Bürokrasi Günlükleri - 2
Görüyordum: İhsan Bey antika dükkânından yağan yağmura bakıyordu. Tam o anda üstüm başım ıslak dükkâna giriyorum. Dönüp bana bakıyor, göz göze geliyoruz. Bu görüntüye arkadaşımın sesi düşüyor: “İhsan Bey kurumdan ayrıldıktan sonra masa çekmecelerinde notlarını bulduk. Ne şiirler yazmış...”
Mayıs 2007
Dün akşam arandım ve “Kültür Bakanı Atilla Koç yarın saat 8:30’da sizi görüşmeye bekliyor, saat erken çünkü özel görüşülecek daha mesai başlamadan,” denildi. Ben de bakanlığın yerini öğrenerek aynı saatte orada oldum. Kültür Bakanı Atilla Koç, renkli, sevimli biri. Daha çok kameralara uyurken yakalanan bunu da problem etmeyen rahat bir yanı var. Sevgiyle, muhabbetle karşıladı. Daha önce tanışmıyorduk, bir kez belli belirsiz kalabalık bir ortamda görüşmüştük. Sürekli espri yapıyor. Makam odasından bir kapı daha açıp küçük bir odaya geçtik.
Doğrudan meseleye girdi. “Necip Bey, sizi tanıyorum. Sinemayla ilginizi de biliyorum. Biz Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü için seni düşündük. Yazını da yazdık.” Benim için tam bir şok anı. Bana bir şey sorulacak, bir bilgime başvurulacak diye beklerken, birdenbire genel müdürlük teklifiyle şaşırdım. Ama ben edebiyat için bürokratik kariyeri çoktan noktaladım. Kafamda soru işareti bile oluşmadan teşekkür ettim ve niye reddettiğimi açıklamaya çalıştım. Ama ret gerekçemi doğru dürüst bakana inandıramadım. Bakan benden daha çok şaşırdı, Genel Müdürlük reddini anlamaya çalıştı, “Bak Necip,” dedi, “sırada altı kişi var, bastırıp duruyorlar, onlara zor direniyorum.” “Hayır efendim,” dedim. Sonra müsteşarı Mustafa İsen’i çağırdı, onun yanında konuştuk, benim direncimi görünce “Peki,” dedi, “bu genel müdürlük için bir isim söyle, kim yapabilir?” Aklıma bir isim geldi söyledim. Vedalaşıp ayrıldım Bakandan. Bakanlıktan çıkınca arkadaşı aradım durumu aktardım. Yarım saat sonra arkadaş tekrar bana döndü. Bakan görüşme teklifi yapmış ona da. O an bakanın dürüstlüğüne inandım.
22.09.1997
Gelen bir ihbar ve yapılan soruşturma üzerine gözaltına alınan bir memurun dosyalarını inceliyorum. Günlerce evrak arayıp bulup değerlendiriyorum. Özellikle memurların evrak üzerinde yaptığı yolsuzluklar ilginç. Bir bordro şişirmesi ve zekâ ürünü bir olay. Bu hâliyle ortaya çıkarılması mümkün değildi. Ama bir ihbarla bu iş ortaya çıktı. Sıradan, basit kendi hâlinde bir memur olan maaş mutemedi normal bir düzenek içinde yaşamak durumunda kalsaydı, mevcut düzenlemeden kaynaklanan zaafları kullanarak daha yıllarca yolsuzluk yapmaya devam edebilirdi. Ama yıllarca biriktirdiği yolsuzluk paralarını, abartılı bir şekilde kullanmaya, statü ve hava atma yoluna girdiği için işi ortaya çıkmış oldu. Bu memur önce bir araba alıp şoför kiralıyor, her gece gazino kapatmaya, hovardalığa başlıyor. Ve bir de pahalı bir silah. Bir taraftan da maaş mutemetliğini bırakmayan ve memurluğa ve yolsuzluğa devam eden memurun bu olaylar etrafındaki insanların kuşkulanmasına yol açıyor. Sonunu da bu kendini kontrol edememesi hazırlıyor. Bu kadar akıllı biri, iş kendi havasına gelince zekâ sıfırlanıyor demek ki...
13.02.2012, Antalya
Bugün hiç tanışmadığımız, ilk kez gördüğüm bir delikanlı ziyaretime geldi. Delikanlı “Efendim,” dedi, “ben de müfettişlik sınavına girmek istiyorum. Ama bazı sorunlarım var. Size danışmak istedim.” Hukuki bir sorun anlattı, biriyle kavga etmiş, ceza almış, paraya çevrilmiş. “Mülakatta beni elerler mi?” dedi. “Mesele değil,” dedim. “Hiçbir önemi yok. Sen gir sınava.”
“Bir şey daha var,” dedi. “Sınavı kazanırsam, sağlık kurulu raporunda sorun olur mu acaba?” “Nedir?” dedim. “Affedersiniz efendim,” dedi, “gençlik işte. Benim bütün vücudum söndürülmüş sigara yanıklarıyla ve jilet izleriyle dolu. Her tarafta derin izler, çizikler, yanık yerleri var. Bir doktor görse hemen anlar. Büyük bir kuruma böyle birini alırlar mı?” Mahcup olmuştu. Derin bir sessizlik oldu aramızda. Teselli etmek için, “Boşver,” dedim, “başkalarının da içi yaralarla dolu. Seninki dış yara olduğundan gözüküyor.” Anlamamıştı. “Efendim?” dedi. “Boşver,” dedim. “Sınava gir, yazılıyı kazanınca beni bul.” Rahatlamış bir hâlde odadan çıktı.
İncelediğim dosyaları kapattım. İçim ağrımaya başlamıştı. İçimdeki çizgileri, iz bırakmış tüm acıları hissedebiliyordum.
24.08.2016
Dairede hemen yan odada çalışan arkadaşım odama girdi, hüzünlü, iç yakan bir sesle “İhsan Bey ölmüş,” dedi. “Tanır mıydın?” “Hayır Abi,” dedim. “Müthiş bir insandı,” dedi, “Aynıyat Denetimi isimli bir kitabı vardı, hayatını mevzuata adamıştı. Oturuşu, kalkışı insanda saygı uyandırırdı. Aynı zamanda müthiş marangozdu. Hani bir padişah vardı onun gibi. Evinde çeşit çeşit uçak maketleri yapardı. Eski eşyalara düşkündü. Artık nesli kalmamış bir İstanbul beyefendisiydi. Daha sonra Anayasa Mahkemesi’ne üye olarak gitti. Ama rahat bırakmamışlar orda. Hukukun içine siyaseti karıştırınca rahatsız olmuş. Mahkemeden emekli oldu. Yürütemedi. Tunalı Hilmi’de bir antika dükkânı açtı.”“Nasıl?” dedim, “hayatını hukuka adamış İhsan Bey mahkemeden ayrıldı, antikacı dükkânı mı açtı?” “Evet,” dedi, “görsen ne efendi bir adamdı.” Dışarıda hava kararmıştı. İkimiz de dışarı bakıyorduk. “Yağmur yağacak,” dedim. “Evet,” dedi, “öğlen bu kadar sıcak olmasından belliydi.” Bir öykü etrafımda uçuşuyordu. Görüyordum: İhsan Bey antika dükkânından yağan yağmura bakıyordu. Tam o anda üstüm başım ıslak dükkâna giriyorum. Dönüp bana bakıyor, göz göze geliyoruz. Bu görüntüye arkadaşımın sesi düşüyor: “İhsan Bey kurumdan ayrıldıktan sonra masa çekmecelerinde notlarını bulduk. Ne şiirler yazmış...”