıyor, yoğun ve sirinsi koku odaya yayılıyordu. Babaannesi geçen gün kekliğin yediği otu suya atmış, üzerine de bir tutam kum serpmişti. Bu kum Sahra Çölü’nündü. Onu cam şişelerde muhafaza ediyor gerektiği zaman kullanıyordu. Midesi bulandı Lavinia’nın, dışarı çıktı. Rüzgâr eteklerinin uçlarında gezinip, hafifçe yüzüne vurdu. Derin derin nefes alıp, kollarını açtı. Atlas Dağı’na baktı. Atlas Dağı ışıktır, gelen yar âşıktır, aşk otunu bilmeyen, yaralanır hastadır, dedi. Babaannesi hasta âlime şifayı götürmüştü. Âlim, ğaram denilen aşka düşmüştü. Bu sebeple vücudunda sedefe benzer şeyler çıkmıştı. Bir ay içinde iyi olmuş, derdinin devasını bulmuştu. Lavinia bu hikâyeden çok etkilenir ve babaannesine hep anlattırırdı.
Karanlık çökünce bütün renkler silinmişti. Sadece evin içi, birbirlerini görebilecek kadar aydınlıktı. Dışarıda homurtu, yorgun hayvan sesi ve tok bir adam sesi işittiler. Lavinia’nın yüreği ağzına geldi. Yoksa otlarımızı çalmaya mı gelmişlerdi, diye düşündü. Adamın sesi ürkütücü, yakın ve yalındı. Kapı tıklandı. Babaannesi hayretsiz gözlerini kapıya çevirdi. Gelen bir misafirdi belli ki. Çünkü kapı tıklatan birisi haydut olamazdı nihayetinde. Lavinia sedirli odaya geçmeden kapının kör noktasında babaannesine bakıyordu.
Babaannesi kapıyı açtı. Uzun boylu, saçları kafasındaki beyaz sarıktan hafif yanlara dökülmüş, zayıf ama dirençli, güleç yüzlü bir adam belirdi kapıda. Devem, dedi yorgun düştü. Arktan biraz su içip dinlenmek için izin istemeye geldim.
Ben bir seyyahım. Fas Tanca’dan geldim ve nasip olursa hac için yola çıktım. Yirmili yaşlarındaki bu genç, babaannesinin göğsündeki hasrete kibrit çakmıştı. “Olur çocuğum,” dedi. Lavinia gözlerini kapıdan çeviremedi, sedirli odaya da geçmedi. İçinde ılık bir şey süzülüp, oracıkta durdu. Akıl ve kalp, dedi. Babaannesi her vakit bu ikisinin şifada önemli olduğunu söylerdi. Kalbin ile varırdın bitkinin yanına, aklın ile bulmaya çalışırdın neye şifa olduğunu yahut zehir olup olmadığını. Atalarının tuttuğu eski kitaplardan birinde şöyle bir söz yazıyordu:
Akıl hac için yola çıkıncaya kadar, kalp Kâbe’yi çoktan tavaf etmiştir.
Kapıdaki genç, izni alınca selamlaşıp ayrıldı oradan. Lavinia, cam kavanozların olduğu tereğe yaklaştı. Üzerinde “cezayir menekşesi” yazan çiçeğe baktı. O, idam edilenlerin yakasına takılan bir ölüm çiçeğiydi.