Bu kubbede bir hoş sadâ

Kendini Tanımadan Ölmek Korkusu, Mahmut Coşkun, Ketebe Yayınları
Kendini Tanımadan Ölmek Korkusu, Mahmut Coşkun, Ketebe Yayınları

Edebiyat hayatına öyküyle başlayanlara genelde ne zaman roman yazacaksınız diye sorulur. Öykünün bir geçiş ya da düz yazıya başlangıç formu olduğu kimilerince düşünülür. Mahmut Coşkun, bunun tam tersini yaparak önce romanlarıyla öne çıkmış ardından da öykülerini okura sunmuş. Bence öykü yazarak iyi de yapmış; dilerim devamı gelir.

Bir öyküyü, romanı, şiiri ya da denemeyi okurken aklımda her zaman "text" kavramının karşılığını tutarım. Kökeni Latince olan bu kavram "textere" fiilinin metaforik kullanımından ortaya çıkmıştır: Fiilin dokumak, örmek, kurmak, yapmak anlamına geldiğini görürüz.1 Türkçede buna karşılık olarak metin kavramını buluruz. Bu hususta "metin" için Barthes'in kullandığı sözün dokunuşu (fabric of the word) kavramı da metnin yapaylığına ve onun kumaşımsı yani örülmüş haline bir göndermedir. Bir metni iyi yapan şey sadece onun sık ve iyi örülmüş olması mıdır peki? Elbette değildir ama başat olan şey budur bana kalırsa. O yüzden Calvino, Görünmez Kentler kitabında özel bir diyalog aktarır biz okurlara: "Marco Polo, tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıyor. ‘Peki köprüyü taşıyan taş hangisi?' diye sorar Kubilay Han. ‘Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi.' der Marco. Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler: ‘Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var o da kemer.' Marco cevap verir: ‘Taşlar yoksa kemer de yoktur.'"

Barthes'in metin/text kavramıyla Marco'nun cümleleri birbirine çok yakındır. Calvino'dan bu alıntıyı daha önceki yazılarımda yapmış olsam da iyi bir kurmaca eserin tanımı için her defasında kullanmakta fayda görürüm. Çünkü metin evvela kendi içinde bir yapılanıştır ve Marco'nun tarif ettiği kemerin kardeşidir. Bu yönüyle Mahmut Coşkun'un öykülerine baktığımda iyi örülmüş metinler görüyorum diyebilirim. İki kitap yayımlamış bir romancı ve bir kısa film yapmış genç bir yönetmen olan Mahmut Coşkun, kurguda ve dilde yakaladığı düzey ile kurmacanın temel işlevini iyi bellemiş olduğunu bize gösterir. Henüz ilk öyküde bile bu öykülerle neyin arayışı içinde olduğunu gösteriyor; tıpkı divan şairi Bâkî gibi Mahmut Coşkun kendine seslenilecek bir isim arıyor: "Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal/Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş." Bâkî tam da bu dizeleri kurarken Mahmut Coşkun buna çok yakın olan şu cümleyi kuruyor: "Bir başkası bana seslensin istiyorum, atmosferde benimle ilgili bir ses kalsın sonsuza dek." Text/Metin/Örgü kavramından bahsederek Mahmut Coşkun bunu başarmıştır diye belirtme sebebim işte bu gibi ayrıntılar oldu. Onun öykülerinde hiçbir şey tesadüfi değil. Çabuk beğenen birisi değilimdir, her öyküye gardımı alarak yanaşırım ama bu sefer Mahmut Coşkun öyküleri beni nakavt etti doğrusu.

"İmgeler neredeyse değişmeden kalırlar; yüzyıldan yüzyıla, ülkeden ülkeye, şairden şaire hiç değişmeden geçerler. İmgeler hiç kimsenin malı değildir, onlar tanrıya aittir. Bir çağı aydınlattıkça, bir şairin yaratımı diye kabul ettiğimiz imgelerin hemen hemen hiç değiştirilmeden bir başka şairden alındığını görürsünüz." Rus biçimci Sklovski'nin şiir için yazdığı bu cümleyi öykü için de kurabiliriz. Bir imge nesilden nesile, metinden metine aktarılabilir. Coşkun'un öykülerinde imgenin bir şiirden öyküye transfer olduğunu da görürüz. Örneğin Gayya Kuyusu imgesi Mahmut Coşkun öncesinde şairler tarafından defalarca kullanılmıştır. Coşkun'un inerek eriştiği Gayya, cehennemin en derin çukurudur ve Tevfik Fikret'in "Gayya-yı Vücut", Nazım Hikmet'in "Gayya Kuyusu" şiirlerinde de bu imge kendisine yer bulmuştur. Coşkun öyküye "Merdivenleri üçer üçer indim." cümlesiyle başlıyor; öykünün adının "Gayya" olduğunu düşünürsek bunun bilinçli bir tercih olduğunu anlarız. Dante de ceheneme inerek varmıştı. Ayrıca Coşkun'un onu buraya sürükleyen "Yek" adında bir rehberi de var; bu yönüyle de cehennemi bir Gayya Kuyusu olarak tasvir eden Dante'ye yaklaşıyor.

Kimi öykülerin fantastik kimi öykülerinse absürd olduğunu görüyoruz. "Değirmen Mevsimi" öyküsünde başlangıçta anlayamadığımız bir şeyler olur. Öykünün sonuna doğru algılarız her şeyi; fantastik bir köyde "değirmen mevsimi" denen bir döneme denk gelen memurun zaman karşısındaki acizliğidir gözler önüne serilen. Bir sabah uyanan Samsa gibi memurumuz bize şöyle der öykünün sonunda "Hâlâ rüyada olduğumu zannediyordum. Doğrulup pencereden yansımama baktım; saçları ağarmış, yüzü kırışmış, sakalları uzun ve beyaz, kaşları dökülmüş bir adam gördüm. İrkilip yanıma, önüme, arkama baktım. Benden başka kimse yoktu." Bana kalırsa absürd olana ve hatta Albert Camus'un Yabancı'sına Mahmut Coşkun'u oldukça yakınlaştıran öykü ise "Tırnağımda Kum Taneleri"dir.

Kilosundan dolayı yürümekte zorlanan Zerrin teyzenin ölüm hikâyesine bir şekilde dâhil edilen Kerem'in hikâyesidir bu öyküde anlatılan. Bir insanın ölümü herkesi sarsar hele de buna ilk tanık olan kişiyseniz daha da sarsılırsınız ama Kerem'in ilk aklına gelen şey sevgilisiyle takılırken üst katında bir ölü kadın olacağıdır. Ve Kerem, ölü kadın orda yatarken sakince etrafı izlemeye devam eder. Yabancı romanında Mersault karakterinin annesinin ölümüne kayıtsız kalması da okurun dikkatini çeker. Ve sonunda onun bu kayıtsızlığı mahkemede aleyhine işler, bu yüzden cezalandırılır. Coşkun'un öyküsünün devamı da onun belki de bu kayıtsızlığı nedeniyle Tanrı tarafından cezalandırılması bakımından enteresandır. Kerem pek de hazzetmediği Zerrin teyzenin cenazesine katılırken ya da buna sürüklenirken anladığımız kadarıyla annesinin son anlarını kaçırır. Bu da bu öykünün trajik yanıdır.

Türk edebiyatında küçük insan denilince akla ilk gelen Orhan Veli ve Sait Faik'ten mülhem balıkçılar, hamallar, Süleyman Efendiler'dir. Oysa Mahmut Coşkun'un bir öyküyle ele aldığı gibi Anadolu'nun köylerinde ismi ile bile çağrılmayan öksüz yetim Ağcalar da vardır. "Ağca" öyküsünü okurken içimde bir şeyler kımıldadı, bir ılık su hareket etti resmen. Çünkü öyle yalnızdır ki Ağca kız büyüdüğünü bile fark edemez ve şu cümleyi kurar: "İnsan unutuyor başkasının derdini, unutmaz değil. Çünkü büyüyoruz, seneleri geçirerek değil büyümemiz. Başkaları hissettiriyor." Refik Halit Karay'ın "Eskici" öyküsünde hani çocukla beraber koca adam da ağlamaya başlar ya işte "Ağca" öyküsü de bizi öyle alır içine. Zaten Ağca da o öyküdeki çocuk gibi öksüz yetim kalınca yabancı olur artık bulunduğu her yere ve bulamaz kendi dilini konuşan birilerini. "Ağca" öyküsüne dikkatli bakınca onun da Karay'ın "Eskici" öyküsüyle aynı damardan olduğunu fark edeceksiniz zaten.

Edebiyat hayatına öyküyle başlayanlara genelde ne zaman roman yazacaksınız diye sorulur. Öykünün bir geçiş ya da düz yazıya başlangıç formu olduğu kimilerince düşünülür. Mahmut Coşkun, bunun tam tersini yaparak önce romanlarıyla öne çıkmış ardından da öykülerini okura sunmuş. Bence öykü yazarak iyi de yapmış; dilerim devamı gelir.

  • 1 Yavuz Demir, Hayat Böyledir İşte Fakat Hikaye, Hece Yayınları, 2011, İstanbul.