Bülent Ayyıldız ile Söyleşi
Yanlış anlaşılmasın. Bu yazarların hepsi mükemmel. Sadece ben Batı’nın kötü yanlarını almışım. Yazma sürecine bağlayacak olursak, bence bütün bu çuvallamalarım sürece dâhil. Uzun uzun işe yaramaz şeyler yazınca bir nevi içimdeki ifrazatı atmış oldum.
Öncelikle kitabın “Durun Yanlış Anladınız” hayırlı olsun. Peşin peşin soralım kitaplı olmak nasıl bir duygu? Ya da dün -kitabın çıkmadan- nasıl biriydin bugün -kitabın çıktıktan sonra- nasıl birisin?
Valla pek bir değişiklik hissetmedim. Öykülerim hakkında birkaç olumlu yorum aldım. Mutlu oldum. Onun dışında bir değişiklikten bahsetmek için erken sanırım. Belki ileri doğru fular falan takmaya başlarım.
Şaka bir yana, ilk kitap gerçekten önemlidir, belki de ilk defa kendi öykülerine başka bir gözle -dışardan bir gözle- bakarsın. Yazdıklarını editoryal açıdan da değerlendirmen gerekir falan... Senin ilk kitap maceran nasıldı, bu öyküler nasıl bir emeğin ürünü?
Evet, ilk kitap yazarın ayıplarını yüzüne vuruyor. Yanlışlarını gösteriyor. “Kendine dışardan bakabilmek” büyük mesele. Yakın zamana kadar buna ihtiyaç duymamıştım. Çünkü edebiyata tepeden bakmayı tercih ettim. Hal böyle olunca yapılmaması gereken bütün yanlışları yaptım. Okumadan yazmaya çalıştım, edebiyat çetelerine inandım. (çetelerden yorulunca dergi çıkarmaya da çalıştım) Ağlak ve egoist şeyler yazdım. Sonuç olarak da yazmayı bıraktım. Sanırım bu tepeden bakma meselesinin müsebbibi Amerikan Edebiyatı. Beat kuşağını okuyan biri “ben zaten yazarmışım” diyebilir. Hemingway üç kelimeyi geçen bir cümle kurmaya üşeniyor. En nihayetinde Faulkner, söyleyecek hiçbir şeyi olmayan yarım akıllı bir anlatıcının bile kâle alınabileceğini ispatlıyor.
Yanlış anlaşılmasın. Bu yazarların hepsi mükemmel. Sadece ben Batı’nın kötü yanlarını almışım. Yazma sürecine bağlayacak olursak, bence bütün bu çuvallamalarım sürece dâhil. Uzun uzun işe yaramaz şeyler yazınca bir nevi içimdeki ifrazatı atmış oldum. “Acaba” dedim, “kimse beni anlamıyor tripleriyle kendimi mi kandırıyorum?” Derdimi anlatırken okuyanda karşılık bulabilecek bir şeyler yazmaya başladım. Sonra da Post Öykü’yle tanıştım. Hem Ertuğrul Emin Akgün’ün tavsiye etmiş olması, hem post olması, hem de öykü üzerine olması heyecan vericiydi benim açımdan. Atölyede kendimi denemek istedim. Kitaptaki çoğu öykünün yazım tarihi de bu döneme rastlar. Aykut Abi’nin ufak dokunuşları da büyük katkı sağladı.
Ertuğrul’dan dergi tavsiyesi alman iyi olmuş. Ben bir kaç kere dizi film tavsiyesi aldım bir şeye benzemiyor. Neyse, konumuza dönelim. Öykü diyelim mesela, öykü senin için ne ifade ediyor? Neden öykü? Neden roman yazarı olmak istemedin?
Efsane soru geldi. Neden öykü sorusuna net bir cevap veremem. Niçin futbol oynuyorsam, aynı sebepten öykü yazıyorum. İllaki bir sebebi olacaksa, öyküye kompakt olduğu için yöneldim diyebilirim. Tek oturuşta halledebildiğim bir şey olması da buna dâhil. Öykü zihne yapılan vur kaç taktiği gibi. Romansa meydan savaşı. Çok daha kapsamlı bir hazırlık istiyor. Tez yazar gibi oturup çalışmak gerekiyor. Öykü benim için daha pratik ve samimi bir tür. Hem daha eğlenceli. Her öyküde farklı bir dil ya da üslup kullanabilme imkânım oluyor. Metin üzerinde çeşitli oyunlar deneyebiliyorum.
“Her öyküde farklı bir dil ya da üslup...” dedin. Eyvallah, hakikaten de her öykünde yeni bir deneye rastlıyoruz. Peki, sence bu ne kadar gider? Deneysel öykülerin yazarı tükettiğini -ya da nasıl diyeyim; tüm malzemeyi hikâyeyi kurtarmak adına o öykülere pay ettiğini- düşündün mü hiç? Yoksa bu batıl bir düşünce mi?
Hayır düşünmedim. Muhtemelen haklısın. Deneysel öykücüler biraz daha dezavantajlı gibi duruyor; ama bu da insanın doğasıyla ilgili bir şey. Aslında insan yeni olana temkinli yaklaşır, hatta düşmandır. Yeni olan henüz tanınmamış, keşfedilmemiş olduğu için yenidir. Haliyle, bilmediğimiz şeylere mesafeli yaklaşabiliriz. Okur da sürekli değişkenlik gösteren bir üslubu benimseyemeyecektir. Alıştığı, “güvenli” bildiği yazarları seçecektir. Öte yandan bir yazarın sürekli deneysel gitmesi mümkün görünmüyor. Bu sefer o “deneysellik” zaman içinde yazarın karakteristik bir özelliğine dönüşecektir. İşte “bu ne kadar gider” bilinmez. Bence su akar yolunu bulur. Zamanla belli bir yönde durulurum sanıyorum. Ne bileyim, dönem öyküsü yazmak sıktı mesela. Yine de kendimi tüketmek pahasına da olsa sevdiğim şeyleri yazmaya devam edeceğim sanırım.
İnşallah dilediğin gibi olur. Peki, sence bir öyküdeki en önemli şey nedir? Dil mi, üslup mu, hikâye mi yoksa başka bir şey mi? Yüzdelik olarak dağıtmak istersen ona da varız.
Benim için en önemlisi, bir öyküyü okurken beni yazmaya teşvik etmesidir. Ama bu kriter kendi öykülerimde paradoksal bir hal alıyor. Kendi yazdığım öykünün beni başka şeyler yazmaya yönlendirmesi imkânsız. Alternatif bir cevap olarak diyebilirim ki öyküde en önemli şey “gösterge”dir. Yani, roman, şiir ya da resim gibi farklı bir türde ifade etmenin mümkün olmadığı, bir duyguyu, yaşamdan bir kesiti ya da bir fikri tarif etmekten ziyade gösterebilmektir. Bunun dışında kendi uydurduğum üç “bam” kuralı var. Bir öykü üç kez ateş ediyorsa muazzam öyküdür. Genelde öyküler bir kez ateş ediyor o da sonda. Senin bazı öyküler “bam, bam, bam” diye gidiyor mesela… Dil mi, üslup mu, hikâye mi olayına bu noktada değineyim. Yüzdelik bir şey veremem; ama bu üçünün farklı oranlarda kombinasyonu değişik güzellikler çıkaracaktır. Üç ana rengi farklı miktarda karıştırınca ortaya çeşitli renkler çıkması gibi. Dili, üslubu falan ayarlarsın, sonda bir kez “bam” yeter. İyi öykü kabul ederim. Eyyorlamam bu kadar. Saçmalamış da olabilirim.
Estağfurullah, “bam bam bam” bazen hakikaten en iyi taktik. Bu, belki de iyi öykücünün harcıdır. Senin için “şu iyi öykücüdür” dediğin kim, neden?
Raymond Carver, Sema Kaygusuz, Şule Gürbüz, Osman Cihangir, Orçun Ünal, Haldun Taner, Ömer Seyfettin, Ray Bradbury, Borges, Kelly Link. Kısaca yukarıda belirttiğim sebeplerden dolayı diyebilirim. Bu öykücüler kendine has yöntemlerle vermek istedikleri şeyi “göstermeyi” başarmışlar.
Haha Osman abi bu gazla yeni kitabı çıkarır. Saydığın öykücülerden birini seç ve Post okuru için o yazarın çok sevdiğin bir öyküsünü söyle desem.
Osman Abi ikinci kitabı için gaza gelecekse ondan devam edelim. Hatta iç sesimi dış sese çevireyim: Abi adam Tim Burton’ın öykücü versiyonu. Nereden geliyor o fantastik öyküler. Sen kalk, iskelete gece bekçiliği yaptır. “Hasar Sözlüğü”nü kurgulamak için yoga mı yaptın; ne yedin ne içtin de bu öykü çıktı.
Hasar sözlüğü, bir kuşağı bitirdi zaten. Öykü yazmak için sonraki kuşağı bekleyen öykücüler var. Mesela Ertuğrul bunlardan biri. Bu arada fantastik demişken ben hemen araya gireyim. Fantastik edebiyat ile aran nasıl? Fantastik öyküye inanıyor musun?
Bence Ertuğrul, toplu taşıma araçlarından birine pusmuş malzeme biriktiriyor. Sonra ver elini zaman yolculuğu. Fantastikle aram şöyle böyle. Az önce ismini verdiğim Kelly Link bu kulvarı farklı noktalara çekmiş. Fantastikle büyülü gerçekçilik arasında bir yerlerde. Stanislav Lem gibi yazar çıkacaksa fantastiğe inanıyorum. Belki bilim kurgu yazarı olarak anılıyor ama iki türü çok iyi harmanlıyor bence. Her şeyin mantıklı bir açıklaması var mı, alışageldiğimiz akıl yürütme yöntemleri gerçekten işe yarıyor mu, yoksa olaylara farklı bir boyuttan mı bakmalıyız sorgulatıyor. Tolkien ve Le Guin ekollerinden sıyrılıp yeni bir sese kavuşmak lazım gibi geliyor bana. Ya da bunların üstüne bir şeyler eklemek gerek. Büyü ve kılıç türündeki fantastik eserler aynı minvalde dönüp duruyor. Yüzü İhsan Oktay Anar’a bakan bir fantastik eser çok ilginç olabilir bence.
Bu bağlamda, ikinci bir soru daha ekleyeyim. Sen de bir Post Öykü okuru olarak dergideki öykülerde bir değişim yahut yönelme gözlemledin mi?
Post Öykü başından beri fantastik türü kayırıyor bence. Düşünce yazıları, dosya konuları fantastik üzerine bir arayışı açıkça gösteriyor. Bir değişim gözlemlemedim. Genç öykücülerin, yeni ve farklı öykülerine yer vermesi çok iyi. İçinde benim öykülerim de var diye demiyorum ama yayımladığı öyküler diğer dergilerdeki öykülere nazaran bariz farklı. Bu noktada Post Öykü hemen kendini belli ediyor. Maksat dergi çıkartmak değil de bir açığı kapatmak için sanki. Postmodern akım miadını çoktan doldurmuş olmasına rağmen, Türkiye’de bu konu üzerine eğilmiş dergi çok yok gibi. John Barth’ın, İhab Hassan’ın yazıları yeni yeni çevriliyor. Kolektif bir şekilde öykü teknikleriyle oynayan bir derginin olması güzel.
Eyvallah, arada biz de nasiplenmiş olduk. Belki henüz sormak için erken ama sonraki kitabını kurgulamaya başladın mı?
Estağfurullah sözüm meclisten dışarı. Aslında başladım. Bir defaya mahsus fantastik-korku arası bir öykü kitabı yazmak istiyorum. Korku derken, korkutan kitap yoktur herhalde de türün adı bu. Kitaptaki “yazı üçlemesi”nin günümüzde geçen türevleri gibi düşünebiliriz. Bir iki öykü bitti.
Şimdiden başarılar diyelim o zaman. Fantastik-korku hikâyelerini ben de merakla bekliyorum. Bunu sormadan söyleşi bitmez; öykünün yükselişte olduğunu düşünüyor musun yoksa bu bahis bir illüzyon mu? Ya da başka bir söyleyişle günümüz okuru ne ister?
Eyvallah. Bence öykü yükseliyor. En azından çıkan öykü kitabı sayısı artışta. Tabii nicelik ve nitelik farklı şeyler; ama buradan okurun öyküye ilgili olduğunu çıkarabiliriz. Öykünün ekonomik yapısı, doyuruculuğu gündelik hayatın yoğunluğunda okura iyi geliyor olmalı. Ama okur da yükselişte. Seçici. Öyküdeki duyguyu, fikir zenginliğini görmek istiyor. Dur şuraya afili bir söz patlatayım: “Okur yükselmiyorsa öykünün stratosfere kadar yolu var”. Bu da naçizane korsan post-it olsun: “Öldükten sonra ünlü olan yazarların sayısı, üzerlerine açılan sosyal medya hesaplarının sayısını geçmeden öykü yükselmez, ben diyeyim.” Çelişkili ifadeler kullandım. İdare edin.
Son bir soru da bu seçici okur için gelsin. Kıyıda köşede kaldığını veya kıymetinin anlaşılmadığını düşündüğün bir yazar yahut diğer kitapları vasat olsa da şu kitabı efsanedir dediğin biri var mı?
Viktor Pelevin’in Mavi Fener’i pek bilinmiyor sanki. David Foster Wallace dünyaca ünlü olmasına rağmen ülkemizde kıymeti bilinmiyor. Oblivion adlı öykü kitabı başyapıt. Henüz Türkçeye çevrilmedi.
Eyvallah, abi. Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.