Çapraz okumalar
Bilirsin, öykü dediğin okura bir şey hissettirmeli, bir duygu değişikliğine sebep olmalı, diyenler var. Ben bunun bir zorunluluk olduğunu düşünmüyorum ama bunu diyenler öyküde oyunun, zekânın ve biçimsel yeniliklerin öne çıkmasına muhalefet ederek söylüyorlar bunu. İkisi bir arada mümkün olamaz mı peki?
Mustafa Aplay: Merhaba Gülşen. Bu sayıda bildiğin üzere Arda Arel'in yeni kitabı Ölü Piksele Ağıt üzerine konuşacağız. Arel'in üçüncü öykü kitabı bu. Önceki kitapları da dikkat çekti ama çok belirgin bir çizginin üzerine oturmamıştı henüz. Bence Ölü Piksele Ağıt ile birlikte artık Türk öyküsünde özel bir yerde konumlanmayı başarmış. Bunun birçok sebebi var ve bazıları, önceki Çapraz Okumalar'da konuştuğumuz meselelerle de ilgili. Ne demek istediğimi büyük bir coşkuyla açıklayacağım birazdan ama önce sözü sana bırakayım. Ne düşünüyorsun? Bana itidal çağrısı yapmak ister misin?
Gülşen Funda: Merhaba Mustafa. Sanırım "Ateşe Bakarlar" öyküsündeki Ozanın Kayığı'ndan geliyorsun, yani ateşe bakmaktan. Açıkçası, şu an yoldan çekilmem gerekiyor. Anlat bakalım, neden böyle düşünüyorsun?
Mustafa: Evet, bir nevi ateşe bakmaktan geliyorum Gülşen. Ekonomi quizinden çıktım. Hikâyelere sığınıyoruz falan diyoruz ama modern hayattan tamamen sıyrılmak da mümkün değil tabii. Bu noktadan hareket ederek başlayabiliriz herhalde okumamıza. Arda Arel, öykülerinde biraz önce şakayla karışık işaret ettiğim gerilimi yakalamış bence. Tahkiyenin ve hatta kadim bir sesin zaman zaman öne çıktığı, öte yandan öyküde zekâ ve teknik beceriden de faydalanan bir kitap Ölü Piksele Ağıt. Söylemek istediğim şeyi şöyle formülleştireyim. Bir anlığına öykü ve hikâyenin iki ayrı tür olduğunu, tahkiyesi güçlü metinlere hikâye, teknik yönü güçlü metinlere öykü dediğimizi varsayarsak, merkez olarak bu kitabı belirleyebiliriz bence. Yani benim inandığım bir şey değil bu ama böyle düşünenler varsa Ölü Piksele Ağıt'ı bir kategoriye yerleştirmekte zorlanabilirler.
Gülşen: Evet, bu konuda bir denge gözettiği hissediliyor. Önce şu noktayla başlayayım; nedense ben Arda'nın sesini, ormanlı öykülerinde daha iyi duyuyorum. "Ben Alageyik"i hatırla mesela, Dede Korkut'un yeniden yazımı öyküsünü, o çelik çulluğu. "Ben Alageyik" ile bu kitabın iki öyküsü arasında benzerlik, belki de kasıtlı bir ortaklık bulduğumu söylemiş miydim? Hatırlatan şeyler vardı ama dönüp bir daha okuyunca vay canına, dedim. "Ben Alageyik"te dede, "Ateş'e Bakarlar"da da kahraman doğuya yürüyor; ormanı geçiyor ve göle ulaşıyor. Dahası, "Ben Alageyik"te, hepimiz, söğüt cininin göz bebeğinde yaşıyoruz, derken "Ahu'nun Gözü"nde, su perileri, "Ahu isminde kör bir cadının gözünde yaşıyoruz." diyor. Belki de Arda'nın dediği gibi, yüzünü doğuya dönmek, soy âdeti değilse bile kaderidir. Olabilir, benzerlikleri abartmamak lazım. Ancak, sözü sana bırakmadan, "Ahunun Gözü" öyküsündeki bir yerin altını çizeyim. Su perisi, "İçinde su perisi geçen bir hikâye anlat." dediğinde kahramanın aklına Tepegöz'ün gelmesi, bence çok esaslıydı. Tabii, kahraman hikâyeyi "yeniden yazdı" ama önemli değil. Öykü okurken belleği yoklamak, eski anlatıları düşünmek, okurluğa âbuhava katıyor bence.
Mustafa: Arda Arel de senin gibi düşünüyor olsa gerek, önceki kitaplarına kıyasla söylediğin tarzda öyküler daha fazla Ölü Piksele Ağıt'ta. FM oynayan teyze vardı mesela bir önceki kitabında, o teyze yok bu sefer. Oyunlar, bulmacalar, zekice kurgular... Bunlardan vazgeçilmemiş elbette. Ama bir yol tercih edilmiş. Bu önemli çünkü bazı yazarlar kendi yolunu bulmakta zorlanabiliyor. Yani kolay bir iş değil, o yüzden bir süre ilk kitaptaki kararsızlık devam edebiliyor. Bu yol ileride değiştirilebilir, çeşitlenebilir elbette, yeter ki tıkanmasın. Arda Arel öyküsü bu kitapla birlikte Ben Alageyik'te de örneklerini gösterdiği bir yatağa yerleşmiş bana kalırsa. Kadim bir ses ve modern bir tarz. Okur olarak eski anlatılar üzerine düşünmek güzel dediğin gibi. Yazar olarak da öyle. Bir hikâye anlatıcısının yüzünü kayıtsız şartsız hikâyeye dönmüş olması gerekir çünkü. Sana bir şey sormak istiyorum Gülşen çünkü işin içinden çıkamadım bu konuda. Geçen sayıda Kutlubay'ın öykülerinin uzadığını söyledik. Genel eğilim de böyle. Ama Ölü Piksele Ağıt'ta öyküler uzun değil. Sence neden bu tür bir durum Arda Arel öyküsünde görülmemiş, görülseymiş daha iyi olur muymuş?
Gülşen: Açıkçası, öykülerin kısa oluşu, kalbimi müthiş bir şekilde kırdı. Yine de, kısa da olsa, hâlâ yazdığı için mutluyuz. Bence, öykülerin kısa olması için özel bir çaba harcamış çünkü kimi öykülerinin kurguları da bunu istiyor gibi. "Hikâye" bittiğinde dil de susmalıdır hesabı. Ya da kalemi buraya gidiyor artık. Bir şeyin bitmediği, devam edeceği veya uzayıp gideceği manasına gelen "üç nokta"yı bile kullanmıyor. Ama bence, böylesi bir sadelik öykülerine yakışmış. "Kırkı Gelenler" öyküsünün ilk paragrafını hatırlıyor musun? Dalgaların gelip gidişi gibiydi cümleler. Ayakları büyük olduğu için, canavardan kaçamayacağını düşünen ufaklığa ne demişti eniştesi? "Ayaklarımızın gerçekte ne kadar büyük ya da küçük olduğunu bilemeyiz. Kimin ceylan kimin çita olduğu anlaşılmasın diye Büyük Kuş, ayaklarımızı biz doğarken gizler." Özellikle, bu öykünün de uzamasını isterdim; tuzlu sonsuzluğun kustuğu canavarı, "Binbir İlah Ormanı"nı, "Yedi Yüzlü Ulu Ağaç"ı, "Büyük Kuş"u "daha çok görebilmek" isterdim.
Mustafa: Bu tarzı devam ettirirse öyküleri uzayacaktır bence. Sen sanırım en çok masalsı olanları sevmişsin. Ormanlı, ağaçlı, kuşlu. Biyoçeşitliliği fazla olanları. Bir de domates var. Domatesin öyküsü "Artık Yeter", kitabın en iyi öyküsü olmayabilir belki ama benim zihnimde en çok yer eden öykü oldu. Bilirsin, öykü dediğin okura bir şey hissettirmeli, bir duygu değişikliğine sebep olmalı, diyenler var. Ben bunun bir zorunluluk olduğunu düşünmüyorum ama bunu diyenler öyküde oyunun, zekânın ve biçimsel yeniliklerin öne çıkmasına muhalefet ederek söylüyorlar bunu. İkisi bir arada mümkün olamaz mı peki? Bir kitap hem farklı gezegene yerleşen insanlığın hacca nasıl gideceği üzerine düşünüp hem de sağ bek İlyas'ın, domatesin hikâyesini anlatamaz mı? Hülasa, duygusunun da güçlü olduğunu düşünüyorum Ölü Piksele Ağıt'ın. Sen ne diyorsun? Bu kitabı bütün yönleriyle paralel mi okuyoruz yoksa kitaba ya da birbirimize eleştirilerimiz var mı? Oraya gelelim biraz istersen. Nihayetinde "çapraz" okuma.
Gülşen: Anlatabilir elbette, buna mahareti varsa anlatsın. Bir yazarın gözünden farklı dünyalara, insanlara, duygulara, hallere, hikâyelere şahit olmak, beni de heyecanlandırıyor. Aklıma ilk gelen, Hüseyin Rahmi Gürpınar. Geçim derdine düşmüş bir yazarı, uzlete çekilmiş bir felsefeciyi, kazan gibi kaynayan ada vapurunu, dahası bir araba beygirini anlatır. Ya da Kenan Hulusi Koray. "Dörthanlar'ın Kulaksız'ı" ile "Bir Garip Adam" öykülerindeki kahramanlar, taşrada yaşarlar ama birbirinden öyle farklıdırlar ki. Farklı pencerelerden dünyaya bakmaya değil, yalnızca pencerelerden bakmaya ve hayatı uzaktan yaşamaya mı alıştık? Dünyayla bağımız mı kalmadı? Ahmet Melih, bu meseleye Olağan Hikâye'de "Hikâyesini Yitiren Hikâye" yazısıyla eğiliyor mesela. Yazarların, karakterlerini gündelik hayattan alsa da kelimelerini zihninden seçtiğini, bu yüzden karakterlerini biricik kılamadığını ve her hikâyede aynı şeyi anlatıyormuş hissi uyandırdığını söylüyor. Sana tavsiye ettiğimi de hatırlıyorum. Okumadıysan bir kez daha önereyim. Bu anlamda, Ölü Piksele Ağıt'ta, Neşet Ertaş dinleyen vampir taksici bir kenara, alzheimer hastası Zehra Teyze'nin "hikâyelerini" ayrıca dikkate değer buldum. Ancak gerçekten de Melih'in dikkat çektiği meseleler, günümüz öyküsünün üzerini bir sis gibi kaplamış. Ne yapılabilir, ben de bilmiyorum. Yıldız Ramazanoğlu biraz önce tweet atmış, açıkçası onu okuyunca dikkatim dağıldı. Şöyle yazmış Yıldız Hanım, "Yazar, ilk kitabında diyeceğini demiş olur genelde, sonrakiler iyi anlatamadım galiba vesvesesi." Sen ne diyorsun buna? Bir de, kitabın adı hakkında ne düşünüyorsun? Bir de, öyküleri sıralayacak olursan, en sona koyacağın öykü ne olurdu? Ve elbette, neden?
Mustafa: Sorduğum soruların intikamını tek seferde almak istedin sanırım Gülşen. Nereden başlayayım? Yıldız Ramazanoğlu'nun tweetini gördüm. Yalnızca edebiyat işleriyle uğraşan bir tür şeytan var olsaydı muhtemelen "Hayır, tam olarak anlatamadın." değil, "Süper, ne güzel de anlatıyorsun sen öyle." derdi. Yani hikâyemiz değişiyor, farklı hikâyelere çeviriyoruz yüzümüzü, dönüşüyoruz. Arda Arel ilk kitapta durduğu noktada durmuyor örneğin. Ahmet Melih Karauğuz'un yazısını biliyorum. Karakterlere farklı zihin dünyaları ve üsluplar atamak çok zor bir iş ve böyle bir sorun var, evet. Ama bazen şöyle bir yanılgıya düşülüyor, kendine ait bir üslubu olmayan, sürekli tek bir hikâye biçimini tekrar eden yazarlar, sanki bu sorunu yaşamıyorlarmış gibi görülüyor. Onların öykülerinde ses, her karakterin zihninde aynı biçimde yankılanmıyor çünkü ortada bir ses yok. Bu daha öncelikli bir sorun bence. Neyse, Ölü Piksele Ağıt'a bağlayalım yine. Karakterleriyle öne çıkan bir kitap olduğu doğru. Ben Alageyik mekân üzerinden atmosfer oluşturan bir kitaptı. Ölü Piksele Ağıt ise karakter merkezli denebilir. Ama tabii bunlar bizim okuma biçimimizle de alakalı biraz. Benim gözlerim önce karakterleri seçti öykülerde. Kitabın ismini beğendim. En sona koyduğum öykü ise "Yokuş Kent Vaizi". Sevdiğim yazarların sesini her öykülerinde duymak istiyorum ben. O ses, okurken ritmi yakalamamı, metnin müziğine kendimi kaptırmamı sağlıyor. "Yokuş Kent Vaizi"nde o sesi daha az duydum. Bu arada zihnimde yer ettiğini söylediğim öykü "Artık Yeter"de, "b" harfiyle başlayan bir kelime yok. Çünkü kuralları olan bir öykü atölyesinin mahsulü. Aynı şekilde 1-7-40 da kendi kurallarına sahip bir atölye öyküsü. Bu iki öykü bana kalırsa kitabın öne çıkan öyküleri. Demek ki işe yarıyor böyle sınırlandırmalar, diyeceğim ama laf "sanatın özgürlüğü"ne kadar gidecek. Artık susmam gerekiyor sanırım.
Gülşen: Sana, en sona koyacağın bir öykü sordum ama ben son üçü söyleyeceğim. "Çarın Torunu ile Sağ Bek İlyas" öyküsüne bir türlü giremedim, futbolu edebiyatı severim hâlbuki. Diğeri, "Alternatif Yaşam Kroniği". Konusu ilgi çekici olsa da, bir öykü okuyor gibi hissedemedim açıkçası. Olası dünyaların kapısından girmeden önce okunan bilgilendirme metinlerine benziyordu. "O Kapı" ise başlardaki ritmini giderek kaybetti. İlle de iyi bir son olsun, diye düşünmüyorum aslında ya da bilmiyorum. Yazarlardan çok şey isteyen okurlardan da değilim ama öyküde, "Ee, ne oldu?" sorusunu değil, "Ne olmuş olabilir acaba?" sorusunu seviyorum. Bu arada, bir şey itiraf edeceğim. Ben piksellerin öldüğünü, ölebildiğini bilmiyordum. Bu konuda ihtisasımı alanında uzman bir hocadan aldım. Hocanın Ölü Piksele Ağıt diye bir kitabı var. Evet, Arda'dan öğrendim. Evet, gülebilirsin. Güldüysen okumaya devam et. Sami, bir müddet kitabın adı, içeriğini hiç yansıtmıyor, diye sızlandı ama Arda, dijital dünyada gördüğünü hikâyemizde anlamlandırmak istedi gibi geliyor bana. Daha farklı bir şeydi yani, anlatmak istediği. Doğru hatırlıyorsam şöyle söylüyordu. Hayatımızda pek çok şey (üç milyon yüz kırk beş bin yedi yüz yirmi yedi piksel) yolunda gider ama biz, bir şeye (bir piksele) takılıp kalırız. Milyonlarca piksel var olmaya devam eder ama ekrandaki o can sıkıcı, parıltılı ölü piksel gözümüzü alır ve ona ağıt yakarız. Ölü Piksel'e Ağıt adlandırmasıyla insanı eleştiriyor gibi geldi bana. Sanırım, benim söyleyeceklerim bu kadar Mustafa. Ekleyeceğin, unuttuğun bir şey var mı senin?
Mustafa: Aaa, futbolu seviyor musun ya gerçekten? Bir ara da futbol ve edebiyat üzerine konuşalım o hâlde. Şimdilik bize ayrılan sayfaların sonuna geldik. Güzel bir sohbet oldu Gülşen. Teşekkür ediyorum.
Gülşen: Ben teşekkür ederim Mustafa. Bir sonraki Çapraz Okumalar'da görüşmek üzere.