Cehennem nerede Flann?
Aktarılabildiği ve tüm cesametiyle varlığını sürdürebildiğine göre insanın ezeli sorularından biri şu olmalıdır: “Cehennem neresidir? Nasıl bir yer olmalıdır?” Bu, inanmanın tarihiyle yaşıt bir soru herhalde. İnanç da insanoğluyla yaşıt olduğuna göre yeni bir karın ağrısından bahsetmiyoruz.
Üçüncü Polis’i kim bilir kimin tavsiyesiyle okuduğumda kalan ömrüm boyunca peşimi bırakmayacak bir soruya maruz kalacağımı elbette bilmiyordum. Edebiyat eserlerine yaklaşırken bize esaslı sorular bahşetmelerini umarız. En azından “yaklaşma sebeplerinden” en az birisi budur. Hele de halihazırda eserler vermeye çalışan bir yazar ya da namzediyseniz... Çünkü bir öykü yazarının en güvendiği “malzeme”, ne yaşadıkları, gördükleri, duydukları ne de kendisine anlatılan gündelik hayat manzaralarıdır. Yazarın bir mücevheri muhafaza eder gibi sakınması, işlemesi, parlatması gereken nadide kaynağı, zihnini kurcalayan zorlu ve yerine göre cevapsız sorulardır. Flann O’Brien’ın bana aktardığı soru, pekala kendinden önceki pek çok eserden ödünç alınmış olabilir, zaten kim “güneşin altında yeni bir şey” olduğunu iddia edebilir ki?
Aktarılabildiği ve tüm cesametiyle varlığını sürdürebildiğine göre insanın ezeli sorularından biri şu olmalıdır: “Cehennem neresidir? Nasıl bir yer olmalıdır?” Bu, inanmanın tarihiyle yaşıt bir soru herhalde. İnanç da insanoğluyla yaşıt olduğuna göre yeni bir karın ağrısından bahsetmiyoruz. Her inanç sistemi, cehennemin ne’liği ve nerede’liğiyle ilgili düş gücümüzü hareketlendiren açıklamalarda bulunmuştur. Dinler tarihçileri, din alimleri yanı sıra ressamlar, nakkaşlar, illüstratörler, yazarlar, sinemacılar bugüne hatırı sayılır bir “cehennem anlatısı” mirası bıraktılar desek hiç de abartmış sayılmayız. Öyle ya, insana yaratıcısı tarafından kimi kaynaklarda imajlarla güçlendirilerek verilmiş bir ikaz, insan muhayyilesinin baş köşesine oturmaz da ne yapar?
Dante’nin İlahi Komedya’sı, Robin Williams’ın başrolünü oynadığı 1998 yapımı “What Dreams May Come” filmi ya da birazdan açıklayacağım sebeplerden dolayı, son yıllarda ortalığı kasıp kavuran Black Mirror bölümleri benim ilk anda aklıma gelenler. Bu eserlerde ve resimlerde dikkatimi çeken şey Üçüncü Polis’te de yoğun bir şekilde kendine yer buluyor. En şiddetli azabın, sonsuz kere tekrar eden ceza oluşu düşüncesi. Hatırlayalım, Sisifos’un aynı kayayı hiç durmadan aynı tepeye çıkarması; Prometheus’un ciğerinin her defasında yeniden büyümesi, ardından aynı kartal tarafından yenmesi; Miraç anlatılarında Peygamber Efendimiz’in cehennemin katlarında rastladığı günahkârların cezaları gibi.
Sonsuz tekrar, makinedir; makine, sonsuz tekrardır. Sonsuz tekrar cehennemdir; cehennem sonsuz tekrardır... Bingo! Cehennem makineleşmektir!
Cehennem gerçekten nasıldır, bunu yalnız Allah bilir ama gerçek şu ki insanın cehennem tasavvurunda sonsuz tekrar önemli bir yer kaplıyor. Mesela tam burada benim bir korku filmi klişesini hatırlamam normal mi? Ürpertici bir sessizliğin hâkim olduğu ıssız bir ev/bina/arazi/depo/atölyenin içinde başıboş bırakılmış, sürekli aynı şeyleri yapan bir makine... Sonsuz tekrar, makinedir; makine, sonsuz tekrardır. Sonsuz tekrar cehennemdir; cehennem sonsuz tekrardır... Bingo! Cehennem makineleşmektir! Makineleşmek demişken Black Mirror senaristlerinin de bu sonsuz tekrar dehşetinden nasiplerini aldıklarını hatta O’brien’ın bu dehşetli metnini okumamasının, neredeyse imkânsız olduğunu düşünüyorum.
İşte bu yüzden Üçüncü Polis’ün kapağındaki bisiklet adam bir hayli ilgimi çekti. Tamam itiraf ediyorum, arka kapağında Joyce’un övgüsünün yer aldığı bir kitapla hergün karşılaşmıyor oluşum da bir sebep sayılabilir. Şöyle diyor Joyce efendimiz Flann O’Brien için: “Hakiki bir mizah duygusuna sahip, gerçek bir yazar.” Ya Otomatik Portakal’ın yazarı Antony Burgess’e ne demeli: “Flann O’Brien’ın eserlerini yeterince takdir etmezsek büyük adamları hak etmeyen aptallarız demektir. Flann O’Brien çok büyük bir adam.”
Üçüncü Polis, hayatını De Selby isimli bir filozofun (De Selby’yi yazarın diğer romanı Dalkey Arşivi’nde daha yakından tanıma imkânı buluyoruz) çalışmalarına adamış isimsiz anlatıcının, bir bisiklet pompasıyla ihtiyar Mathers’i öldürmesiyle başlıyor. Sonra her adımda biraz daha garipleşen bir evrende buluyoruz kendimizi. Bisikletleşen insanlar, insanlaşan bisikletler, doğan her insanın bir renginin olduğunu ve o rengin insanın yaşam süresiyle alakalı olduğunu iddia eden, sonsuza dek küçülen içiçe sandıklar imal eden polisler... Yetmezmiş gibi akıllara Arthur C. Clarke’ın Rama’sındaki “kutsal makine”yi getiren ilginç makineler, yaşayan ölülerle dolu bir kurgusal evrenden bahsediyoruz.
Çevirmen Gülden Hatipoğlu’nun en az roman kadar etkileyici önsözünde belirttiği gibi; “gerçekçi bir anlatı gibi başlayan, fabulist bir anlatı olarak devam eden ve gotik olarak biten Üçüncü Polis” fantastik bir evrende geçse de; Todorov’un fantastik kuramına inat, kahramanın, hikâyenin başından sonuna kadar durumunu neredeyse hiç garipsemiyor. Aslında neyi aradığından da emin değil bu adam. İhtiyar Matters’ten çaldığı para kutusunu mu, kaybolan hafızasını mı, üçüncü polisi mi? Görünen o ki, kara kutuyu ararken her adımıyla kendi cehennemini inşa ediyor adeta. İnsanın cehennemini kendi korkularıyla inşa ettiği, hak ettiği cezayı kendi muhayyilesinde saklanmış olarak sonsuzluğa taşıdığı fikri cesur bir yazar için başlı başına kışkırtıcı bir çıkış noktası.
Joyce’la hemen hemen aynı dönemde yaşayan ve postmodern edebiyatın işaret fişeğini Üçüncü Polis’le patlatan O’Brien, hakkı yenmiş, mağdur edilmiş, hem bizim hem de dünya edebiyatının gündemini bugüne kadar pek fazla meşgul edememiş bir yazar. Peki, Üçüncü Polis klasik bir polisiye mi? Hayır. Bir polisiye klasiği mi? Hayır. O kesinlikle polisiye gibi yazılmış bir dünya klasiği. Klasikleşen her eser gibi insanın zaaflarından, “zalimliğinden”, kendini sürüklediği çukurlardan, bataklıktan alıyor enerjisini. Yazarının dünyaya bakınca gördüğü trajikomik manzaradan...