Canavarını cebinde taşımak
Ne zaman ki adam onu beslemeye değil onunla savaşmaya karar verir, o zaman canavar saldırıya geçer. Çünkü canavarla savaşmak, onunla arasındaki bulanık sınırı netleştirmek ve bulanıklığı yok etmek demektir. Oysa canavarla savaşamaz, onu ancak kendisinin bir parçası olarak besleyebilir. Canavarlar kurtulmak için değil, cebinde taşımak için vardır.
Başlık bir cep telefonu ve teknoloji eleştirisi gibi dursa da, mesele bundan çok daha eski. İnsanoğlu, canavarını yakınında tutmasıyla meşhur bir yaratık. Elbette öncelikle canavar tanımımızı yapmamız gerekiyor. Richard Kearney, Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar başlıklı kitabının giriş bölümünde "Bu kitaptaki yol gösterici hipotezlerimden biri, bizi irkilten bilinçdışı korkuları genellikle başkalarına yansıttığımız olacak. Huzurumuzu bozan bir başkalıktan aslında bizzat mesul olduğumuzu kabullenmek yerine, suçu üstümüzden atmak için her yolu deneriz. Başlıca yollardan biri, başkalarını 'yabancı' diye yaftalayıp günah keçisi ilan ederek hayatımızı kolaylaştırma çabasıdır. Böylelikle kurbanlık yabancıyı bir canavara veya fetiş-tanrıya dönüştürürüz. Ancak her iki durumda da, karşımızdaki yabancıyı, içimizdeki tekil ötekiliğe karşılık gelen tekil bir öteki olarak tanımayı reddederiz. Öteki-olarak-beni tanımak istemeyiz" der.
Kearney, canavarların ve tanrıların aynı kökten geldiğini ileri sürer. İkisinin de temelinde korku vardır. Bu korku, korkuyu duyana, yani insana aittir. Yani en başında insan, canavarının yaratıcısı konumunda beliriyor. Canavarın var olma sebebi, insanın ona karşı beslediği korku. Korku, yani canavar, artık bir yabancıdır. Ötekileşmiştir ve bireyle bir öteki olarak yüzleşir. Kearney, Hegel'in görüşlerini de işin içine katar: "Tinin Görüngübilimi'nde Hegel, sorunu bir efendi-köle diyalektiği bağlamında tarihselleştirir. Benin ancak Öteki (das Andere) ile mücadele ettiği ve neticede Öteki tarafından tanındığı ölçüde kendini egemen bir özne olarak ifade edebileceğini öne sürer" der. Yani insanın varlığını, öteki -bu bağlamda canavar- ile olan diyalektik ilişkiye bağlar. Canavarın varlığı insanının varlığına bağlı olduğu kadar, insanın varlığı da canavarının varlığına bağlıdır. Tam da bu noktada, Bilge Karasu'nun "Bir Ortaçağ Abdalı" öyküsüne gelebiliriz.
Ana karakter, "abasına sarınmış, yıprana yıprana asal soyutluğunu yitirip başının biçimini alan başlığının altında gözleri görünmez olmuş, yalın ayakları koca koca morarmış" bir orta çağ abdalıdır. Yolculuk yapar, başka bir çağdan insanların konakladığı hana gider. Gittiği han ve orada konaklayanlar için kendisi "öteki" konumundadır. Kuşağının içinde bir canavar taşımaktadır. Kendi ötekisi. "Yarı boğa, yarı firavun faresi, tüyü pembeye çalar renkli, dişleriyle kemirgen, pençeleriyle etobur hayvan" olan bu canavar, abdala zarar vermektedir. Derisini kazır, dişlerini etine geçirir. Canavarı huysuzlaştıran ve abdala zarar vermesini sağlayan şey, tıpkı abdal gibi onun da günlerdir aç olmasıdır. Beslenmediği takdirde sahibine zarar veren bir canavardır bu. Sahibi demek de doğru değil çünkü aralarında bir sahiplik ilişkisi yok, doğrusu, canavar abdalın bir parçası halindedir. Abdala bakıldığında canavarı görmek mümkün değildir, canavar dişleri ve pençeleriyle kendini abdala eklemlemiştir.
Canavarın varlığı insanının varlığına bağlı olduğu kadar, insanın varlığı da canavarının varlığına bağlıdır.
"Hayvanın karnını doyurmak gerek, yoksa vursa, dövse, ensesinden tutup atsa, hiçbir şey değişmeyecek; yıllardır deneyip artık vazgeçtiği şeyler bunlar." Hana vardıklarında hava karardığı için içeri giremezler, kapıda kalırlar. İçeride, kendisini uyku tutmamış adamlardan biri abdalı görür ve onu içeri almanın bir yolunu bulur. Nöbetçilerden gizlenerek, duvarda bir gedik arar. Aranan gedik var olur, duvarda açılan bir adam boyluk gedikten abdal avluya süzülür. Adam, karnı aç olan abdala yiyecek verir ve abdal ekmeği alıp canavarına uzatır. Ancak canavar doyduktan sonra ondan arta kalan lokmayı yemeye başlar. Adam, abdalın resmini çizer havaya. Daha sonra abdalı yere yatırıp, göğsüne imzasını atmaya çalışır. Adam imzasını atarken abdal öksürmeye, ardından kusmaya başlar. Kustuğu şey yalnız yediği ekmek değildir. Kanlı, kara pıhtılı bir kusmadır bu. Adam kaçıp yatağına gider. Bir süre sonra bacağına sivri şeyler batar.
- Canavar artık ona geçmiştir. Hayvanla dövüşmeye, onu boğazlamaya çalışır. Han ağası ve diğer konaklayanlar zar zor koparırlar canavarı adamın kalçasından. Sonra da canavarı bir ipe bağlayıp handan kovarlar. Öteki, kendini var ettiği bedenden koptuktan sonra yeniden öteki olur ve bulunduğu yerden kovulur. Beş gün sonra arkadaşlarıyla civardaki bir şehirde buluşmaya karar veren adam, beş gün sonra handan çıktığında canavar bir kez daha üstüne atılır. Bu kez kanlı bir saldırı değildir bu, usulca cebine girer adamın. Adam da ekstra bir tepki vermez ve bir uyum içinde yaparlar yolculuklarını. Canavarla o an savaşmasa da, ondan kurtulmaya karar verir. "İlk cırnağı etinde duyduğu zaman elini cebine atıp hayvanı çıkaracak, o gece bağırdığı zaman uyanıp söylenen, uykularından tedirgin edildikleri için kendisiyle alay etmekten başka bir şey düşünmeyen, handan dışarı çıkmak istemeyişini sinir bozukluğuna vererek kendisiyle eğlenmekle yetinen arkadaşlarının gözü önünde hayvanı boğacaktı."
Bu paragrafta görüyoruz ki, artık canavarın bütünleştiği adam da bir öteki konumunda arkadaşları için. Canavarın kendisine ilk geldiği gece arkadaşları tarafından alay edilmiş, onlar tarafından dışlanmış. Ve bu dışlanmanın ardından tekrar gelen canavar, bedenine çok daha kolay ve uysal bir şekilde uyum sağlamış. "Bekliyordu. Hayvan hiçbir şey yapmıyordu. Ama elini gizlice, kimselere sezdirmeden, cebinin üzerinde ne zaman gezdirse, hayvanın sıcaklığını, solunuşunu duyabiliyordu adam." Beklemekten sıkılınca, canavardan kurtulmak için bir zarar görmeyi beklemesine gerek olmadığına ve onu oracıkta öldürmeye karar verir. Canavarı yemek masasına koyar, canavar hiç zorluk çıkarmaz. Arkadaşları adamı durdurur ve hayvanı öldürmemesini söylerler. Gece olduğunda, artık adamdan ayrılmış olan canavar adamın yatağına gelir ve karnını deşmek suretiyle adamı öldürür. Kearney, kitabında "var olmayan var olana bulaşıp onu kirletene dek, şeytani olan bu türlü sınırları bulanıklaştırmaya devam edecektir" der.
Bu cümle, Bilge Karasu'nun bu öyküsünün özeti niteliğinde okunabilir bir anlamda. Hayvanın, yani canavarın yaptığı şey tam olarak budur, bulaşmak ve sınırları bulanıklaştırmak. Abdalla arasındaki sınırlar belli değildir, onun bir parçasıdır. Sonrasında bulaştığı adamla da bir olmaya çalışır, bu, adamın ne ölçüde öteki olduğuyla ilgilidir. Ne zaman ki adam onu beslemeye değil onunla savaşmaya karar verir, o zaman canavar saldırıya geçer. Çünkü canavarla savaşmak, onunla arasındaki bulanık sınırı netleştirmek ve bulanıklığı yok etmek demektir. Oysa canavarla savaşamaz, onu ancak kendisinin bir parçası olarak besleyebilir. Canavarlar kurtulmak için değil, cebinde taşımak için vardır.
- Kaynakça:
- Bilge Karasu, "Bir Ortaçağ Abdalı", Göçmüş Kediler Bahçesi, Metis Yay., 2020.
- Richard Kearney, Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar, çev.: Barış Özkul, Metis Yay., 2018.